Tarih
Giriş Tarihi : 27-09-2020 07:15   Güncelleme : 27-09-2020 07:15

Ortadoğu’nun Macerası Ve Abdülhamid Han

Ortadoğu, insanlığın ilk kez dünyada var edildiği, ürediği, çoğaldığı, yayıldığı ve tekrar geri gelerek, yine kendisi (Ortadoğu) için savaştığı yer.

Ortadoğu’nun Macerası Ve Abdülhamid Han

Ortadoğu, insanlığın ilk kez dünyada var edildiği, ürediği, çoğaldığı, yayıldığı ve tekrar geri gelerek, yine kendisi (Ortadoğu) için savaştığı yer.

Bu toprakların kalbiyse, Kudüs. Davud peygamber, Kenanlılarla olan savaşı kazanarak Zion kalesini (Kudüs) başkent yapar ve Kudüs’e getirdiği, Hazreti Musa’ya ait olan “Ahit Sandığı” ile de şehre ilk kudsiyet verilmiş olur.

 

Ortadoğu’ya tarih boyunca Kenanlılar, İbranîler, Aramîler, Asurlular, Babilliler, Persler, Yunanlılar, Romalılar, Bizans, Arablar, Selçuklular, Haçlılar ve son olarak Osmanlılar hükmeder.

 

Ortadoğu, cihan devleti olma arzusu güdenlerin yahud cihan devleti olanların gözünü diktiği; fethettiğinde var olduğu; bir diğerinin fethindeyse kendisinin de yok olduğu yerdir aynı zamanda.

 

İnsanlık tarihinde ilk cinayetin işlendiği, ilk kanın, hem de ilk kardeş kanının döküldüğü ve kana doymayan topraklar coğrafyasının bütünüdür Ortadoğu.

 

Yine Ortadoğu öyle bir yerdir ki; varlık nazariyesinde, nesnelerin kendisinden gelip kendisine gittikleri ilk maddenin ateş olduğunu söyleyen Heraklitos şayet bölgenin tarihî sürecini inceleme imkânı bulabilseydi, devletlerin kendisinden gelip kendisine gittikleri coğrafyanın Ortadoğu olduğununa hükmedebilirdi.

 

– «Ortadoğu kavramı Avrupa merkezli yaklaşıma dayanır ve İngilizlerin 19. yüzyılda kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; Doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Orta Doğu gibi kavramlar buna göre tâyin edilmiştir». [1]

 

– «Bu tarife göre Ortadoğu ülkeleri Suriye, Irak, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudî Arabistan, Birleşik Arab Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Türkiye ve Mısır‘dır.” [2]

 

NİÇİN ORTADOĞU?

İnsanoğlunun ilk var olduğu yer demiştik Ortadoğu. Hazreti Âdem’in yaratılması ile, bu topraklardan yeryüzüne yayıldı insanoğlu. İnsanlar, her nereye yerleşirlerse yerleşsinler, ayakta durmayı başardıkları gün gözlerini yine bu topraklara çevirdiler. Üç kıtanın kesişme noktası ve eski dünya karalarının kalbi olan bu bölge, tüm seyahat, ticaret, hareket yollarıyla maden yataklarının düğümlendiği bir yer oldu hep. Kavga ile tarih aynı yaştadır burada. İlk savaş burada yapılmış, ilk “terör örgütü” Sincarii (M.S. 50-60) bile burada kurulmuştur.

 

İKTİSADÎ SEBEBLER

 Dünyanın en verimli alüvyal tarım arazileri bu topraklardadır. Fırat ve Dicle, bu topraklarda başlayıp yine bu topraklarda denize dökülürler.

 

Geniş tarım sahaları, elverişli hayvancılık arazileriyle, tarihin ilk yıllarından beri ehemmiyet arzeder Ortadoğu. “Tarih öncesi çağlardan beri işletilen bakır, altun, gümüş yatakları Ortadoğu coğrafyasında işletiliyordu.” [3] der Bernard Lewis.

 

Coğrafî keşiflere kadar, Çin’den Avrupa’ya taşınan tüm ticarî malzemelerin nakil güzergâhının düğüm noktası olarak Ortadoğu’dan geçen mallardan sağlanan gelir, burada hükmeden devletlerin başlıca gelir kaynağını oluşturmuştur ki, bugünün şartlarında Çin, Japonya, Kore gibi ülkelerden gelen malların yine aynı güzergâhı izledikleri düşünülürse, sirkülâsyonun büyüklüğünü rahatlıkla kavrayabiliriz.

