Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 11-05-2021 09:04   Güncelleme : 11-05-2021 09:04

Hüznümüzün Başkenti

Bir zamanlar Bağdat’ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün ahir zamanında epeyce bir zaman ayırarak sedef kakmalı ceviz ağacından çok güzel bir minber oymuş. O kadar çok emek vermiş ki minbere her gören onun güzelliğiyle büyüleniyormuş.

Hüznümüzün Başkenti

Bu “yürek teri” minberin nâmı almış yürümüş. Öyle ki Bağdat’a her gelen, marangoza gidip ‘şu minberi bize sat, falanca camiye götürelim’ diyormuş. Onun cevabı ise hep aynı, “bu minber Mescid-i Aksa’ya gidecek”.

Ahali şaşırıyor tabii, “İyi de Kudüs Haçlı işgali altında”.

Marangoz yüksünmeden hep aynı cevabı veriyormuş;

“Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü geri alsın, bu minberi de yerine oturtsun.”

Derken bu minber hikayesinin konuşulmadığı hiçbir şehir kalmamış.

Herkes minberin güzelliğini bire beş katarak birbirine anlatırken, aynı hikâyeyi yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk da işitmiş. Ama o, eserin güzelliğinden ziyade, müessirin vasiyetine kulak vermiş.

Aradan kırk yıl geçmiş ve o minberi durması gereken yere, Mescid-i Aksa’ya yerleştirmiş. Diller ise onu Selahaddin-i Eyyubi (rahmet olsun) diye anmış!

Evet, o minber Mescid-i Aksa’ya yerleştirileli yaklaşık bin yıl oldu.

Avustralyalı Yahudi Dennis Michael Rohan'ın 21 Ağustos 1969'da Mescid-i Aksa'ya girerek, Kıble Mescidi'nin mihrabını ve sözünü ettiğim o bin yıllık minberini ateşe vermesinin üzerinden tam elli yıl geçmesine rağmen İsrail işgalinde bulunan Harem-i Şerif bugün yine yangın yeri.

İsrail’in ilk ve dünyanın üçüncü kadın başbakanı olan Golda Meir’in başbakanlık yaptığı o tarihte verdiği bir demeç aslında bugünkü aymazlığımızın tablosunu tam elli yıl öncesinden önümüze koyuyor;

“Mescid-i Aksa’da yangın çıktığı o gece sabaha kadar uyuyamadık. Sanıyorduk ki o gece tüm İslam devletleri güçlerini birleştirerek bir araya gelecek, ordularıyla üzerimize gelecek ve Kudüs’ü başımıza yıkacaklar. Ancak sabah olduğunda yersiz bir korku duyduğumuzu anladık. O gün farkına vardığımız başka bir şey ise bizim istediğimiz her şeyi yapabileceğimiz idi.”

Ne acı değil mi?

Yine bir Ramazan ayı ve yine kuduran İsrail. Yüksek perdeden hamasi kınamalarımız, gür sedalı sloganlarımız, lanet okumalarımız, göğe yükselen beddualarımız yeri göğü inletiyor. Konferans ve toplantılarımız, diplomatik iletişimlerimiz baş döndürücü bir hızda cereyan ediyor.

Ama yazık ki sadece konuşuyoruz!

İsrailiyat bütün dünyayı fiilen sömürgeleştirirken; bakir tüm alanlarını zapt ederken, dünyanın bütün coğrafyalarını işgal ederken; bütün medeniyetlerine, kutsallarına saldırırken ve tüm dünyayı seküler duyuş, yaşayış ve bakış biçimleriyle medyaları vasıtasıyla ayartarak zihnen sömürgeleştirip köleleştirirken sadece konuşuyoruz.

Siyasetçimiz, münevverimiz, tüccarımız, dervişimiz, esnafımız hasılı kim varsa (en başta kendi nefsim) konuşuyoruz, hem de hiç durmadan. Ama bu konuşmalarımıza dahil ettiğimiz çirkin yanımızı kapatacak zannettiğimiz nostaljik aksesuarlarımız, kusurumuzu daha çabuk ve daha çok ele vermekten başka bir işe yaramıyor. Çünkü bilmiyor konuşuyoruz, bilmeden konuşuyoruz, bilmediğimiz ne varsa konuşuyoruz.

Siyasetçimiz insanlığın doğduğu bu kadim topraklarda eğitime, bilime, maneviyata hız vererek, bizzat ağacın kökünü sulayarak halletmesi gereken problemlere güç yetiremediği için konuşuyor. Münevverimiz bilmeyişini saklamak için konuşuyor. Konuya dair bizim bilmemiz gerekeni değil, kendi bildiği herşeyi ifade etmek için çırpınışından anlıyoruz hiçbir şey bilmediğini ve yazık ki ona emanet edilen ilmin hakkını eda edemediğini. Dervişimiz ne zaman ‘ol’maktan bahsetse, olamadığının katmerli itirafı oluyor dudağından dökülen sözler. Çünkü sözleri kalplere ulaşmıyor, sadece kulağa misafir oluyor.

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ

Recep YAZGANRecep YAZGAN