Tarih
Giriş Tarihi : 22-03-2021 07:56   Güncelleme : 22-03-2021 08:00

Türkçesi Yarım Yamalak Nobelli

Orhan Pamuk ile Enis Batur arasında yaşanan, sonu Türkçe bile bilmemeyle suçlanmaya varan lisan bilme tartışması, edebiyatımızdaki yazar atışmaları arasında üst sıralara yerleşecek gibi.

Türkçesi Yarım Yamalak Nobelli

Edebiyatçıların hayatı da sanatlarına dahildir büyük oranda. Haklarında çıkan küçücük bir yazı bile okurlarınca takip edilir, dilden dile efsaneleştirilerek anlatılır. Edebiyatımızda kalem kavgaları da pek meşhurdur. Yazarların, şairlerin birbirlerini çoğu zaman çekemedikleri, küçücük bir mısraı dahi bahane ederek bilendikleri, alt etme gayretleri, yer yer yumruklu kavgaya bile varan husumetlerinin olduğu vakidir. Konu hakkında yazılmış ciltlerce kitap var. Edebiyatçıların hikayeleri, eğer anlatan da edebiyatçı ise bir üslup harikasına dönüşebiliyor çünkü. Enis Batur örneğin, kendisi hakkında biraz ileri geri konuştuğu kulağına gelen Orhan Pamuk'a 'önceden hazır ettiği' cevabını şöyle veriyor:

 

"Kitap okur önüne çıktığında altı aylığına Paris'teydim; yayınevinin 500. Kitabı olarak seçilmişti Ulysses, bu nedenle de bir kokteyl düzenlenmiş, konuklar ağırlanmış, konuklardan biri Orhan Pamuk, aktarana bakılırsa biraz da alkolün etkisiyle, uluorta görüşünü dile getirmiş: "Neden yarım yamalak İngilizcesi olduğu halde önsüzü Enis yazmış?" Döndüğümde anlatılmıştı; hem içerlemiş hem de eğlenmiştim. Birkaç ay sonra gene bir kokteylde Orhan'ı uzaktan fark ettim. Bakışlarımızın kesişmemesine çaba gösterdiğimi anladı tabii, ne de olsa zeki adam, epey bir siftindikten sonra yanıma geldi, kibar ama soğuk davrandım, "Sana aktardılar, değil mi" dedi. Gene soğuk, mesafeli, kibar, çoktan hazır ettiğimi saklayacak halim yok, birkaç cümle kurdum: "Birincisi, Ulysses'in çevirisine tek kelime yabancı dil bilmeyen birinden, örneğin Yaşar Kemal'den önsöz istenebilir. Tıpkı senin Dostoyevski'ye pekala önsüz yazabileceğin gibi. İkincisi, ben senin yarım yamalak Türkçenle roman yazmana karışıyor muyum?" O gün bugün aramızda hep kara kediler dolaştı, oysa kara kitaplar dolaşması daha akıllıca olurdu." (Düş Kırpıntıları)

 

'Vatanın öküzüyüm!'

 

Necip Fazıl Kısakürek Babıali isimli otobiyografisinde yer alan anılarıyla bu alanda en güzel örnekleri vermiş edebiyatçılardan biri. İşte birkaç örnek... Üzgün olan Abdullah Cevdet'e dostunun cevabı çok acımasızca: "Bir gün Abdullah Cevdet Babıali'den aşağı doğru iniyormuş, aşağıdan da yukarı doğru Süleyman Nazif çıkıyor... Karşılaşmışlar. "Sorma sorma" demiş Abdullah Cevdet, bugün çok üzgünüm.

 

-Neden?

 

-Ben "Ben vatanın bir öksüzüyüm" şeklindeki bir mısram, mürettip hatası yüzünden "Ben vatanın bir öküzüyüm" şeklinde çıktı.

 

-Ayol ona mürettip hatası değil, sevabı demek lazım."

 

Paris'teki Siz Nehri

 

"Abdülhak Şinasi'nin gülünç nezaket merakı münekkit geçilmesine rağmen arada bir şiir de kırpıştırırken sevgilisine hep "siz!" diye hitap eder. Mesela gökten renk mi yağıyor; sorar: "Size midir, bana mı?"

 

Siz kelimesinin ihtiram yeriyle saygı üstü bir sevgi edasının mutlaka gerektireceği "sen!" hitabındaki yer farkını anlayamaz. Bir gün Paris'in Sen Nehri'nden bahsedilirken bu kelimeyi değiştirememiş olan kahramanımıza Süleyman Nazif şöyle demiş: "Ona Sen Nehri değil, Siz Nehri derler!"

 

"Kendisi de espri yapmaya meraklıdır Abdülhak Şinasi'nin. Bir gün mahut züppeler çerçevesinde oturuyorlar. Şairleri konuşuyorlar... Kim kimin fevkinde (üstünde) kim kimin tahtında (altında)... Mesela Baki Nefi'nen fevkinde, Hamid, Namık Kemal'in, şu bunun, bu şunun fevkinde... Biri sormuş:

 

-Ya Faruk Nafiz?