 

Ne var ki, 16. ve 17. yüzyıllardaki coğrafî keşiflerin ardından, Ortadoğu’nun bu iktisadî ehemmiyetini nisbeten kaybettiğini söyleyebiliriz. Buysa, özellikle bu bölgelerde hüküm süren ve bu ticaret güzergâhından büyük gelir elde eden Osmanlı Devleti’ni etkilemiştir.

 

Ancak bu durum da uzun sürmemiş, 18. ve 19. yüzyıllarda buhar gücüyle çalışan makinenin icadı ile ortaya çıkan hammadde ihtiyacı çerçevesinde Ortadoğu, iktisadî yönden yine önemli hâle gelmiştir. Verimli petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarına sahib olan coğrafyanın Ortadoğu olması, dünyadaki güçlü devletlerin, gözlerini tekrar bu bölgeye çevirmesine sebeb olmuştur.

 

DİNÎ SEBEBLER

 – «Şübhesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe) dir.» (Âl-i İmrân, 96)

 

Hazreti Âdem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti İsmail, Hazreti Musa, Hazreti Harun, Hazreti Davud, Hazreti Süleyman, Hazreti İsa, nihayet Varlığın Tâcı Gâye İnsan-Ufuk Peygamber… Hepsi bu topraklarda yaşadılar.

 

İnşa edilen ilk mabed olan Kâbe, ilk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem tarafından yapılmış ve Semavî dinler için daima mukaddes bir yer olarak kalmıştır. Daha sonraki devirlerde Yahudiler, Hıristiyanlar ve bölgede sayıca diğerlerinden fazla olan Müslümanlar için mukaddes olan diğer mahaller de hep bu coğrafyada toplanmıştır: Tarihî Hıristiyan kiliseleri, Beytü’l-Makdis ve Hazreti Ömer tarafından öncelikle küçük bir mescid olarak inşa edilen Mescid-i Aksa. Bu topraklar, Yahudilerin kendilerine vaadedildiğine inandıkları topraklardır. Hıristiyanlar içinse, Hazreti İsa’nın tekrar yeryüzüne indirileceğine inandıkları topraklar. Ezcümle, Semavî üç büyük dinin kesişme noktası da Ortadoğu’dur.

 

SİYASÎ SEBEBLER

Ortadoğu’da yaşayan toplumlar, Hazreti Ömer’in fetihleriyle beraber, İslâm’ın getirdiği siyasî şartları benimsemiş, yüzyıllarca hayatlarını buna göre düzenlemiş ve idâme ettirmişlerdir. Mezkûr fetihler akabinde, Ortadoğu coğrafyasına devlet olarak Emevîler, Abbasîler, Eyyubîler, Selçuklular ve son olarak Osmanlı Devleti hükmetmiştir.

 

Bu arada, 11. yüzyılda kavimler göçü ile yolu Ortadoğu’ya düşen Türkler Müslümanlığı benimsemiş ve Batıya doğru göçlerine devam etmişlerdir. İznik yakınlarında kurulan Selçuklu devleti, Bizans İmparatorunun Papadan yardım istemesine sebeb olmuştur ki, böylelikle başlatılan Haçlı seferlerindeki amaç, hem Türkün bayraktarlığında Batının kapısına dayanan Müslümanların ilerleyişinin önüne geçmek, hem de çoktandır Müslümanların elinde bulunan Kudüs’ü geri almaktır. Selçuklu’nun ardından kurulan Osmanlı Devleti ile, Hıristiyanların Haçlı baskısı Ortadoğu sınırlarından Avrupa topraklarına taşınmış ve I. Dünya Savaşına kadar da herhangi bir Avrupa devletinin Ortadoğu üzerinde hemen hiçbir baskısı olmamıştır. Yine Osmanlı devleti ile, bölgede hilafet ve İslâm birliği sağlanmıştır.

 

Osmanlı Devletinin Haçlıları mağlub etmesi, Hıristiyanlarla olan savaşları Ortadoğu’dan çıkartarak Avrupa topraklarına taşıması ve İslâm birliğini tesis edip halifeliği almasıyla Ortadoğu, tarihinde ilk kez barışı tatmıştır. İlerleyen zamanda Osmanlı’daki sistemin bozulması sonrasında, tabiî ki her gücün sahib olmak için elinden geleni yaptığı ve nasıl bir nüktedir ki sahib olanın sonu olan Ortadoğu da karışmaya başlamıştır.

