Fikir
Giriş Tarihi : 18-11-2021 15:42   Güncelleme : 18-11-2021 15:42

Herkesin Cebinde Bir Tomar Mona Roza

Sezai Karakoç üstadıma rahmetle... Şiir için şöyle bir vasat düşleyin, her şeyiyle nazik ve kibar, her şeyiyle nazlı ve ilgi isteyen bir genç kız olsun, bunu aşkın bir tarafına koyalım, diğer tarafta ise yakışıklı, içe dokunan lakin biraz serinkanlı, kısacası acar bir delikanlı bulunsun.

Herkesin Cebinde Bir Tomar Mona Roza

Kızın bütün derdi delikanlı olsun ama delikanlının, kızın aşkına cevap verme gibi bir derdi olup olmadığını işin başında bilmeyelim. Delikanlı bizim için kapalı bir kutu olsun.

Durum gereği, delikanlının bu aşka teslim olması halinde, bir vasıl olma pozisyonu, bir tokluk hissi, bir sıradanlık oluşacak, burun kıvırması durumundaysa bir belirsizlik, içe yığılma, bir kapanma, yani kısacasıyla bir aşk başlayacaktır. Şiir, aşkın yanında yer almakla beraber aşkın kendisi değildir. Bu elde bir olsun. Lakin bahse konu olan işbu şiir için, aşkın gelgitlerinden kaynaklanan gerilimli bir duruş üstlenilmiştir diyebiliriz, hadi oda burada olsun. Yani şiir; aşkı belli bir aralıkta kabul eder, aşkın vuslata durması, aşık ile maşukun arasındaki mesafeyi daralttığından, tensel birliktelik durumunda (belki de hicabından olsa gerek) araya aşk giremez ve bu vaziyette de şiir varlık sahnesine çıkamaz, yok uzaklık belli bir çekim mesafesinin ötesine varmış durumdaysa bu sefer, “gözden uzak gönülden de ırak olurmuş” misali, yine aşk biter ve dolayısıyla -bu noktada- şiir de buharlaşır, bu da elde iki olsun. Durum gereği, aşkı var kılabilecek en önemli mesafe, aşıkların aşk için tayin edilmiş olan belli bir aralıkta yer almaları gerekliliğidir. Ki bu aşıkların arasında bir belirsizliği imleyeceği gibi aşkı da diri tutar. Aşkın beslendiği en büyük kaynaklardan biri de merak duygusudur, merak duygusu ise evvela belirsizliğin üzerinde yükselir. Bir anlamda şiir bu belirsizliği bulana kadar aşkı takip eder desek yanılmış olmayız efendim. Yani dememiz o ki şiir, genç kızla delikanlının arasında olan bitenle remiz edilecek gerilimli bir vasatı paylaşır.

Bu ikilinin birbirine açılması ve de birbirleriyle anlaşmazlığı, şiirin kendi üzerine kapanması ile son bulurken, ikilinin arasında ki belirsizliklerin belli bir dozajda tutulmasıyla birlikte şiirin bir dirim kazandığı ve ancak bu vasatta varlık sahasında bir vücut bulduğu görülür. Bunlar bir başka dille söylendiğinde, gençlik durumları şeklinde tanımlanabilir. Aşk ruhsal ve bedensel bir gençlik açlığıdır aslında, şiir de öyle. Bu durumda doymak biraz da ölmeyi işaret eder. İster ruhsal olsun ister bedensel, o zaman önümüzde bir gençlik şiiri var demektir, yani aç olanın dünyadan aldıklarını bir biçimde bize yani muhatabına sunması durumu. Bir bakıma dünyadan aldıklarını bir başka biçim altında insanlara sunma pozisyonu.