 

-O, tahammülün fevkinde..."

 

Babalık tartışması

 

Beş Romancı Tartışıyor kitabından bir alıntı, Türk edebiyatının ustalarının birbirlerine karşı ne kadar acımasız olabileceklerini ispatlar nitelikte bir başka örnek:

 

Kemal Tahir: Şimdi Goriot Baba'daki dram şudur: Bir sürü babalar, kızlarına karşı 'hadi oradan!' derler ve meseleyi ortadan kaldırırlar, dram kalmaz. Goriot Baba debeleniyor, yani, bir yerde fikr-i sabiti var Goriot Baba'nın. Şuur altını aşamıyor Goriot Baba Freud'un...

 

Orhan Kemal: Kemal Tahir'in en az konuşacağı, en az yetkili olduğu saha... Kemal Tahir orada konuşuyor şimdi... Onun için kesiyorum sözünü. Bilerek kesiyorum. Ben babayım çünkü. (Kemal Tahir'e) Sen baba değilsin!

 

Kemal Tahir: Ne alakası var! Ben Goriot Baba'yı biliyorum.

 

Orhan Kemal: Aaaa... Alakası var...

 

Kemal Tahir: Senin babalığın kaç para eder Goriot Baba'nın yanında yahu...

 

Fakir Baykurt: (Kemal Tahir'e) Sizin baba anlayışınız edebiyat kitaplarından, romanlardan.

 

Yumrukların sanatı

 

Bundan daha şeditleri de var elbette. Şairlerin yazarların yumruk yumruğa birbirlerine girdikleri de olmuş. Ahmet Hamdi'nin İsmail Habip Sevük'ü yumruklaması hadisesini Refik Durbaş şöyle anlatıyor: "İsmail Habip Sevük, 'Türk Yenilik Edebiyatı' kitabına Ahmet Hamdi Tanpınar'ı almaz, o da ilk karşılaşmalarında sorar. İsmail Habip, 'Her şairi almak zorunda değilim' der. Tanpınar, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle pehlivanlığı ile ünlü İsmail Habip'i altına alarak vurmaya başlar. Bunu gören gazeteciler sorarlar, 'Nasıl olur üstat, sizin gibi bir pehlivan, Ahmet Hamdi gibi bir cılız şairden dayak yesin...' İsmail Habip'in yanıtı şöyledir: "Ayağımın altında karpuz kabuğu varmış, kaydım. Kaymasam, onu iyice benzetirdim. Ama alacağı olsun."

 

'Çareme koş!'

 

Büyük Doğu'nun 1954 devresinde, Doğan Nail imzasıyla çıkan satırlar ise Üstad ile Sait Faik arasındaki bir kavgayı değil, kurtuluşa vesile olan ilginç bir diyaloğu anlatmaktadır:

 

Bir gün Üstad, Beyoğlu'ndan geçerken, bir pastane vitrininden kendisine doğru (makberi eller), mezardan fırlamış gibi korkunç eller uzanıyor. Vitrine dönen Üstad, içeride Sait Faik'i görüyor. Bitkin, perişan, gözleri faltaşı... Üstad'ı içeriye çağırıyor; ama imdada çağırır gibi bir tavırla...

 

İçeride bir konuşma:

 

-Çıldırmak üzereyim, beni bir sen kurtarabilirsin; çareme koş!

 

- Neyin var Sait?

 

-Hiçbir şeyim yok! Müthiş vehimler, sabit fikirler, kabuslar içindeyim, o kadar...

 

(Bir Adam Yaratmak) isimli piyesin muharriri ve ruh âleminin bütün çilelerine aşina Üstad hemen oturuyor, Sait'i karşısına alıyor, gözlerini onun çivit renkli gözlerine dikiyor ve sabit fikirlerin, sinek kovar gibi nasıl kovulacağından, nefs telkininden, ruhtan, Allah'tan ve en ince hikmetlerden bahsediyor ve sonunda şöyle diyor:

 

-Sinirlerini takma diş takar gibi söküp yerleştirmeyi bileceksin! Tasavvuf büyüklerinin dediği gibi "yere emniyetle basacağım" diyeceksin ve gerekirse bulutların asfaltı üzerinden, rap rap geçeceksin! Sait muazzam bir nefes alıp şevkle doluyor.

 

On yıl sonra Sait Faik'in Üstad'a sözü: Ben senin dünya görüşüne bağlı bir insan değilim ama muhakkak ki sen beni delilikten kurtarmış adamsın!