 

ORTADOĞU’DA BUHRAN VE ABDÜLHAMİD HAN

 Makine medeniyeti, bir yandan ilerlerken, bir yandan da kaynak arayışlarına başlamıştır artık. Maalesef Osmanlı, Batının teknolojik hamlelerine Doğunun ruhunu nüfuz ettiremez ve Batının şahlanışa geçtiği bu dönemde kalkınmasını gerçekleştiremez. Coğrafî keşifler ile ticaret yollarından elde ettiği geliri de kaybeden Osmanlı, iktisadî bakımdan sıkıntılı bir döneme girmiştir. Bakınız Üstad Necib Fazıl bu dönemi nasıl izah ediyor:

 

– «Doğunun, daima Muhteşem Şark göründüğü ve Mukaddes Emaneti bir kavimden öbürüne devrederek, yalnız buhranlı kavmi tasfiye etmekte kaldığı mes’ut devir, 7 nci Asırdan 16 ncı Asır ortalarına kadar sürer. 16 ncı Asırdan sonra ise, Doğu, hükümdarlık hakkı bakımından tasfiye edilmiş ve Türke intikal etmiş milletleriyle, Türkün şahsında, topyekûn en büyük buhranı kaydeder. 18 inci ve 19 uncu asırdan sonra Doğu, artık Batının gözünde, bütün cins ve mezheplerini birleştiren bir miskinlik, dâvasızlık, mahkûmluk ve gerilik psikolocyası yatağıdır. Her türlü akıl ve âlet, madde ve dünya şuurunu kaybetmiş olan bu kocaman yatak, o günden beri Batının muazzam istismar arsası. Doğunun Türkte, 16 ncı asırdan sonra patlak veren, öbür Doğu milletlerini de daha evvel kavurmuş olan buhranı, binbir harikulâde müsbeti içinde binbir harikulâde menfisiyle başta Fars ve Bizans tesiri bulunmak üzere İslâm saffet ve hikmetinin bulandırılmasından doğdu. Bulandırışlar ve bulanışlar, kendi kavimlerini yere sere sere bayrağı genç ve saffetli kavimlere ciro ettire ettire sürdü. Fakat her şeye rağmen doğu, İlâhi kubbeleri, fildişi yüklü kervanları ve Eski Yunana kadar her şeyi ilk defa zaptetmiş kütüphaneleriyle, insanlık fezasına tek başına tahayyüz hassasını muhafaza etti. En genç ve saffetli kavim olan Türkün eline geçtikten sonra da, aynı bulandırış ve bulanışla, teşekkül ve tebellürünü tamamlayan Batıya çatar çatmaz topyekûn ricat, hezimet ve iflâsa düştü.» [4]

 

Bu miskinlik safhası vesilesiyle, Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı yâdetmenin yeri gelmiştir.

 

Zaman, Hıristiyanların makineleşmek için, Yahudilerinse Siyonizm çerçevesinde vaadedilen topraklar için örgütlenmeye başladığı zamandır. Makinenin –tâbiri caizse- ruhu da aslında Ortadoğu’dadır. Nasıl ki ruhu olmayan insan yaşamaz ise, enerjisi olmayan makine de faaliyet gösteremeyecektir. Avrupalı bunu görmüş ve Ortadoğu’nun sonsuz vasıfla donatılmış topraklarında bulunan “makinenin ruhu” mesabesindeki enerji kaynaklarına yönelmiştir. Dinî sebebler de önemini aynen muhafaza etmekle beraber, özellikle İngiltere, Almanya, Fransa gibi devletlerin amacı, Ortadoğu’yu bir ân önce sömürgeleştirmektir artık. Meselâ, denizlerde hâkimiyeti olan İngiltere, I. Dünya Savaşına kadar geri kalan sömürge coğrafyasında söz sahibiyken, henüz sömürgeleştiremediği yegâne yer Ortadoğu’dur.