Şiirin yaşı ne olursa olsun, muhatabının indinde her yaşın uygun bir şiiri vardır yargısına kolayca varabiliriz. Genliğimizin hızlı zamanlarını sürüyorduk, duygusal olarak ilk defa kendi gurbetimize çıkıyorduk, kısaya söylemek gerekirse üniversiteliydik, Karakoç şiiri bizatihi bizim gençliğimize yukarıda kurgulamaya çalıştığımız bir vasatta ulaşıyordu, yani “sürgün ülkenin” çocuklarıydık ama bunun mahiyetini anlayacak yaşta değildik o zamanlar. Henüz bu sürgünlükle “başkentler başkenti” arasında kurulacak olan bağlantı, bizi şiirin kurgusal tabanını anlamlı kılmamıza tam olarak yetmemişti. Bizim, o yaşlarda kuşandığımız bütün deli duygular, gözü karalık ve başımızda esen kavak yelleriyle birlik, karşımıza muhtemelen çıkacak olan muradımız yerine, sevdamızı kendimize anlattığımız o şiir, sayfalarının arasına birkaç damla gözyaşı bırakmayı esirgemediğimiz Mona Roza’ydı elbet. Mona Roza birçok gençte olduğu gibi sevginin öznesi olan bize, sevginin nesnesini muhayyel bir varlık olarak kurma imkanını sağlıyordu. Yani biz bizsek; sevgilimizde içimizde bir yerlerdeydi, kısaca saçımızdan ayak tırnaklarımıza kadar platoniktik. O zaman öğrendik ki en güzel aşk şiirleri sevgilinin kendi içimizde kurduğumuz hayalini elde etmemize yarayacak kadar idededir. Yani tıpkı şiir gibi aşk da tam kazandım dediği anda kaybeden bir şeydir. Bunu keşfetmek içim bir mecnun kadar, bir kerem kadar olmasa da okulda yıl kaybetmek gibi hatırı sayılır bir bedel ödemiştik.

Şiirin bir gençlik işi olduğu hususunda birçok düşün adamı, estet ittifak halindedir. Evet doğru ama her doğrunun içinde haklılığı elinden alınmış kaç tane yanılgı var bunu henüz tam anlamıyla bilmiyoruz. Mesela ben size birinden bahsedebilirim, yani beyler; şiirin gençlik işi olduğu doğrudur ama bu yargı, söyleyiş dilini yakalamanın belli bir olgunluğa işaret ettiğini de göz ardı etmek gibi, hakkı elinden alınmış bir doğruya işaret etmez mi? Elbette ki şiirin tabanında var olan unsurlar gençliğin uçarılığına ve kesin inançlılığına uygun tınılar vermekte ve bunun için uygun bir potansiyel oluşturmaktadır. Heyecanın insanı getirdiği yerlerde, gençlik duygusu olmadan kim dolaşabilir, o yerlerde hesapsızlığın ne kadar da insanlık hali olduğunu, hiçbir şey düşünmeden kabul etmek, en masumane deyişle gençlik hali değil midir? Lakin bu gençlik halinden olgun şeyler beklemek paradoksunu bütün bir insanlık, hiç hakkı yokken çok normal şeymiş gibi yaşayıp durmaktadır. Şiir, evet bir tarafıyla gençlik işidir, ama gençlik şiiri -ana gövde olarak- önünde duran, cepheden karşıladığı bir dünyayla hesaplaşmaktan başka da bir şey yapmaz. Belki yapar, lakin bu eylem bütün bir dünyayı karıştırırken sizin de hayatınızı altüst eder.

