Fikir
Giriş Tarihi : 15-04-2020 13:58   Güncelleme : 15-04-2020 13:58

Türk Milleti Nice Salgınlar Gördü Bu Da Geçer Yâ Hû!

Koronavirüs salgını ortalığı kasıp kavuruyor ve canlar alıyor. Ölenlerin sayısını duydukça, maddî mahrumiyetimiz arttıkça, inancımız ve tevekkülümüze rağmen milletçe yürek sarsıntısı yaşadığımız acı bir gerçek. Türk milleti tarih boyunca maruz kaldığı dehşetli salgınlar karşısında yüreği yandı, ciğeri söküldü, ölenlere yaktığı ağıtlar gökleri sardı, rûhen ve bedenen ağır darbeler aldı. Fakat tevekkülü ve mânevî direnciyle amansız salgınlar karşısında pes etmedi. Her salgının ardından daha tâlimli bir şekilde varlığını korudu.

Türk Milleti Nice Salgınlar Gördü Bu Da Geçer Yâ Hû!

Her asırda birkaç kez ağır salgın hastalıklara maruz kalan Türk milletinin yaşadığı bu tecrübeden ders çıkarmak için o kara ölüm zamanlarını yüreğimizi tuta tuta okumak gerek. Türk’ün tarihteki acı ve meşakkat dolu bu tecrübesi bugün yaşadığımız salgın karşısında bizi mânen dirençli kılacaktır. Bilgilerimizin kaynağı öğretim üyeleri Ramazan Çalık ve Muzaffer Tepekaya’nın Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi’nin 2006 / 16. sayısında birlikte yazdıkları “Birinci Dünya Savaş’ı Esnasında Anadolu’daki Salgın Hastalıklar” adlı araştırma makalesidir.       

 

Savaş tarihimiz çokça yazıldı. Tarih boyunca Türk askerinin veba, sıtma, tifüs, kolera, dizanteri salgınından kırılışının yürek yakan tarihi, Anadolu ve Balkanlarda difteri, kızıl, kızamık ve verem salgınından ölenlerin acıklı hikâyesi yazılmadı. Bundan sonra hikâyelerimiz, romanlarımız bu asil milletin salgınlardan çektiği cefa, acı ve ölümü üstüne olmalıdır.

 

Osmanlı ve İstanbul’un dinmez salgın yaraları vardı

Osmanlı ve İstanbul’un salgın yaraları vardı. Geçmiş midir salgın sancıları, buhranları? Osmanlı Türk Devletinin “Kara Ölüm” yâni veba ile ağır imtihan oluşunun romanı hâlâ yazılmadı. Başka türlü nasıl öğretebilirdik modern zaman nesline? Kutlu Sultan Orhan Gâzi’nin Bursa’da vebadan ölümünün hikâyesini bilen var mı? 

 

1467 yılı Sultan Fatih zamanında İstanbul’daki şiddetli salgında ölenler o kadar çoktu ki cenazeler günlerce defnedilemiyordu. Payitahtın üstüne ölüm çökmüştü. Kimse hânesinden çıkmıyordu. Rumeli seferinden dönmekte olan Sultan Fatih veba salgını çıktığını haber alınca Sırbistan’a gider ve salgın bitince döner İstanbul’a.

 

1491’de veba salgını İstanbul’a aylarca ölüler şehrine çevirmişti. Sultan İkinci Beyazıt, Edirne’ye çekilerek salgının geçmesini beklemişti. Vebadan vefat edenlerin evleriyle bunlara bitişik evler içindeki eşyalarla birlikte yakılıyordu. 1836-1837’de baş gösteren veba salgınının Topkapı Sarayı hizmetçilerine de bulaşmasıyla elliden fazla hizmetçinin cesetleri Boğaz’ın lacivert sularına atılmıştı.