 

Ortadoğu’da ise bu demde söz, 34. Osmanlı Padişahı, 98. Halife II. Abdülhamid Han’dadır. Abdülhamid Han, yukarıda izah etmiş olduğumuz Ortadoğu buhranında, Hazreti Ömer adaletini tatbik etmeye çalışmıştır. Ulu Hakan, Ortadoğu’nun hâkimi sıfatıyla, bir taraftan “Hasta Adam” Osmanlı Devletini yeniden “İslâmın emir subaylığı” vazifesini yerine getirecek şekilde adaletle idare edip, iktisadî buhranları atlatmaya çalışır ve teknolojik hamleler yaparken, diğer taraftan da Doğuda ruh birliğini temin etmeyi ve Doğuyu yekvücud hâle getirmeyi plânlar.

 

Abdülhamid, Kanunî Sultan Süleyman devrinden itibaren başlayan gerileme döneminde yokuş aşağı yuvarlanan, yuvarlandıkça küçülen, küçüldükçe kudsî çıkıntıları zımparalanan Osmanlı Devletinin nihayet en dibe vurup kırılmasını 33 yıl geciktirmiş bir settir.

Abdülhamid Han, teknolojik gelişmelerle iktisadî şartları gözönünde bulundurmakta; Müslümanların topyekûn bir kalkışması sözkonusu olmadıkça, İngiltere, Almanya, Rusya gibi devletlerle başa çıkılamayacağını çok iyi bilmekte ve bu yüzden de gereken altyapının hazırlıklarına hız vermektedir.

 

Siyasî bakımdan Abdülhamid Han, denizlerde güçlü olan İngiltere ve karada güçlü olan Almanya ile sürekli irtibat hâlinde olmuştur. İngiltere’ye karşı Almanları, Almanlara karşı İngilizleri, Ruslara karşı da Avrupa devletlerini denge unsuru olarak gözetir ve siyasetini nakış nakış işler.

 

Diğer yandan II. Abdülhamid Han, dünyanın neresinde olursa olsunlar, bütün Müslümanlara Halife sıfatıyla el uzatır, her vesileye sarılarak Müslümanlarla candan bir yakınlık tesis eder. Dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslüman coğrafyalarda imkân dâhilindeyse camiler, imarethaneler, su çeşmeleri yaptırtır; uzak yerlere Cuma namazları için Halife olarak kendi yüzüğünü gönderir ve böylelikle tüm İslâm milletinde bir heyecan uyandırarak, topyekûn bir kalkışmanın altyapısı hazırlamaya bakar. Bilir ki, Avrupa ülkeleri “Hasta Adam”la rahatça baş edebilecekken, tüm sömürgelerde birden patlayacak bir Cihad hareketi karşısında elleri kolları bağlı kalacak, Osmanlı Devleti de Ortadoğu’nun hâkimi olmaya devam edecektir. Yalnız bu arada, Osmanlının hâkimiyet sahası olan Ortadoğu’nun diğer bir köşesinde için için birşeyler pişirilmektedir.

 

ORTADOĞU’DA İNGİLİZ VE FRANSIZ

1839’da Süveyş Kanalı açıldıktan sonra, Mısır, stratejik önemini tekrar kazanır. Firavunlar zamanından beri hayal olan Süveyş Kanalı, Fransız-İngiliz ortak teşebbüsüyle açılmış bulunmaktadır. Süveyş Kanalının açılmasıyla, coğrafî keşifler devrinde seçilen Ümit Burnu güzergâhı terk edilir ve bu kısa, daha az maliyetli güzergâh, Mısır’a jeopolitik önemini iade eder.

 

Süveyş Kanalının açılmasıyla birlikte, özellikle İngiltere, en önemli hammadde tedarikçisi ve sömürgesi olan Hindistan ile arasındaki yolu kısaltıp maliyetleri azaltmıştır. Ancak aynı İngiltere’nin, bu yeni yol üzerinde bulunan ve Osmanlı’ya bağlı olan Mısır’ı kontrol altına alması gerekmektedir. İngilizlerin Mısır ile ilgili ince siyasetini E. M. Earle’den dinleyelim:

 

– «İngiliz kapitalistleri, Mısır’ı borç vererek önce aşırı bir malî yük altına sokmuşlardı. İngiliz işadamları ve kapitalistleri, borçlarının doğurduğu korku ve eziklikten yararlanarak, bilâhare bir sürü imtiyaz koparmış ve ülkeye yerleşmeye başlamışlardı. Sonunda öyle bir gün gelmişti ki, Mısır maliyesi İngiliz ve Fransızların sözünden çıkmaz olmuş, Avrupalı diplomatların verdiği akıl Hidiv’in emirlerinden daha geçerli hale gelmişti. Ayrıca, askerî fetih ve işgale mazeret teşkil edecek karışıklık ve ayaklanma ihtimalleri el altında bulunduruluyordu.» [5]

