Fikir
Giriş Tarihi : 13-06-2020 17:33   Güncelleme : 13-06-2020 17:55

İstanbul Sözleşmesi Aile Yapımıza Atılan Bombadır

İmzalandığı 2011 yılından itibaren İstanbul Sözleşmesi’nin “toplumsal yapımızı, sosyal dokumuzu bozacak bir sözleşme olduğunu” gerek vatandaşımızla gerek kanun koyucularla birçok defa paylaştık. Bu sözleşmenin “kadına yönelik şiddeti önleme reçetesi” olarak sunulmasının arkasındaki korkunç gerçeğin bilinmesini istedik. Sözleşme, Erbakan Hocamızın tabiriyle “elmaşekerine bulanmış zehirdir”.

İstanbul Sözleşmesi Aile Yapımıza Atılan Bombadır

Ambalajına “kadına yönelik şiddeti önleme” diyerek herkesin altına imzasını atacağı bir başlık seçilmiştir. Elbette kadına, erkeğe, yaşlıya, gence, çocuğa, hayvana, bitkiye, eşyaya, doğaya yapılan her türlü şiddetin karşısında durmak, bizim inancımızın ve insanlığımızın gereğidir ve kabul edilemez. Yaşanan cinayetler, her türlü şiddet hadiseleri, istismar, çocuk gelinler ülkemizin derin yaralarıdır. Bunların önüne geçmek, başta kanun koyucular olmak üzere hepimizin sorumluluğundadır. Ancak çözümü asla “İstanbul Sözleşmesi” değildir.

Biz bu sorumluluğumuz gereği yıllardır haykırıyoruz. Bu sözleşme bizi birbirimize bağlayan, en temel yapı taşımız olan, nesillerimizin emniyeti “aile yapımıza atılan bombadır” diye…

Sosyal ve kültürel değerlerin öğretilmesi ve yeni nesillere aktarılması öncelikle aile yoluyla gerçekleşir. Toplumsal kurallar, birlik ve beraberlik, vatan-millet, insan ve doğa sevgisi aile ortamında nesillere aktarılır. Bir milletin ana karakterini, özgünlüğünü “aile yapısı” oluşturur desek yanlış olmaz. Bu bağlamda, aile yapısı güçlü olan milletlerin; tarih boyunca içten ve dıştan gelen maddi-manevi güçlüklere dayanma, tehdit ve tehlikelere direnme kabiliyetleri hep yüksek olmuştur.

En güzel ifadeyle aile, toplumun en güçlü ve en korunaklı kalesidir.

Anayasanın 41. maddesi ile “aile birliğini korumak, huzur ve refahını artırmak ve bu konuda gerekli tedbirleri almak” devlete, vazife olarak yüklenmiş iken, imzalanan İstanbul Sözleşmesi ile ailenin maddi ve manevi bütünlüğünün tehlikeye düşürüldüğü artık “gün” gibi açıktır...

Bu sözleşme ile literatürümüze yeni kavramlar katıldı. Bu kavramlar sadece zihin dünyamızı yeniden inşa etmekle kalmadı, imzalanan “uluslararası sözleşme” olduğu için; iç hukukumuza girerek bakanlıkların plan ve programlarında yer alan yanlış uygulamalar vasıtasıyla eğitim, sağlık, sosyal, hukuki, siyasal hayatımızı yeniden şekillendirdi.Sözleşmenin giriş madde-3 tanımlar kısmında

“Yeni kavramlar” mevzuatımıza giriyor. Bunlardan ilki “toplumsal cinsiyet” kavramıdır… İstanbul Sözleşmesi, “toplumsal cinsiyet eşitliği” felsefesi üzerine inşa edilen bir sözleşmedir. Resmî Gazete’de yayınlanan 34 sayfalık Türkçe metinde 24, İngilizce metinde 25 yerde toplumsal cinsiyet kelimesi geçmektedir. Toplumsal cinsiyet eşitliği nedir? En basit haliyle; kadının ve erkeğin biyolojik cinsiyeti ve kimliğinin, toplum tarafından inşa edildiğine inanır ve bununla mücadele edilmesini öngörür. Mücadele mantığı olarak cinsiyetlerin farklılığını kabul etmez, sonradan toplumun inşa ettiğini savunur.

Bundan dolayı “cinsiyetsiz” kabulünü mücadelenin başlangıcı görür.

“Kadını ve erkeği birbirinin karşısında konumlandıran ve çatıştıran”,

“Kadın ve erkeğin birbirine karşıt olduğu” üzerine temellenen felsefedir.

Bu felsefe bakış açısıyla hayatı, toplumu, aileyi okur. TCE perspektifi; aileyi oluşturan kadın ve erkeği tam ortadan ayıran ve birbirinin karşısında konumlandıran bakış açısına sahiptir. Sözleşmedeki diğer maddelere baktığımızda kadına yönelik şiddet mağdurlarının hakkını korumaya yönelik madde 4/3’te başka kavramlarla karşılaşıyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının yanında kullanılan “cinsel kimlik” ve “cinsel yönelim kavramları”, kanun yoluyla meşrulaştırmış ve yasallaştırmıştır.

Madde 12/1’de şiddetin kaynağı; kültür, töre, din, gelenek olarak görülüyor. Halbuki bizim dinimiz şiddet kelimesi ile yan yana bile gelemez. Ayrıca burada “kökünün kazınması” ifadesi ayrıca dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Yine aynı mantık çerçevesinde madde 12/5’te şiddet kaynağı olarak “sözde namus” tanımlaması kullanılmıştır. Toplumların kendini inşa ettiği, şekillendirdiği mefhumlar bu şekilde değersizleştirilmekte, toplumların yükseldiği temeller yıkılmaktadır. Madde 14-Eğitim kısmında yeni kavramların yasallaştırdığı oluşumlara; beraber toplanma, örgütlenme, siyasallaşma, eğitim ve propaganda hakkı verildiğini görüyoruz.