 

Kırım Harbi’nde salgınlardan “gök ekini gibi” biçilen askerlerimiz

1853-1856 Kırım Savaşı’nda Anadolu, Bilâd-ı Şam ve Balkanlardan giden askerlerden 75 binden fazlasının salgınlardan öldüğü mekteplerde okutulan Türk tarih kitaplarında yer almıyor. Tarih ve millet şuuru bakımından bu salgınlarda verilen mücadele ve fedakârlığın ruhu neydi, nasıldı? Bilinmesi önemli değil midir? Kırım Savaşı hezimetinin ne olduğunu çoğumuz bilmiyorduk. Üç yıl süren bu seferde çoğu asker ve sivilin tifüsten, koleradan, hummadan öldüğünü öğrenene kadar…  Kırım Savaşı yazıldı ama Kırım Savaşı’ndaki salgın hastalıkların Osmanlı Türk askerlerini “gök ekini gibi” biçtiğinin tarihi yazılmadı. 

 

Yunan Harbi’ndeki salgının acısını yazmak ne zor!

1846 ve 1896-1897 Türk-Yunan Savaşlarında Osmanlı Türk ordusunda 28 bini aşkın asker ve sivilin kolera ve tifüs salgınından, 35 doktorun da humma hastalığından öldüğünü yarınki Türkiye’nin kurmayları ve idarecilerinin bilmesi gerek. Ölüler o kadar çoktu ki peş peşe geliyordu. Ayrı ayrı defnedecek ne yer vardı, ne vakit... Deniz sâhiline yakın boş tarlalara kazdırılan hendeklere elbiseleriyle toplu halde defnediliyordu.

 

Bir yanda savaş, bir yanda câmilere ve çeşitli mekânlara yerleştirilen mülteciler arasında salgın hastalığın başlaması, çürüyen cesetlerin mikrop yayması dayanılmaz bir facia idi o bozgun yıllarında.  Edirne’de 45 bin mülteciden 16 bini tifüse yakalanır. Günde 100 ile 120 kişi ölür ve sonuçta 16 bin insan mahrumiyet içinde kıvrana kıvrana vefat eder.

 

Acımasız salgın yılları: 93 Harbi

93 Harbi dediğimiz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan Anadolu’ya kaçan mültecilerle gelen salgınların sebep olduğu acıklı ölümler birer hikâye ve roman konusudur. İstanbul’a gelen ve Anadolu’ya sevk edilen 60 bin mülteciden 18 bin insanın tifüsten kırılışını yazmak hem zor hem lüzumlu. Anadolu’nun çeşitli yörelerinden günde 300 ile 500 arasında ölüm haberlerinin yayıldığı bir ülkede îmanlar kavî olsa da yürekler parçalanıyor, feryatlar gökleri sarıyordu.

 

Bu yıllarda Rusların işgal ettiği Erzurum’da tifüs hastalığına (bit hastalığı) yakalananların binlercesinin öldüğü göz yaşartıcı hâdisenin tarihini bilmiyor şimdiki nesil. Sadece 1913’de Erzurum’da başlayan kolera ve tifüs heyulâsının payitaht İstanbul’da meydana getirdiği korku ve telâşı bir millî romancımızın yazması gerekmez mi? 93 Harbi de dâhil Birinci Dünya Harbi sonuna kadar Rus ve Ermeni işgalinde Erzurum Cephesinde tifüs salgınından ölen kırk bini aşkın askerin romanı yazılsaydı, tarih şuuru olarak millet çocukları okurdu?

 

Balkan mağlubiyetimizin bir sebebi de salgınlardı

Balkan mağlubiyetinin arkasında salgınların da tesiri var. Balkan Savaşı’nda Osmanlı askerlerinin yarıya yakını sıtma hastalığına yakalanır ve ordu zayıf düşer. 1912’de Çatalca Müdafaasında 129 subay ve 8769 er koleradan ölür. 26 bin asker sıtmadan ölür ve ordu perişan durumdadır. 

 

Birinci Dünya Savaşı yedi cephedeki salgının adıdır

Birinci Dünya Savaşı bir başka yönüyle yedi cephe baş gösteren salgının tarihidir. Birinci Harp vatan ve devlet sevdasıyla yanıp yakıldığımız sayısız şehitler verdiğimiz tarihimizin en acılı yıllarıdır. Sadece bu yönüyle değil, Sultan Abdülaziz döneminden Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar Yemen seferlerinde, Sina, Filistin, Hicaz ve Irak cephesinde tifo ve koleradan ölen binlerce askerimizin acı dolu kahramanlık tarihini ne zaman yazacağız? Birinci 1914-1918 yıllarında Kafkas Cephesi’ne giden 3. Orduda dizanteriye yakalanan 12.642 askerden 5.942’sinin acıklı ölümünün hikâyesini bilen var mı?