 

Abdülhamid Han ise, bu esnâda kendi ince siyasetini güdüyordu. Osmanlı Devletinin ajanları, Müslümanları Hilafet Sancağı altında örgütlemek için her yerde elinden geleni yapıyordu. Hatta bir İngiliz casusu olan Arminius Vambery, Hindistan’daki Sir Thomas’ı bu konu hakkında bilgilendirmek adına şunları yazar:

 

– «Hindistan Hükümeti, Mekke’den Asya’ya dönen Hind, Afgan ve Ortaasyalı hacılar arasına sızmış padişahın ajanlarına dikkat etmeli, onları gözaltında tutmalıdır. Bunlar halifenin bizzat kendisi tarafından görevlendirilmiş olup, tüm talimatları padişahın mabeyincilerinden almışlardır. Abdülhamid‘in Pan-İslâm siyasetinin tüm Müslüman dünyasının en ücra köşesine kadar nasıl nüfuz ettiğini görmenin beni oldukça şaşırttığını itiraf etmeliyim. Kuzey Afrika’da Şeyh Sunusî, Afganistan’da Kabil Başmollası, Ortaasya’da Buhara Kadısı ve Hindistan, Cava ve Çin dinî liderleri padişahın emrindedirler. İslâm Birliği fikrinin, Abdülhamid‘in saltanatındaki kadar hiçbir zaman güçlü olmadığını söylemekle şübhesiz ki mübalağa etmiş olmam. İslâm Birliğinin daha oluşma safhasında olduğu tabiîdir. Ne var ki Mekke’deki merkezî otoritesi ile padişahın -eğer plânlarının uygulanmasına izin verilirse- şaşırtıcı sonuçlar alması mümkündür.» [6]

 

“Hasta Adam”ın Sultanı’nın, icrasında bulunduğu siyasetle ilgili bizzat kendisinin kaleme aldığı notlarda ise şunlar söylenmektedir:

 

– «İngilizler Asya’da yüz elli milyon Müslümanı idareleri altında tutuyorlardı. Bu Müslümanlar üzerinde hilafetin büyük nüfuzu vardı. Bunları bildiğim için, İngilizleri kuşkulandırmadan, her ihtimale karşı seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya’daki Müslümanları hilafete mânen bağlamaya hususî itina gösteriyordum. Buharalı Şeyh Süleyman Efendi‘nin Rusya’daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yâdederim. Bunun İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan’daki umumî valileri, oradaki Müslümanların Osmanlı Devletiyle yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine, Osmanlılarla iyi geçinmelerini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimiz bir nebze kolaylaşmış oluyordu.» [7]

 

Abdülhamid Han, hiçbir Avrupa ülkesi ile diğerinden daha fazla yakınlığı olmadığını cümle âleme gösterip, tüm ülkelerin elçiliklerine mavi boncuk dağıtırken, üstü örtülü bir şekilde onları tehdit etmekten de asla çekinmemiştir. İngilizlerin hamlelerine karşılık ileri görüşlü Sultan, derhal Hicaz Demiryolu Projesine başlamıştır. İslâm topraklarından toplanan yardımlarla başlatılan ve İngilizlerin alenen dalga geçtikleri proje, II. Abdülhamid Han tarafından tamamlanmıştır. Yaklaşmakta olan Cihan Harbinde devletin içerisinde ikmâli sağlayacak olan bu demiryolunun asıl ehemmiyeti, I. Cihan Harbinde ortaya çıkacaktır.

 

ORTADOĞU’NUN SON HÂKİMİ

Üstad Necib Fazıl için yahudi şudur: “Yahudi, tek bir cümleyle; dünyada dinî, millî ve fikrî birlik adına ne varsa onu çözmeye, bozmaya, harap etmeye me’mur, bozguncu ve fesatçı tipidir. Kısacası, Yahudi belli başlı bir ruh saiki yüzünden müstakil bir devlet teşkil edememiş ve bütün dünya milletleri içine yayılmış olan kavminin fert fert menfaatini koruma, bunun için de bu menfaate karşı gelecek her çeşit bütünlüğü parçalama rolündedir.” Abdülhamid Han da, bir yandan Batı ülkeleriyle mücadelesine devam ediyor, bir yandan da işte bu yahudilerle uğraşmak zorunda kalıyordu. Aslında son dönemlerde yahudiler, şehzadeleri türlü lükse ve eğlenceye alıştırıyor, onları borç içinde kendilerine bağlıyor, şehzade tahta geçip padişah olduğunda ise diledikleri gibi oynatıyordu. Ancak II. Abdülhamid diğer şehzadelere benzemiyordu. Hasımlarınca kendisine “pinti” lakabının takılmasına sebeb olacak kadar tutumlu idi. Yahudilerin oyunlarını bozacağı, daha gençlik günlerinden belliydi.