Kısacası İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen bu sözleşme, büyük tehdit ve tehlike içermektedir. Oluşan tahribatın farkına “yıllar sonra” varan hükümet, artık bu konuyu tartıştırmak, müzakere ettirmekten daha fazlasını yapmalıdır. Sözleşmenin “feshedilmesi” yapılacak tek çözümdür.

 

BİZİM ÇÖZÜM ÖNERİLERİMİZ…

Şiddet; yaşamının her alanında görülen dünyada ve ülkemizde giderek artan, önemli bir toplumsal sorun olarak karşımızdadır. Hadiseleri sadece “kadına şiddet” olarak değerlendiremeyiz, bu insanlığa karşı yapılan vahşettir.

Sayılara sıkıştırılmış insanlar değil, sadece “bir tek kişi”nin bile haksızlığa uğraması, şiddet görmesi, hayatını kaybetmesi karşısında hepimizin, elimizle, dilimizle müdahale etmesi öncelikle insanlık sorumluluğumuzdur…

Ancak istatistikler gösteriyor ki, alınan tedbirlere, çıkarılan yasalara, uluslararası sözleşmelere ve kadının bilinçlendirilmesine rağmen şiddet her geçen gün artış göstermektedir. Ülkemizdeki eğitim seviyesinin yükselmesi ile uygulanan şiddetin oransal büyümesi, uygulamaları yeniden gözden geçirmeye bizi mecbur bırakmaktadır.

 

BURADA SORUN “MESELEYE YAKLAŞIM” SORUNUDUR.

1- Şiddetin sebebini cinsiyete indirgeyerek temellendirmek çözümü olanaksızlaştırmaktadır.

Hayatın birçok alanında kadın, erkek, yaşlı, çocuk, akademisyen, işçi, öğretmen, öğrenci, doktor, memur neredeyse herkes, evde, işte, okulda, sokakta, hastanede şiddetle karşı karşıya gelmektedir. Yani “şiddet ile mücadele” yapılırken konuyu sadece kadın üzerinden cinsiyete indirgemek büyük fotoğrafı görmeyi engellediği gibi “erkeği katil ve kötü olarak genellemek” sadece erkeklere değil, kadın-çocuk hepimizin yarınına yapılmış büyük bir haksızlık ve yanlış olur.

2. İnsana, kadına, erkeğe, çocuğa, gence, yaşlıya, hayvana, eşyaya, çevreye, doğaya yaklaşımımız;

 “Kim güçlü ise o haklıdır” değil, “kim haklıysa o güçlüdür” olmalıdır.

Hakkı üstün tutmak, hak merkezli bir hayat sürmek, adalet, sevgi ve şefkat ile meseleye yaklaşmak çok önemlidir.

Kadın ve erkek birbirinin hasmı ve düşmanı değildir. Birbirinin tamamlayıcısıdır, sevgisini, acısını, üzüntüsünü, ekmeğini paylaştığı hayat arkadaşıdır.  Aile kadın ve erkekle şekillenir. Aile, hayatın maddi-manevi zorlukları karşısında insanın sığınacağı limandır. Aileyi meydana getiren tüm unsurları, kadını-erkeği-çocuğu, maddi manevi güçlendirmek yani aileyi güçlendirmek yarınımız için yapılacak en büyük yatırımdır. Sevgi ve şefkat sadece insana değil, her canlının ekmek su gibi en temel yaşamsal ihtiyacıdır.

3- Şiddet, insana ait patolojik bir sorundur.

Şiddet, öğrenilen, süreklilik durumunda içselleştirilen, alışkanlık haline gelebilen bir olgudur. Bu gerçekten yola çıkarak “öğrenme sürecinde” sorumluluğu olan tüm unsurlar, aile, okul, medya, devlet bu sorumlulukla hareket etmelidir.

 

MEDYA

• Beslenecek duygu şiddet değil, sevgi ve şefkat olmalıdır.

Bugün medyanın maalesef bu duyarlılıkla hareket ettiğini söyleyemeyiz. Bilakis çizgi filmlerden dizlere, kadın programlarından haberlere kadar toplumsal olarak hepimiz şiddet örneklemelerinin bombardımanı altındayız.  “Haber alma özgürlüğü” en temel haklardan biridir ancak hadisenin ifade edilişinde “toplumsal sorumlulukla hareket edilmvesi etik olandır.”

 

DEVLET

• Devlet, işlenen suçu cezalandırmakla mükelleftir.

Ancak failin konumu, durumu gözetilerek sürüncemede bırakılan dosyalar ve kamu vicdanını parçalayan kararlar “güven” duygusunu zedelemektedir. Adaletin kâmil manada uygulanması toplumsal huzur ve barışın tesisi için ilk ve en önemli unsurdur.

• Şiddeti meydana getiren sebeplere yönelik eylem planı devletin yapması gereken asli vazifedir.

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı başta olmak üzere konuya bağlantılı tüm bakanlıklar ortak çalışma planı hazırlamalıdır.

• Şiddet gerçekleşmeden sebebe yönelik çalışacak takibat ve çözüm merkezleri bir an önce kurulmalıdır.

... Ve son olarak yaşadığımız olaylar karşısında tüm insanlar olarak hepimizin bir payı ve sorumluluğu olduğunu da hatırlatmak istiyorum.  İnanıyorum ki temeli huzur ve barış olan inancımızın ve medeniyetimizin hassasiyetlerini tesis etmek ve bu unsurlarla hareket etmek, çözümü bize getirecektir.

Recep YAZGANRecep YAZGAN