Evet şiir gençken yazılır, bu yargıya gene katılalım, imgenin en kanatlısı, birbirinin anlam olarak çapraşığında duran kelimelerin bir araya gelmesi, elbette gençliğin getirileri arasında görülebilir. Lakin şiirin, dille kurduğu ilişkide o dil -veya medeniyet- için ayırdığı özel bir semantik alan vardır. Bu alan o dilin -içinde kurgulandığı medeniyetin- şiirdeki en derin vadisi sayılır aslında. Bu durumda bizim dilimizin en derin vadisi, divan şiiri geleneği olarak ortaya çıkmıştır desek herhalde yanlış bir şey söylemiş olmayız. İşte Sezai Karakoç şiiri de bu ana damarın yenilikçi bir şekilde devam ettiricisi olarak görülebilir. Sezai Karakoç şiirinde gençlik, bir imkan olarak kullanılır kullanılmasına ama asıl şiir bu imkanın ötesinde, gençliğin verdiği bütün şiirsel dinamizmi medeniyetin temel kodlarına göndermelerde bulunarak gerçekleştirilir. Bir örnek gerekirse, “Gelin gülle başlayalım” der ve derin yapıda atalarının şiire ne yaptığını kendi şiiri boyunca araştırır durur. Bu durumda onun şiirinde geleneğin imkanları bir potansiyel olarak kendini göstermekten geri durmaz. Karakoç yeni bir şeyler söylemenin yerine bir şeyleri yeniden söylemenin gelenek demek olduğunu bilir. O geleneğin takipçisi olmak, fakat taklitçisi olmaktan kaçınmak zorunluluğunda hissedendir aynı zamanda. Taklit etmek özgün bir üretime denk gelmez onun şiirinde, eskiyi aynen kopya etmenin şiiri bir adım olsun ileriye götürmeyeceğinden olsa gerek, Karakoç bu tutumu benimsemez. O aslında çağımıza gelenekle bir köprü kurma fonksiyonunu olabileceğini düşünür. Eskiyi alıp bu çağın ortasına koymak değildir amacı. Geleneğin cihanşümul kodlarını bu çağa uyarlamayı düşünür daha çok. Çünkü bu uyarlama, aslında içinde yer aldığımız bu çağ için de çığır açıcı bir pozisyon oluşturacaktır onun düşüncesinde. Sezai Karakoç’un şiiri, bu bağlamda derin yapı olarak geleneğe bağlanırken biçimsel açıdan birçok noktada ondan kopar. Bu kopuş aslında şiirin bütünü hesap edildiğinde geleneğin bir tür yeniden yorumlanması şeklinde de okunabilir. Yani Karakoç şiirlerinde geleneği yeniden kurar, bu da bir anlamda modernlikte, geleneğin bir ihya çalışması olarak görülebilir.

Sezai Karakoç şiirinin semantik olarak, içinde boy attığı medeniyet dilinin en derin vadisinden aktığını bilmekteyiz. Bu anlamsal konumlanışın yanında, bahsi geçen şiirin almış olduğu renkler ve oluşturduğu desenler gereği, bağlılığını ilan ettiği yer, sadece geleneği takip etmekle sınırlı kalmamakta, bunun yanında bir almaşık olarak modern kurgu ve söyleyiş biçimlerine de seçici bir tarzda eklemlenmektedir. Örnek olarak Sezai Karakoç şiiri, modern şiirin imge düzlemini ve modern söyleyiş biçimini geleneğe en iyi eklemlenecek taraflarıyla şiirine dahil etmiş, bu yolla da hem geleneğin devam ettiricisi olmuş ve hem de onu (geleneği) garipsemeyeceği bir yönelişle kendince bulduğu bir evrimsel çizgiye çekebilmiştir.

Karakoç şiirinin gelenekle hesaplaşması bu kadarla da bitmez, onun şiirinde gelenek şiirin hem (dışsal) anlamsal tarafıyla hem de (içsel) şekilsel yönüyle ilgilidir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Karakoç, klasik şiirimizle anlamsal bağlantı kurarak geleneğe özgün bir şekilde eklemlenirken, şiirin kendi iç yapısındaki arayışla da şekilsel olarak modern şiirde kendi tarzında yazanlardan farklı olarak oluşturduğu kafiye zenginliği ile gelenekten kopmadığını gösterir. Şöyle ki, şiirde yer alan kafiye ses benzerliği olarak sonraki kelimeyi bir önceki kelimeyle tanış kılarken aslında işbu ses benzerliğiyle birlikte oluşan bir geleneğin varlığından söz edebiliriz. Burada söz konusu olan sonraki kelimenin bir öncekini takip etmesinden oluşan ve de bu şekilde süre giden halef selef ilişkisiyle şiirsel yapıda var olan bir gelenektir. İşte bizim de bahsettiğimiz bu husus Karakoç’la birlikte modern şiirimizin kapısını zenginleşmiş bir şekilde çalar. Yani onun şiirindeki gelenek bağlılığı, dış yapıda klasik şiire atıf yaparak kendini gösterirken iç yapıda da kafiye üzerinden volümü yüksek bir sese bağlanır.