 

Osmanlı Devleti içindeki Yahudiler, malî, ticarî ve iktisadî sahalarda ve ilk bakışta görülmez bir tarzda asıl amaçlarının altyapısını hazırlamışlardı. Buna engel telakkî ettikleri II. Abdülhamid Han’a karşı iktisadî, siyasî, edebî her hareketin arkasında açıktan açığa yahudiyi görmek mümkündür. Öyle ki, bu siyasî taarruz, neticesinde işi Filistin’den toprak isteme yüzsüzlüğüne kadar vardırdı. Tahsin Paşa, bu safhaları hatıratında şöyle tasvir eder:

 

– «Sultan Hamid‘in “emniyetsizlik” esasından mülhem olan siyaseti, siyonistlik meselesinde pek bariz bir surette tebarüz etmişti. Türkiye’de bir yahudi yurdu tesis etmek, öteden beri siyonist âlemin büyük gayelerinden biriydi. Siyonistler bu gayeye vusûl için bir kaç defa faaliyete geçmişler ise de hiçbir zaman muvaffak olamamışlardı. Her defasında Sultan Hamid bu yeni hamle ve teşebbüsün maksat ve neticesinden şübhelenerek işi geçiştirmişti. Bir aralık İstanbul’a Avusturya musevîlerinden ve siyonistlerin erkânından bir zât geldi, tercüman Münir Paşa’yı görerek Kudüs’te bir musevî yurdu tesisine müsaade istedi. Bu müracaat siyonistler nâmına icra ediliyor ve arkasında meşhur bankerlerden Rothschild bulunuyordu. Talebin esası şuydu: Filistin’de hükümetin irade edeceği mahalde musevî köyleri tesis edilecek, hükümet arzu ederse bu köylerde İslâm haneleri de bulunduracaktı. Memâlik-i ecnebiyyeden bu köylere gelecek olan yahudiler, Devlet-i Âliyenin kavanîn ve nizamatına tâbi olacaklardı. Buna mukabil hükümete Dûyun-u Umumiye meselesinde hizmet ve teshilat arzedeceklerini ve bunun için tahrirî ve muteber teminat da verileceğini söylemişti. Gerek bu Viyanalı musevînin şahsen hâiz olduğu ehemmiyet ve gerek Düyun-u Umumiyete müteallik teklifteki ciddiyet hasebiyle, meseleyi Zât-i Şahane’ye arzettik. Bir Cuma selâmlığından sonra Hünkâr, o musevîyi kabul etti. Viyanalı siyonist meseleyi tafsilatiyle Sultan Hamid‘e izah etti. Fakat Sultan Hamid bunda birtakım mahzurlar gördü. Filistin havâlisi, esasen Makamat-ı Mukaddese olması dolayısıyla siyasî ihtiraslara zemin olmaktaydı; her sene kilise ve âyin işleri münasebetiyle türlü nizâlar çıkıyor, hükümete daimî başağrısı oluyordu. Buna bir de yahudi meselesini ilave etmek, Hünkârın hoşuna gitmedi. Viyanalı siyonist, bir netice elde edemeyerek memleketine döndü.» [8]

 

İşte bu dönüş, II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesiyle son buldu. Hem de yahudiler tarafından tekrar Cihan Devleti kudretini ellerine alacağına inandırılan birkaç çapulcu ile o çapulcuların görevlendirdiği bir yahudi tarafından. Abdülhamid Han’ı yahudi tesiriyle tahttan indiren Enver Paşa’nın, devleti tutuşturduktan sonra Ortadoğu’nun son hâkimi Ulu Hakan’la olan görüşmesi, meseleyi daha net ortaya koyacaktır. Birinci Cihan Harbinin başında sâkıt hükümdar, Başkumandan Vekili Enver Paşa‘yı Beylerbeyi Sarayına davet eder ve onunla şöyle konuşur:

 

