Fikir
Giriş Tarihi : 05-04-2023 15:17   Güncelleme : 05-04-2023 15:17

Seccadeye Ayak Değil Alın Yakışır

19. Yüzyıldan kalma gerici bir felsefe var. Adı da “pozitivizm”. Bu felsefe bazen “maddecilik”, bazen de “materyalizm” kavramları ile de ifade edilir. Maneviyat düşmanı olan bütün akım ve felsefelerin fikir babası da bu kavramdır. (Pozitivizm, felsefi bir düşünme biçimi olarak önemlidir. Burada onun “ideolojik”leştirilmesine itiraz edeceğiz.)

Seccadeye Ayak Değil Alın Yakışır

Bu gerici kavram son günlerde yeniden gündem geldi. (Her zaman da gündeme gelecektir.) Hani şu “seccade” meselesi. Pozitivizm açısından bakanlar sık sık -daha önce defalarca duyduğumuz- şu manada sözleri gündeme getirirler. “Bayrak, kutsal değil bir bez parçasıdır”. “Vatan kutsal değil, sadece topraktan ibarettir.”. “Şehit diye bir şey yoktur, sadece ölüm vardır.” “Namus nedir ki, altı üstü bir et parçası”. “Başörtüsü sadece bir çuldur, hatta bir metrekarelik bir bez parçası”…. Bu listeyi daha bir uzatabiliriz.

Varlığa ve var oluşa bu açıdan bakıldığında, geriye hiçbir “değer” ya da “değerli” bir şey kalmaz. Pozitivistler varlığı sadece “madde”ye indirgerler, yani onlara göre sadece “fizik” vardır. Oysa her varlığın bir de “metafizik”, yani “ruhi”, yani “manevi” boyutu vardır. İşte bu metafizik boyut, herhangi bir varlığı, şayet bir “değer” kazanmışsa, o varlığı “yüceltir”. Böylece “semboller”, “simgeler”, hatta menkıbeler ve hikayeler oluşur.  Karşımızda artık sadece “maddesi” görünen ama derin bir anlam da taşıyan bir “olgu” vardır. İşte o “olgu”, milletin gözünde “kutsiyet” kazanır. İşte bu kutsiyetle “bayrak”, sadece bir bez parçası değil, uğrunda ölünen bir “kutsala” dönüşür.”. “Vatan sadece basit bir toprak parçası değil, uğrunda ölünen bir “kutsala” dönüşür. “Şehit” sıradan bir ölü değil, asla ölmeyen, ancak sıradan insanların göremeyeceği İlahi bir varlık olur.  Kısaca, metafizik bir boyut kazanan hiçbir varlık sadece “madde”sine indirgenemez.

Bu durumda, “seccade” de bir halı (kilim) değil, yanımızda taşıdığımız bir “Kabe”dir adeta. Yani Kabe sadece taştan bir bina değildir. O binayı yok etmek için saldıran Ebrehe gibi eblehlerin başına Yüce Allah’ın Ebabil kuşlarını nasıl musallat ettiği bizzat en büyük maneviyat kaynağımız Kur’an’da (Ebabil suresi)  anlatılır. Bu arada soralım: Kur’an da sadece sıradan bir kitap mıdır?

Medeniyetler ve kültürler, büyük oranda burada altını çizdiğimiz metafizik ağırlıklı “sembol” ve “simgeler”le ayakta durur. Bugün eski Yunan ya da Roma’dan kalan ve toprak altından çıkarılan “kırık bir mermer parçası” sadece mermer midir?

Türkiye’de bir zamanlar, Türklüğün büyük sembolü “Bozkurt” (Gökbörü) için “it” ya da “köpek” diyen “itler” vardı. Bozkurt, sadece “kurt” mudur? Arkasında bir hikaye, bir destan yok mudur? Arkasında büyük bir hikaye veya destan olan hiçbir şey “sıradan” değildir.

Bir milletin sembolleri, simgeleri ve mitleri (hikaye ve menkıbeleri…), o milleti var kılar. İşte bu sembol, simge ve mitler, halkın gözünde belirli bir “kutsiyet” arz eder. Milletini ve medeniyetini sevenler işte o kutsallar için savaşır, gerekirse ölür (yani şehit olur). Düşmanlar ise, üzmek istedikleri milletlerin işte bu “kutsal”larına saldırırlar. Mesela, Balkan Savaşı yıllarında Sırplar ve Bulgarlar Müslümanları tahrik etmek için, camilerini yıkmışlardır. Sadece camileri yıkmakla kalmadılar, bu kutsal mekanları şarap deposu ve domuz ahırı haline getirmişlerdi. Büyük şairimiz Mehmet Akif, Safahat 3’te bunları anlatır ve hayıflanır. Hatta Yunanlılar Milli Mücadele yıllarında Bursa’yı işgal edince, Yunan komutanı Osman Gazi’nin türbesini ayaklarıyla çiğnemiş ve “Osman, seni ayaklarımın altına aldım” manasında sözler sarf etmiştir. Mehmet Akif, işte bu vahim olay üzerine meşhur “Bülbül” şiirini yazar. Burada Yunan komutanın tavrı da “kutsalı ayak altına almak” şeklinde tecelli ediyor.

Bosna’da cani Sırplar bütün kutsalları çiğnemekle (en vahimi de Müslüman kadınların namuslarını kirletmeleri idi) yetinmeyip, dağlara devasa “HAÇ”lar dikiyorlardı. O haçları Müslümanlar görsün de kahrolsunlar, diye. Büyük Bilge Lider Aliya İzzet Begoviç, o zaman şunu söylemişti: “İstediğiniz kadar dağlara haç dikin; başınızı yukarıya çevirdiğinizde gökte hep HİLAL’i göreceksiniz.” Şimdi burada Haç, herhangi bir “artı” işareti midir? Hilal de sadece gökteki “ay” mıdır?

Pensilvanya’daki Kargayı kendisine rehber edinenlere göre “seccade” kutsal değilmiş. Çünkü o Karga da bir zamanlar başörtüsü için, “füruat” demişti. Füruat, basit bir ayrıntı anlamına gelir. Seccadenin ayaklar altına alınmasına bu Karga’nın gözü ile bakmak, bakanların tıynetini ve kimliğini açığa çıkarır.

Bir kere daha hatırlatalım: Seccade bir halı ya da kilim değil, yanımızda taşıdığımız, hatta evlere inşa ettiğimiz bir KABE’dir. Hatta seccade, Müslüman’ın Allah ile buluştuğu ve baş başa kaldığı (secde hali) yegane “kutsal alan”dır. Bu alana hiçbir çirkef ayak basamaz.

Seccadeye ayak basan kendini bilmez(ler), birkaç ay önce de “galiba şair” diye bir büyük sanatkarımızı adeta ayaklar altına almaya yeltenmişti. İşte o şair, yani Necip Fazıl, “Zindandan Mehmet’e Mektup” adını taşıyan şiirinde bakın “seccadeyi” nasıl ele alıyor:

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;

Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...

Yalnız seccâdemin yününde şefkat;

 Beni kimsecikler okşamaz mâdem;

 Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!

Fark görülüyor değil mi? Seccadeye ayakla değil, alınla basılır. Onun adı da “basmak” değil, “alnın seccade tarafından öpülmesi”dir.

Prof. Dr. Şaban SAĞLIK Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi

Recep YAZGANRecep YAZGAN