Gene genç şiire dönelim dilerseniz; şiirin genç olması tek taraflı bir şey değildir kanaatimizce. Bir şiirin genç olması şairinin de genç olup, genç bir dil kullanması ile belli bir yere gelebilir. Lakin o yer genç şiirin başlayıp bittiği bir yer değildir henüz. Genç şiir, genç muhatap ister. Yani genç şiir bağlamında söyleyeceksek eğer; şiiri yazanın genç olması muhatabının da aynı şekilde genç olmasını gerektirmektedir. Çünkü bir işi üreten hangi enstrüman ile o işi üretmişse tüketen de aynı enstrümanla üretilmiş olanı tüketir. Gene bahis konusu duruma muhatap olarak bize gelirsek eğer söze şöyle devam edebiliriz; gençtik ve şair bizi söyleyiş, kurgu ve anlam olarak en genç şiiri sayılacak olan Mona Roza ile yakalamıştı. Gerçi şair de Mona Roza’yı yazdığında henüz 19 yaşında bir gençti ve üniversitenin ilk yıllarını okuyordu. Bu durumda şairle muhatabı bağlamında bizler birbirimizi kelimeler ve gençlik üzerinden yakalıyorduk, kısacası yukarıda bahsedilen haliyle aşk üzerinden ulaşıyorduk birbirimize, delişmenlik denen o uçarı durumla yakın temas kuruyorduk şiirle ve gelecekle. Hülasa o yaştaki gençler olarak ortak bir dil üzerinden anlıyorduk birbirimizi.

Lakin Sezai Karakoç şiirini yalın bir şekilde gençlik şiiri olarak tanımlamak, sanırım ona edilen en büyük haksızlıklardan biri olacaktır. Onun şiirinde her zaman, bizatihi şiir olmaklığın kendine has paydalarının dışına bir imkan olarak çıkma potansiyeli vardır. Aslında Karakoç şiirinin gücü de farklı tarafları birbirine yaklaştırmış olmasından gelir. Yani Karakoç bu şiirsel tutumuyla, varolagelmiş yargıları aşan, klasik anlamda söylenmiş sözlerin üzerinde yer alan bir şiiri getirip önümüze koyar.

Bir kere onun şiiri sizi, sadece bir yere davet etmez, önünüzde belirgin şekilde işaretlenmiş olan bir yerin elbette ki önemi vardır ama bu yer, ziyadesiyle göstergesel bir duruşa sahiptir. Bu durumda ise asıl önemli olan taraf, şiirin sizi gitmeye hazırladığı yer veya yerlerdir. Sezai Karakoç bir taraftan şiirinde katlı bir şekilde imge kurma gücüne sahip şair olarak öne çıkarken, diğer taraftan ise sizi yazmış olduğu şiire karşı kendi derununuzda imge kurmaya zorlar. Karakoç şiiriyle muhatap olduğunuzda faal bir unsur ve okuyucu bir özne olarak aslında bu, bahsi geçen şiiri farkına varmadan yazmış olmanız anlamına gelir. Dememiz o ki Karakoç şiiri birçok diğer şairde ender rastlandığı haliyle katlı anlamlar içeren bir şiirdir. Tabi sizin indinizde ve size özel olarak. Karakoç belki de salt bu özelliğinden olsa gerek, tarihe kalacak olan ender şairlerden biri olacaktır. Evet o şiirde bir çığır açan, bir yenilik kovalayan şairlerden değildir belki, lakin bir şeyleri simyacı edasıyla yenileştiren, yenileştirirken de kendi şiirsel gücüyle oluşturduğu imkanlar çerçevesinde değiştirmeden dönüştüren ve yazmış olduğu şiiri de bu noktada görkemli kılan özelliklere sahiptir.