«”-Enver Paşa, sana oğlum diyorum, evet çünkü sen de bizim aileye karışmış bulunuyorsun. Hanedanımızın sevgili damadısın. Kahraman bir asker, merd bir adamsın. Şehzade Yusuf İzzeddin Efendinin söylediklerine gücenme! Cümlece malumdur ki, Gazi Müşir Osman Paşa Tokatlı Osman iken, Plevne’deki kahramanlığından dolayı şan ve şöhret sahibi olmuş, müşirliğe kadar terfi ettirilmiştir. Onun oğullarını kendi hânedanımıza intisap ettirdim. Derviş Paşa‘yı da Lofçalı bir vatandaş iken Batum’daki kahramanlığı üzerine şan ve şöhret sahibi bir kumandan olarak terfi ettirdim. Oğlunu da hanedanımıza damad olarak kabul ettim. Gene bilirsiniz ki, Müşir Gazi İsmail Paşa da Kürdistan’da lalettayin bir ferd idi. Şarkta Moskoflara karşı kazandığı zaferler üzerine onu en yüksek kademeye kadar terfi ettirmiş, oğlunu da hanedanımıza damat yapmıştım. Ahmet Muhtar Paşa‘ya gelince, onu da, Bursalı bir katırcının oğlu iken Şarkta Moskoflara karşı gösterdiği kahramanlık ve hizmetlere mükâfaten hükümdarlık payesinde Mısır’a fevkalâde komiser yaptım. Senelerce de aynı vazifede bıraktım. Oğlunu da paşalık rütbesine kadar yükselttim. Hanedanımızdan bir gelin de vermek isterdim, fakat o bir Mısırlı prensesi tercih etti. Şimdi sen, Başkumandan vekilimiz ve damadımızsın, Hânedan-ı âli Osmanın âzasısın. Yusuf İzzeddin Efendi dimağen hastadır. Onun şuur harici sözlerini mazur gör.”

 

Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi, Enver Paşa‘nın damat olmasına şiddetle muhalefet etmişti. Abdülhamîd burada durmuş, Enver Paşa‘nın yüzüne bakmış, onun dikkatle kendisini dinlediğini görünce sözüne devam etmişti:

 

“-Oğlum Enver, otuzüç sene saltanat sürdüm! Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, haysiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfemâyeşâ bir hürriyeti, gelişi güzel bir serbestiyi de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele matbuatta pek revaçta görülen müstehcen resim ve yazılara, sinsi fikirlerin hâkim olmasına asla müsaade etmedim. Millî an’anelerimizin bozulmasına da taraftar olmadım. Avrupalıların medeniyetini daima takdir ederdim. Fakat Hıristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün tarafını da görmedim. Marifet bu medeniyeti kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu medeniyetin iyi taraflarını, hattâ sarayıma kadar getirdim. Yıldızda Cuma ve Pazartesi geceleri, temsiller, konserler verilmesini emretmiştim. Garbın sanatkârlarını, bizzat sarayda hem seyrettim, hem müziklerini dinledim. Bu toplantılara haremi, sultanları, damatları hattâ harem ağalarımla kalfalarımı dahi davet ettim. Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis-i Mebusanı ben açtırdım. Fakat mebusların kâfi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce aynı Meclisi ben kapattırdım. Bilir misin, Osmanlı Meclis-i Mebusanın verdiği ilan-ı harp kararı bize neye mâl oldu? Bu Rus Harbi ile tekmil Balkanları, Rumeliyi kaybettik, Midhat Paşa bu hususta çok ısrar etmişti. Harbin korkunç netayicini çabuk gördüm. Plevne’nin şanlı müdafaasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen mağlûp olduk. Rus orduları Ayastefanos’a (Yeşilköy’e) kadar geldiler.”

 

Ulu Hakanın Enver Paşa‘ya söylediği rivayet edilen sözler, tam da kendisine ve dünya görüşüne denk bir tahlil ve teşhis belirtmekte ve İttihatçıların en acı tenkidini dile getirmektedir:

 

