Fikir
Giriş Tarihi : 14-03-2021 06:17   Güncelleme : 14-03-2021 06:17

Kıymetler Mimarisi

Önce ahlaklı olmaktan bahsedenler, İslâm olunmadan ahlaklı olunabileceğini zanneden zihni kaos içindeki insanlardır. Bizim ahlakımız iman mihrakına bağlı ahlaktır. O imanın hayata doğru tezahürü ahlaktır.

Kıymetler Mimarisi

Son zamanlarda sıkça duyduğum bir söz, “Her şeyden önce insan olmak lazım.” bu söz söylenirken, “İslâm ötelenerek söyleniyor.” İfade edilen sözün, bizim zaviyemizde tekabül ettiği bir hakikat yoktur. Bu söz kültür ve medeniyetimizde konumlandıracağımız bir yere sahip değildir. Medeniyetimizde bir kıymetler mimarisi vardır; bu mimaride neyin önce, neyin sonra geleceği hususu tefekkür cehdine sahip insanlarca malumdur. Kıymetler mimarimizin zirvesi olan imanımız, aynı zamanda, dünya görüşümüzün ve onun ufku olan medeniyetimizin de kaynağıdır.

Aynı şekilde İslâm ötelenerek, önce ahlaklı olmak lazım sözü de aynı yanlış telakkiye perçinlidir. Kıymetler mimarimizdeki yerine oturtulabilmiş değil. Burada anlaşılmayan husus, Müslümanların yanlış tatbikatlarının İslâm sanılmasıdır. Tamamen insan merkeze alındığında, insandan sudur eden her fiili, insani bir durum olarak anlama yanlışına düşülür. Nefs mihrakına bağlı fiiller bile meşrulaşmaya başlar.

Yine hepinizin oldukça sık olarak duyduğu, “Mesele vatansa gerisi teferruattır.” sözünde de hakikat payı olmakla birlikte, kıymetler mimarimizde yerini bulmuş değildir. Bunları çoğaltabiliriz; fakat bu kadar ile iktifa ederek cevaplarını vermeye gayret edeceğimiz gibi illiyet zincirindeki anlayış değişiminin başladığı noktayı da tespit etmeye gayret göstereceğiz.

Bu türlü anlam kaymaları tarihimize baktığımızda dönem dönem vuku bulmuş; mefhumlarımızın içinin boşaltıldığı görülmüştür. Bu türlü kaymalar halka inmeden, Âlim ve Mütefekkir şahsiyetler tarafından müdahaleler yapılarak önlenmiştir. Tüm mefhumlarımız bu öncü şahsiyetler tarafından zenginleştirilerek zihin dünyalarımıza hediye edilmiştir. Dil mühimdir, zira “Dil vatandır.”, “Hilkat insanla mühürlendi ve idrak lisanla çerçevelendi.” Bütün mesele nazari vatanımızın işgale açık bırakılmasıyla beraber başlamıştır.

Nazari vatan, bizim bilgi vatanımızdır; kendi dil ve mefhumlar dünyamızdır. Bir başka ifade ile manevi vatanımızdır. İnsan topluluklarını millet haline getiren, asıl istiklalin alametifarikası da manevi vatandır. Nazari vatan işgal edilmiş, kimsenin umurunda değil. “Mesele vatansa gerisi teferruattır” diyenler, ruhumuzun vatanı işgal edilmiş tek kelime söyleyen yok. Said Halim Paşa risalelerinde, “Bizim gibi vatan toprağını korumak uğrunda asırlardan beri, kanını cömertçe dökmüş bir milletin, “Manevi Vatan’ına karşı ilgisiz kalıp, sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi, tasavvuru güç, anlaşılmaz bir hatadır.” Beyanıyla mevzuya dikkat çeker.