Evet yukarıda Karakoç şiiri katlı imgesel bir zenginliğe sahiptir dedik, şöyle ki o, bazen uzun bir dizede, her kelime o dizeyi yeni bir imgesel vasata hazırlar ve ona farklı bir güç katmış olur. Yani bahsi geçen dizede, işte imgenin kalbi bu kelimede atıyor dediğiniz kelimeyi çıkardığınızda, şaşırtıcı bir şekilde imgenin imge olmaklığını terk etmediğini ve gücünden pek fazla bir şey kaybetmediğini görürsünüz. Bir örnek gerekirse eğer; “ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi”(*) dizesini gösterebiliriz. Diğer bir deyişle Karakoç şiirinden bir kelime sökerseniz belki şiirsellikten bir şey eksiltemezsiniz ama dizenin yaslandığı semantiğe hem bir darbe vurmuş olursunuz lakin bu darbeyi vurmakla birlikte şiiri de bir ölçüde zenginleştirmiş olursunuz. Bu zarar mıdır? Bu fakire sorarsanız hem evet der hem de hayır.

Bununla birlikte Karakoç şiiri, şairin gençlik ve olgunluk çağı dahil olmak üzere her durumda lirik olma özelliğini barındırmıştır. Bir şeyleri dolu dolu söylerken de hiç olmadık bir biçimde akıcı bir şiirin karşısında olduğunuzu görürsünüz. Bir gençlik şiirinin bilgelik sınırında bir şeyleri söylediğini işitirsiniz. Birçok şairde sırıtan bu hal Karakoç’ta içkinleşmiş bir durumda kendini gösterirken asla yabancılaşmanın sınırlarında dolaşmaz.

Şimdi hala devam ediyor mu bilmiyorum ama bizim kuşak da dâhil olmak üzere, benim şahit olduğum birkaç nesil, üniversite yıllarında gönlünde platonik bir sevda gezdirip, varlığını hayal ettiği o sevgiliye ilan-ı aşk etmeğe niyetlenmekle birlikte, bu ilan-ı aşkın yanında okumaya umutlandığı lâkin, taşralılığın vermiş olduğu çekingenlikle, akşam hayalinin uçsuz bucaksız coğrafyasında okuma temrinleri yaptığı o dizeleri, gündüzleyin bir türlü dile getirip karşısındakine kendini açamadığı zamanlarda, dilimizde birkaç dize ve cebimizde bir tomar Mona Roza ile gezmenin ağırlığını yaşardık.

Bu büyük şaire kendi kuşağım adına teşekkür etmeyi büyük bir borç bilir, ömrünün her anının bir berekete açılmasını Allah’tan dilerim.

(*) “ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi” dizesine dediğimiz özelliği uygulayacak olursak eğer. Bu dizede “ey merhametin kalbi” bir imgeye delalet eder, “ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan” ifadesi de bir imgeye delalet eder, “ipeğin kalbi” dediğimizde bile bir imgeye delalet ettiğinizi görürsünüz. İşte bu çok katlılık onun şiirinin yeniden ve yeniden üretilmesini muhatabı indinde sağlayan bir unsurdur ve bahis konusu şiirin en güçlü taraflarından biri de budur.

İşbu yazıyı bugün vefat haberini aldığımız değerli üstadımıza rahmet olması vesilesiyle tekrar yayınlıyorum. Zira iyi anılmak rahmettir bizim kültürümüzde. Lakin bütün bunların yanında bir de fatiha istesem çok olmam sanırım.

Şair Mimar Mustafa KARAOSMANOĞLU

 

Recep YAZGANRecep YAZGAN