“-Evet, Enver Paşa, şimdi siz de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Fakat bu iş acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. İnşallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah, felâketli biterse, ister misiniz ki, bu da bize Anadoluya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır? Hareket Ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zaptettiniz, saraya kadar dayandınız beni de hal’ ettiniz… Hepsi güzel… Unutmayın ki, emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim. Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar. Üstelik 31 Mart hâdisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiçbir alâkam yoktu. Asileri tahrik edenler elbet de vardı. Fakat bunlar asla saraya mensup kimseler değildi. Her devirde devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnetsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdanî bir hareket değildir. Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasu‘dur. Bu Yahudiyi ne diye karşımıza çıkardınız? Bununla makam-ı Hilafet ve saltanatı elin Yahudisine tahkir ettirdiniz. Selânik’de bir mason locasının üstad-ı âzamı olan bu zat ile, Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutulagelen Hilafet, encam, bir Yahudinin tebligatı ile Hânedan-ı âli-i Osmanın bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin. İstikbalin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir nasihat vereyim:

 

Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!.. Dikkat et!.. Allah millete, devlete zeval vermesin..!”

 

Abdülhamîd nasihatini burada bitirmişti. Enver Paşa ayağa kalkarak sakıt Hükümdarı asker gibi selamladı ve hürmetle elini sıktı.

 

Abdülhamîd, misafirini odanın kapısına kadar geçirdi. Gözlerinde müşfik bakışları pek aşikardı. İşittiklerinden fevkalâde heyecana düşmüş olan Enver Paşa, Kuruçeşme’deki yalısına geldiği zaman, hadiseyi zevcesi Naciye Sultana anlatmıştı. Daha sonra, bu tarihte Teşkilat-ı Mahsusa Dairesi Reisi olan Ali Bey‘e söylemişti:

 

“-Ne dersin Ali Bey Hakan-ı mahlûtun sözlerinde haklı olduğu aşikar değil mi?”» [9]

 

NETİCE

Sultan İkinci Abdülhamid Han, Ortadoğu’nun son hâkimiydi. Ne var ki, tahttan indirilmiş, onun tahttan indirilmesiyle Ortadoğu bozulmuş, Osmanlı yıkılmıştır. Abdülhamid engelinin kaldırılmasıyla yahudiler, İngilizlerin desteğinde İsrail’i kurmuşlardır. Ancak onun siyasî hareket tarzı, Üstad Necib Fazıl’ın sistemleştirerek kaleme aldığı İdeolocya Örgüsü içinde hayatını idame ettirmekte ve orada icra memurunu sabırla beklemeye devam etmektedir.

 

Ortadoğu ve kalbi Kudüs, “hakkını veren”in elinde, her zaman yekvücud bir kudret olarak teşekkül edecektir. Ortadoğu’nun derdine teşhisi ve tedavisine işareti, Kudüs’ün “hakkını verme”nin ne olduğunu bir dostumun kaleminden arzetmek isterim:

 

– «Hz Ömer, oraya yüz yamalı elbisesi ve kel kötü bineğiyle savaşı kazanmış hâkim olarak gitti!..

 

Selahaddin, oraya zihni ve kılıcı kadar kıvrak beyaz atı üzerinde savaşı kazanmış hâkim olarak gitti!..

 

Yavuz, oraya İslâm birliği davasınının manivelası kılıcı elinde savaşı kazanmış hâkim olarak gitti!..

 

İslâm oraya ne zaman gittiyse, ne zaman Kudüs’e hâkim olduysa dikkat et; DÜNYA ÇAPINDA İSLÂM BİRLİĞİNİ idrak ettiği zaman gitti.

 

Ne zaman Kudüs kapısına vardıysa, onu birlik ve beraberliğinin verdiği azamet karşısında boyun eğmiş olandan TESLİM ALDI!…

 

KUDÜS DAİMA HAKKINI İSTER!..

Sen ne zaman İslâm Birliği yolunda inkişaf edersen, Kudüs daima ANAHTARINI sana teslim etmeye hazırdır!..

 

Zulüm elbette can yakıcı, elbette kabul edilemez. Lâkin durdurmanın yolu nedir?..

 

Kudüs, Mekke gibi göklere açılan bir berzah değil, İslâmın dünyaya hâkim kılınması memuriyetinin gerçekleşip gerçekleşmediğini TEMYİZ EDİCİ BİR MİHENKTİR.

 

Kudüs, “tabiî işgaliye” neticesi bir hediye değil, MEMURİYETİ yerine getirmiş olmanın mükafatıdır!..

 

Kudüs, devlet(ler) ve cemiyet plânında İSLÂM OLMANIN, Dünya İslâm Birliğinin sembolü, mükâfatı ve işaretidir!..» [10]

 

Ömer Emre AKCEBE

Recep YAZGANRecep YAZGAN