Tüm mesele “Nazari Vatan” olarak ifade ettiğimiz “bilgi evreni”mizi terk ederek, başka bir uygarlığın bilgi havzasına ihtida etmeye başladıktan sonra ortaya çıkmaya başladı. Ruhların vatan değiştirmesi tüm kıymetler mimarimizi hercümerç etti. Nazari vatan olmayınca, mukim olduğumuz coğrafyaya seküler anlamlar yüklenmeye başlandı. Mukim olduğumuz coğrafya, nazari vatanın nakşıyla bir mana ifade eder. Her dünya görüşü mukim olduğu lisan havzasında kendi dilini inşa eder. Ve böylece asırlarca bir muhteva haznesi oluşur. Dilimiz bilgi evrenimize, bilgi evrenimizde bir dünya görüşüne rabıtalıdır. Bizim dünya görüşümüzde vatanın yerini şu şekilde tespit ederiz: Her şeyimizde olduğu gibi, önce İslâm, sonra İslâm’ın yoğurduğu millet gelir, akabinde vatan gelir, sonrasında hepsini koruyucusu devlet ve akabinde medeniyet. Kıymet sıralaması bu şekildedir. Tabii ki hepsi kıymetlidir. Mücerretten müşahhasa doğru…

Nazari vatanımız, İslâm’ın bilgi evrenidir. Vatandan gayrısı teferruatsa İslâm’ı nereye koyacağız? Bu sözleri sarf edenlerin niyetleri kötü olmasa dahi, vatan mefhumunu yerli yerine oturtmak gerekir. Kısaca, milleti mayalayan, vatana manasını veren, temel saik İslâm’dır. İslâm’ın bilgi evreni olmadığında, savrulmalar kaçınılmaz olur. O zaman millet de vatan da anlamını kaybeder. Hassasiyet, his ile fikrin terkibinden oluşur; fikir zeminini kaybettiğinde, geriye yalnızca his kalır. His de fikri terkibini kaybettiği için murakabesini kaybetmiş olur.

Kendi dünyamızdan baktığımızda vatan, İslâm’ın hür bir şekilde yaşanabileceği yerdir. Seküler bir zaviyeden vatana bakanlar, Suriyelilerin kendi vatanlarından gitmelerini istiyorlar; bilmiyorlar ki Türkiye onlarında vatanıdır. Suriye’nin Şam’ın ve tüm Müslümanların yaşadığı yerlerin bizim de vatanımız olması gibi. Asgari düzeyde fıkıh bilenler bu mevzuya aşinadırlar.

İnsan meselesine gelecek olursak; Üstad Necip Fazıl’ın ifadeleriyle “İnsan olduğu için İslâm var; İslâm olduğu için de insan vardır.” Üstad meselenin tüm hakikatini nazara veriyor. İnsan dediğimiz zaman sadece suret olarak tasavvur edemeyiz; çünkü insan içi ve dışıyla beraber bir bütün olarak ele alınır. İnsanın içinde öyle bir dünya mevcuttur ki, onlar anlaşılmadan insan mevzuu sarahate kavuşmaz. İnsanın iç âleminde bir tabiat haritası vardır, her insanın burada mukim olduğu bir yer vardır. Haritanın bir ucunda “Meleklerden” üstün bir noktaya çıkarken, diğer ucunda da “Belhüm Adal” derekesine inme arasında bir imtihana tabidir insan. Vahiy, İşte tam bu noktada insanın tabiat haritasında mukim olacağı bölgeyi bildirir. O bölge insani bölgedir. Kâinatta ne mevcut ise insanda da mevcut olduğu için tabiat haritasında hayvani bölgede bulunur. Her bir bölgede tabiatına göre insanlar mukimdir.

Dünya görüşlerinin insan teklifleri, insan tabiat haritasındaki bölgelerin keşfi ile ilgilidir. Tüm Peygamberler, insanlığı tabiat haritasındaki vahyin çerçevelediği bu bölgeye taşıyabilmenin mücadelesini vermiştir. Onun içindir ki önce İslâm, sonra insan sıralaması insanı kıymetler mimarimizdeki bölgede mukim kılmaya matuftur. İslâm’ın, tabiat haritasındaki işaretlediği bölge, dünya görüşümüzün de temelini oluşturmaktadır. Hayata dair tüm fikri tekliflerimiz o bölge üzerinden örgüleştirilir.

İnsana, Mutlak iradenin çizdiği bir yörünge vardır. Yörünge bizim kulluk yörüngemizdir. Bu yörüngeyi merkez alarak, yörüngenin dışına çıkmadan yaşanmaya değer hayatın iklimini oluşturmak ve hayatını inşa etmek gibi bir memuriyet ile karşı karşıyayız. Biz ancak, Mutlak iradeye teslim oluruz, yörünge dâhilinde kalma cehdimiz, rızaya ulaşmak içindir. İnsan tabiat haritasında hayvani bölgede mukim olan bir insan telakkisine sahip olan batı uygarlığı, tüm hayat şubelerini bulunduğu merkezden gerçekleştirdiği için, yeryüzünü cehenneme çevirmiştir. En basitinden iktisadi telakkilerine bakıldığında ne demek istediğimiz anlaşılır. İnsanı beyinde nihayetlendiren batı, nefisten öteye geçemez, İslâm ise insanın merkezinin ruh olduğunu bildirir. Batı iktisadi sistemi, “nefis madde” merkezli bir iktisadi sisteme evrilirken, İslâm, ruh merkezli bir iktisat anlayışına sahiptir. Ruhi olanı merkeze alarak, nizamını kurar. Ruh dediğimizde, edep ve ahlak nizamını ifade ediyoruz.

İnsan olabilmek bir sürece tabidir, tüm gayretlerimiz bu minvalde olmak zorundadır. Önce insan olmak ama İslâm olmadan insan olunamıyor. Her dünya görüşünün bir insan teklifi vardır, olmak zorundadır. Teklifin yoksa gevezelik yapıyorsun demektir. Dünya görüşlerinin, şahsiyet, cemiyet, devlet ve medeniyete dair teklifleri olur. Buna göre de nizamını kurar. Batı uygarlığı içinde aynıdır, kendi insan anlayışından mülhem hayata dair teklifleri vardır.

Batı, kendi insan telakkisine göre kendi eğitim ve öğretimini oluşturur. İnsanını iyi bir vatandaş olarak hayata hazırlar. İslâm dünya görüşüne sahip bir insan anlayışına göre biz hangi insan numunesini oluşturmak istiyoruz. Âlim, arif, mütefekkir, sanatçı ve bunların alt terkiplerinde ki şahsiyet numunelerini mi? Bunları yetiştirecek bir tedrisata sahip miyiz?  Konuşulduğunda yeniden Itri’ler, Sinan’lar, Dede Efendiler yetiştirmekten bahsedilir, o zaman niçin 150 yıldır Batı’ya bakmaktan boynumuz tutuldu. Tüm medeniyetler, kendi insan anlayışı üzerinden nizamlarını kurarken, biz daha hâlâ niçin kendi gök kubbemizde kaybettiğimiz hakikati başkalarının semalarında arıyoruz? Hira dağının çocuklarını, Olympos dağının çocuklarının bilgi evrenine mahkûm ediyoruz? Kendi nazari vatanımıza avdet edemediğimizde ne Sinan ne Itri, ne de Dede Efendi yetişir. Bilginin istiklalini kazanmak zorundayız, mekân sathında kazandığımız istiklalimizi, ruh cephesinde kazanmadan söylemlerimiz, sadece laf-ı güzafta kalır.