 

Sait Faik'in bu vehimleri, doktoru Fikret Ürgüp tarafından da hatıratında anlatılır:

 

"Dün Sait Faik gelmişti. Parası var Paris'e gidemiyor. Beş gün sonra vizesi yanacak. iki yıl önce Paris'e gitmişti. Bir hafta zor kalmış ile ayağı titrer olmuş, delireceğini sanmış hemen dönmüş. Bu defa da öyle olacağını hissediyor ve korkuyor. Sünnet çocuğu gibi, korku ve heyecan içinde. Sanki ölüm orada onu yakalar da burada yakalayamazmış gibi. Anasını, Burgaz'ı, köprü üstünün güneşini, asıl kendi rahatlığını alışkanlığını bırakamıyor.

 

Bugün yine geldi bir muayene oldu Cortadrene verdim. Dokuz gün sonra muhakkak gidersin dedim. başka şeylerden konuştuk kendine güveni artmış olarak ayrıldı. Belki de bu ilaç iyi gelir. İntibaksızların hususi hayatlarını yaşıyor. Annesi, doktoru, Ada, Beyoğlu arasında. Hususi zevkleri var. Yalnızlığı var. Korkusu var. Yazdıklarını az çok beğeniyor. Başka bir şey istemiyor. Halbuki yazdıkları başka, kendisi başka. Sahiden kendini yazabilse büyük eser verecek."

 

Yazar olduğunu ispatlayamadı

 

Paris gezisi öncesinde vize almak için konsolosluğa giden Sait Faik'in vize işlemleri sırasında memur ile yaşadığı diyaloğa dayanan hikayesini de Ara Güler'den dinleyelim:

 

– Adın?

 

– Sait.

 

– Ne?

 

– Sait... Faik. Sait Faik.

 

– Soyadın?

 

– Abasıyanık.

 

– İşin, mesleğin?

 

Bir şey bulamadı söyleyecek. Fransa'ya gitmek için pasaport alacaktı.

 

– Yazarım, dedi.

 

Öteki baktı, düşündü.

 

– Yazar olduğuna dair bir yazı getir, dedi.

 

İşte Sait Faik o yazıyı bir türlü bulamadı. Kimse bir iş yaptığına, bırak yazarlığı, bir iş yaptığına dair bir belge vermedi eline. Bir derneğe üye olduğuna dair ödediği aidat makbuzlarını buldu evde, aldı onları götürdü, olmadı. Meslek hanesine, "Yok" yazıldı.

 

Bizde şair mi var?

 

Bir gün Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit ve Cavit oturuyorlarmış. Cavit laf arasında Cahit'e sormuş: "Sence en büyük şair kimdir?" Cahit bilmemezlikten gelmiş: "Şair mi? Bizde öyle bir şey var mı?" demiş. Bu söz Fikret'in onuruna dokunmuş ve hemen oracıkta şunu yazmış:

 

Latife-i Cahide

 

Sormuş gururu cehlile "Şair, bu kim?" diye

 

"Pol Burje"den "Emile Zola"dan bahseden biri

 

Ey "Burje" ey büyük "Zola" asarınızla siz

 

Fark ettirin şu zevzeğe şairle nasiri;

 

Tefrike kadir olmayan iz'ana pek yazık

 

Cüşende bir hayat ile bir ömr'ü hasiri!

 

Bir tercemen-i ruh ile rıf'atca bir midir

 

Birkaç masal mütercimi yahut muharriri?

 

Ezcümle fark edilmeseler nazm-u nesr ile

 

Kim muktedir ayırmağa "Cahit" ile "Sahir"i

 

Yalnız cihanı seyre gelen kem nazarlara

 

Manzur olur hakikatin ancak zevahiri...

 

(Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi)

 

 

Elim üzerinizde

 

Murat Güzel'in aktardığı iki anekdot daha evvel herhangi bir mecrada yayınlanmamış, birebir tanıklığa dayanıyor:

 

Yıl sanırım 1990 ya da 1991 tam hatırlamıyorum. O sıralar Milli Gazete'de köşe yazarlığını bıraktığını ilan eden İsmet Özel bir süre sonra Cuma Mektupları yazmaya başlamıştı aynı gazetede. Ankara'da Türk-İş Pasajı'nda faal olan Birleşik Dağıtım Kitabevi İsmet Özel ile okurlarını buluşturmuştu. Ortam epey kalabalıktı. Gençler soru soruyor, İsmet Özel de cevaplıyordu, bir yandan da kitaplarını imzalıyordu.

 

Bir genç "Efendim" diye başladı, "Milli Gazete'de yazmayı bıraktığınızı söylemiştiniz, ama şu sıralar da Cuma Mektupları yayınlıyorsunuz. Yani tekrar döndünüz. Sebebi nedir?" İsmet Özel uzaktaki genci yanına çağırdı. "Sorunu yarım saat sonra cevaplasam olur mu?" dedi ve elini yanına gelen gencin omzuna koydu. Yarım saat kadar Özel'in eli gencin omzundaydı. