Fikir
Giriş Tarihi : 03-11-2020 12:02   Güncelleme : 03-11-2020 12:02

Deprem ve İnşa

Geçtiğimiz cuma günü İzmir’in Seferihisar açıklarında meydana gelen 6,6 büyüklüğündeki deprem onlarca kişiyi aramızdan alırken 1000’e yakın insanımızın da yaralanmasına neden oldu. Şu an itibariyle 69 kişi enkazdan cansız olarak çıkarıldı ya da yaralı olarak kaldırıldıkları hastanelerde vefat ettiler. Hâlâ enkaz altında kurtarılmayı bekleyen kardeşlerimiz var. Allah ölenlere rahmet, yakınlarına sabır ve metanet ihsan eylesin. Yaralılara acil şifalar diliyoruz. Enkazdaki can bizim canımız, yaşam boşluğunda kendini duyurmaya çalışan soluk bizim soluğumuzdur.

Deprem ve İnşa

Depreme hazırlık konusunda her felaket sonunda söylenmedik söz kalmıyor. Ne yazık ki hepsi depremin psikolojik artçı etkisi geçinceye kadar. Bir müddet sonra sanki yaşananlar yaşanmamış gibi aklımızı, zihnimizi ve vicdanımızı fırsat moduna geri döndürüveriyoruz. Ne zemin aklımıza geliyor ne ettiğimiz yemin.

Eve bir şekilde yerleşen kişi oturduğu yerin depreme dayanıklı olup olmadığını bilmeyebilir. Zaten kişi ikide bir böyle bir endişe ve korkuyu evine misafir etmek de istemez. Bu mimarların, mühendislerin, müteahhitlerin ve denetleyicilerin meselesidir. Oturduğu evin sağlam olduğu konusunda şüphe ve kaygısı olmayan kişinin yapabileceği sadece tevekkül etmekten ibarettir. Fakat bu şüphesizlik ve kaygısızlığın mutlaka bilimsel dayanakları olması gerekir.

Evler eşyalar için değil insanlar içindir. Her şeyden evvel konutlar insanın değeri ve önemi nispetince güzel olduğu kadar sağlam, sağlam olduğu kadar da güzel inşa edilmelidir. İnşa kum, çakıl, çimento, briket, tuğla, kiremit gibi malzemeleri birbirine katıp karma işi değildir. Güzellikle sağlamlığın zihinde bir hendese üzere uyumudur inşa. Şehirlerimiz bugün kuyruklu bir yalanı peşinden sürüklüyor. Görkem ve ihtişam adına biçimsiz, azman ve battal beton gövdelerine pencereden gözler iliştirmek bu yalanı ortadan kaldırmıyor. Dün Necip Fazıl, “Türk evi delik deşik / Yıkık dökük hanüman” diyordu, bugün İsmet Özel, “Şehirleri bayındır gösteren yalan”dan bahsediyor. Hülasa-i kelam, depremle mücadele ya da depreme karşı önlem deprem olduktan sonra değil deprem gelip çatmadan olmalıdır.

Bir de depremden bile daha büyük felaket olan kafalar var ki onlara, “Allah akıl, fikir ve vicdan versin” demekten başka diyecek söz bulamıyorum. Deprem acısını yaşayan insanlara sosyal medya üzerinden yakışıksız ithamlarda bulunan sözüm ona kendilerini din muhafızı addeden nasipsizler, gözleriniz öylesine dönmüş kalbiniz öylesine katılaşmış ki sanki içinizden yüzlerce fay hattı geçiyor gibi. Belki de temeli çürük bir bina gibisiniz, zihninizin ve kalbinizin yeniden inşaya ihtiyacı var.

 

VARSIL MUTSUZLAR ÇAĞI

Erol Yılmaz’ın Doç. Dr. olduğunu sonradan öğrendim. Dilinde akademizm olmadığından dolayı olsa gerektir. Birkaç yıl evvel Türk’ün Okuma İle İmtihanı isimli kitabını okumuş ve istifade etmiştim. Sosyal medya yoluyla da olsa bilvesile kendisi ile tanışmak da nasip oldu. Adresime yeni çıkan Varsıl Mutsuzlar Çağı kitabını gönderme inceliğini göstermiş. Okumak için elimin altında tutuyordum ne zamandır. Kitap sabit yerinde dursa da elim durduğu yerde durmuyor bir türlü. Sanki Türkçe “el” kelimesinin en büyük müdafi gibi. Mazeret mi lazım; “elim değmedi”, “elimde değildi”, “elimden gelmedi”, “elim varmadı”. Niye okumadın bu zamana kadar? “Elinin körü”… Aranırsa daha bir sürü elverişli deyim ve mecazlar bulunabilir. Erol Yılmaz Bey’in Varsıl Mutsuzlar Çağı kitabını okurken ilk dikkatimi çeken şey, aynı geçmiş ve aynı geleceğin insanı olduğumuz gerçeğiydi. Tepkilerimiz birbirine benziyor, beklentilerimiz birbirini bekletmeden ortak bir yerde buluşuyordu. Kitap sevgisini kütüphanecilik disiplinine dönüştürmüş biri. Eskiden beri nerede bir kütüphane görsem daha içine bile girmeden o kütüphanenin sorumlusu olmak isterdim (galiba buna müdür diyorlar). Sadece ben değil benim değişik meslek gruplarından kitapsever arkadaşlarım da öyleydi. Sebebi gayet açık, “sabahtan akşama kadar kitap okurum” düşüncesi. Hayali bile güzel bunun. Aç bir insanın lokanta sahibi olmak istemesi gibi anlık bir istek bile olsa, küçük ve masum isteklerdi bunlar. İnsanları kimin ve neyin mutsuzu olduğunu anlamak hiç zor değil. Önce kendi kaygı ve ilgilerimize bakalım sonra da Varsıl Mutsuzlar Çağı’nı okuyalım. Kitabın üstündeki takdimi de ıskalamadan tabi: Ağlayamayanlar Kuşağı’nı Takdimimdir! Bakıp da göremediklerimizi göstermeye çalışıyor yazar denemelerinde. İlk bakışta okuyanlara bu üslup pesimist gelebilir. Başarı Putuna Tapmak başlıklı denemeyi okurken müşterek hassasiyete sahip bir kuşak bilincini gördüm.

Aynı tepkileri gösteriyor ve aynı reflekslerde bulunuyorsak muhtemelen aynı kuşaktanızdır. Buna, Yoksul Umutsuzlar Kuşağı diyeceğimi sanmayın. Ne ben ne de bu kitabın yazarı kaderci bir bakışa yaslanmıyor. Mazlum ve yoksul olmayı kabullenmiş falan değil. Çağdaşlıkla paydaş değil. Çağdışı hiç değil. Yazara kitabın içinden bakarak bir tanım getirmeye çalışırsak “çağa tanıklık eden” demek en uygun olanı. Aile hercümerci, şehir ve kent karmaşası, ebeveyn tutulması, bağlılık ve bağımlılıklarımız, ihtiras sivilceleri, ar damarı, mükeyyifat çağı, insanlıktan sınıfta kalmak, koltuk şehveti, merhamete ağıt yakmak, dilemek “out”, dilenmek “in”, uzaklaşan yakınlıklar, yemek yapmayan anneler, eğitim diye diye, herkesin sevinci kendine, ara sokakların tarihi ve talihi, son pişmanlığın sonu, atalet tatildedir, hırsızımsın kalp sızım, her Türk ölümlüdür, umutsuzlar, müzmin mutsuzlar… Bütün bunlar kitabı okuduktan sonra zihnimin attığı başlıklar. Yani, her şeyi unuttuktan sonra akılda kalanlar.

Sevgili okur, lütfen sen de bu kitabı oku, senin de unuturken aklında çok değerli şeyler kalsın. Unutmanın “un”la ve “un ufak olmak”la ilgisini de hiç unutmadan tabi. Bir sürü un tanesi bir araya gelerek bilirsin ki “ekmek” olur. Emek boşa gitmediği zaman “ekmek” olur.

(Varsıl Mutsuzlar Çağı-Erol Yılmaz-Pozitif Yayınları)

Hüseyin AKIN – Milli Gazete

Recep YAZGANRecep YAZGAN