Yaşadığımız sürecin akabinde geldiğimiz nokta, ruh cephesinde istiklal kazanılmadan kurtuluşun muhal olduğudur. Daha hala mağlubiyet ideolojisinden kurtulamadığımız görülüyor. Asıl mücadelenin ruh cephesinde verilmesi ve kendi gök kubbemizi inşa etmemiz varoluş gayemizdir. Bir dünya görüşüne sahip olmayan veya dünya görüşüne sahip olsa da o dünya görüşünün insan teklifini anlamayanlar, kadın ile erkeği birbirinin zıttı olarak anlar. Oysaki onlar çifttir, birbiri ile terkip olduğunda insan ortaya çıkar. İşte aile ruh merkezinde terkip olmaya başlar, ruhi temayül, edep, ahlak ve bunları çerçeve ve koruma altına alan hukuktur. Bu mütekâmil kıvamı anlamayanlar, bunların oluşacağı iklimi inşa edemeyenler (oluşturmak için fikir lazım), Batı’nın sözleşmelerinden medet umarlar. Kendisini Marksist olarak tanımlayan bazı aydınların bile milli değil diyerek, kültürümüze uygun olmadığı gerekçesiyle karşı çıktığı bu hususu, ne hazin bir tecellidir ki kendini İslâmcı olarak tanımlayan birçok insanının savunmasını anlamak kabil değil.

Öncelikle kendisini yerli milli olarak tanımlayan, bu ülkenin ruh kökleriyle meselesi olmayan münevveranın kendi nazari vatanımıza avdet ederek, eşya ve hadiseleri değerlendirecek aklı ve iradeyi kuşanması gerekir. Bu milletin kumaşı sağlamdır, üç nesil gerisine gittiğinizde, ya şehit ya da gazi torunudur. Milletin kumaşı sağlam; fakat kumaşın boyasında bozulmalar var, kumaş bozulmadan, milleti aslına, ruh köküne inkılap ettirecek öncü kadrolara ihtiyaç had safhadadır.

Tüm hudut gümrüklerimiz kültürel kapitülasyona açık bir halde, Tanzimat’tan günümüze gelen giriyor. Bunu hudutlarda durduracak “İradeye ve Münevveran”a çok iş düşüyor. Adeta her alanda imtiyaz tanınmış kültürel alanların, mümessili durumuna düşmüşüz. Sanat alanında, sinema ve dizilere baktığımızda sanki imtiyaz tanınan kültürün pekiştirilmesine yönelik hareket ediliyor zannı oluşuyor insanda. Tüm diziler genelinde baktığımızda, iyi şahsiyetli bir karakter bırakmıyorlar, iyi rolde olanı da dizide konu kalmadığı için, uzatma adına maddi kaygılarla bozuyorlar. Hepsi nefse perçinli, nefsin ahlakını yansıtan karakterler. Hiç görmedim ki ruhun ahlakını kuşanmış, halkı belli bir irtifaya taşıyacak senaryo olsun. Zıtların işlendiği senaryoda bile zıtların bağlanacağı bir mihrak yok, zıtların hakikatinden yoksunuz. Birçok imkân tanınarak yapılan aile dizilerine baktığımızda tam bir facia, seksen yaşındaki bir insanı bile kasabanın kadın müptelası sapığı olarak konumlandırıyorlar, böyle bir anlayış bizi kahrediyor. Bir insan telakkisine sahip olmadan, ruh ve nefsin dilemması idrak edilmeden olmuyor, olmuyor…

Senaryo olarak yazılan konuları ne ile çerçeve içine alıyorsunuz? Sınır nedir? İnsan telakkisi nedir? Nispeti nedir?  Belli bir çerçeve içine alınan konu, çerçeve içine alındıktan sonra, asıl tecrit terlerinin derinlemesine doğru dökülmesi gerekir. Sanatçı ve senarist, değişen gündemden çok insan denilen mefhumun değişmeyen gündemini dünya görüşü çerçevesinde ele alarak hazırlar senaryosunu. Ne hazindir, bu alanlarda yetişmiş insan sayımız yok denecek kadar azdır. Bizim inancımızda, “Madde ve Emmare” merkezli bir hayat inşası yoktur. Dünya görüşlerinin teklif ettiği insan ve hayat telakkisi iyice özümsenmediğinde, bir vasıta mesabesinde olan, sinema, tiyatro ve diziler, milleti hakikate yaklaştıracak ve bunların temrinlerini yapacak bir anlayıştan mahrum kalır. Bu milletin kıymetler mimarisine yabancı olan veya muhafazakâr maske altında farkında olarak veya farkında olmadan milletimizin ruh kumaşının bozulmasına sebebiyet veriyorlar. Şu husus unutulmamalıdır, bu milletin kıymetler mimarisinin zirvesinde iman vardır; tüm sanat alanlarındaki yaklaşımımız, insanımıza ebediyet pınarından su içirmek istikametinde olmalıdır. Eğer sanat sinema, tiyatro vb. camiası kendisini insanımızın gönül ufuklarına tesire memur görürse, işte o zaman bir yola girmiş olunur. Gönül ufuklarını fethe memur, mütefekkir sanatçılara ihtiyacımız acil meselelerimizdendir.