 

Bu yıllarda Osmanlı’da İspanyol gribinden sadece İstanbul’da on bine yakın insan ölür. Okullar, sinema, tiyatro, konferans salonları kapatılır.  1914 yılında devrin İstanbul Belediyesi salgınla mücadele beyannâmesi yayınlar. Herkes tecrit olacak, temaslardan, ziyaretlerden kaçınılacak. 1917’de İstanbul’dan çıkan on bin kişilik askerî tümenden ancak 4 bin 635 askerin Filistin cephesine ulaşabildiğini hikâyeci ve romancılarımız niye yazmazlar? Fedakâr millet şuurunun târifinde bunlar da var.

 

Ah, Sarıkamış’ta salgından ölen askerler!

Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-1915) Doğu’daki 3. Orduya bağlı iki bin beş kişilik bir alayın mevcudu kolera ve tifüs salgınından yüz elliye düştüğünü, o Alay kumandanlarının ölen askerlerini defnederken ki hallerini ve memleketlerindeki askerlik şubelerine yazdıkları mektupları millet çocuklarına anlatmalı ve destanını yazmalıyız. Bu orduda vazife yapan Sarıkamış kahramanları Abdülkerim Paşa ve Ordu Komutanı Hâfız Hakkı Paşanın tifüsten ölüşünün hikâyesini kaç hikâyecimiz yazdı. Sarıkamış kahramanlarını yâd ederken, çoğunun dizanteri ve tifüsten şehit düştüklerini mısralara çekmedik.

 

Çanakkale’deki ikinci düşman salgındı                                

Düşman tek değildi Çanakkale Cephesi’nde. Askerler yakıcı güneşin yanında, bit, pire, sinek ve haşaratla da savaşıyordu. Dizanteri ve tifüs karabulut gibi dolaşıyordu. Savaşan iki tarafın siperlerinin çevresinde kokmuş insan ve hayvan ölüleri arasında günlerce, haftalarca siperden çıkamayan askerlerimiz salgınlara nasıl dayansın? Haşaratın sökün ettiği mevzilerde salgın hastalık topuyla tüfeğiyle saldıran düşman kadar tehlikeliydi. Trahom ve tavukkarası salgınından yüzlerce eratın gözleri tamamen, binden fazla eratın gözleri de yarıya kör olmuştu.

 

Bu emsalsiz müdafaayı ve verilen şehitlerin destansı mücadelesini biliyoruz. Fakat misli görülmemiş bu müdafaada dizanteri ve tifüs salgınından 25 binden fazla şehit askerimizin sahra hastanelerindeki göz yaşartıcı acılarını bu ülkenin idaresini devralacak nesillere anlatmadık, hikâyesini ve romanını yazmadık.

Millî Mücadele yıllarında salgın hastalıklardan ölen asker sayısı savaşta şehit düşenlerden fazla. 22 bin 543 kişi asker ve sivil salgından ölür. 1922 yılında hasta asker sayısı 27 bin 834’tü.

 

İşte böyle salgının sabıka kaydı. Salgın ve savaş ikizdir. İkisi de yok edicidir, acımasızdır, söz dinlemez. Bir fark var: Salgın sinsi bir düşmandır, etrafımızda dolaşır. Gâfilken yakalar insanları. Salgınları sık sık hatırlayalım. Salgınla imtihan olmayan toplum millet ve devlet olamaz. Ah, salgında ölenler! Onlar müdafaasızdı. Ölümleri böylesine acıklıydı.                                                                

 

Ârif zatlar hayatın mânevî ve zâhirî meşakkatleriyle karşılaştıklarında tevekkülün îcâzlı ifadesi olan “Bu da geçer Yâ Hû!” demişler. “Yâ Allah” demektir. Her şeyin O’ndan geldiği mânâsınadır. İyilik de kötülük de geçicidir. Tasavvuf terbiyesiyle millet olan Türkler için bir nevi dua... Hazreti Peygamberini çok seven Türk milleti sabr-ı cemil göstererek “Bu da geçer Yâ Hû” diyecektir.

Recep YAZGANRecep YAZGAN