Bunun içindir ki “Keşf-i Kadim” elzemdir, Batı’da insan kaynakları arayan, bir bakın insana dair devasa bir külliyatın üzerinde oturuyorsun. Hazine sandığının üzerinde oturarak kaval çalıp Batı’ya el açıyorsun. Hiçbir şey olmasa bile sadece Mantıku’t-Tayr eserinden bile onlarca senaryo çıkar. Kendisini aydın sanatçı olarak tanımlayanlar, siz bu milletin ruh köküne yabancılaşmış, zavallı bir güruhsunuz. Aydın, klasiklerle yetişir kendi klasikleriyle, tabii ki dünya klasiklerine bigâne kalınmadan. Tüm dünyanın irfan yemişlerinin kendi bünyemizde eritilerek istifadeye sunarak. Yaşadığı milletin yirmi-otuz klasiğini sayamayanlar maalesef ki köşe başlarını işgal ediyorlar.

Önce ahlaklı olmaktan bahsedenler, İslâm olunmadan ahlaklı olunabileceğini zanneden zihni kaos içindeki insanlardır. Bizim ahlakımız iman mihrakına bağlı ahlaktır. O imanın hayata doğru tezahürü ahlaktır. Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim diyen bir Peygamberin ümmeti olarak geldiğimiz hal ortadadır. Zihni dünyasında kaos olan bir kişi kaçınılmaz olarak, kaotik bir anlayışa sahiptir. Bir dünya görüşüne, aynı zamanda dünya görüşünün ahlak manzumesine bağlı olmayan bir senarist ve sanatçı, hangi insanı anlatacak. Bir dünya görüşüne ve onun insan tezine bağlı bir eser ortaya çıkarsa, daha sağlam bir örgü oluşur.

Zihni evreni dağınık olan insanın zihninde kaos hakimdir. Bilgi olsun, fikir olsun dağınıktır. Bunları belli bir çerçeveye tabi kılmak gerekir. Dağınık bir şekilde hayata tezahür ettiğinde ortaya çıkan durumu tahmin etmek zor olmasa gerek. Tefekkür, fikir ve idrak sahibi tecrit terleri döken, münevverlere devasa bir yük düşüyor. Hitabım, bir köşe başını tutmuş, günü kurtaran tefekkürden, fikirden nasibi olmayan, kendisinin farkında olmayan, aydın geçinenlere yönelik değildir. Her şeyi kurumlardan beklemek boşuna bir çabadır. İslâm’ın varlık, insan ve hayat anlayışına derinlemesine nüfuz ederek hayatın alt şubelerine doğru, bir anlayış mihrakına bağlı, tüm alanlarda fikir üreterek insanı ve hayatı hakikate taşıyacak,” münevveran harekâtı “ başlatmaktan başka yol görünmüyor. Kendisini, milli ve yerli tanımlayan tüm münevverleri, ruh cephesinde mevzilenmeye ve bu cephenin istiklal seferberliğine davet ediyorum. Vesselam…

Kaynak: Bülent CİVAN - Aylık Dergisi 197. Sayı

Recep YAZGANRecep YAZGAN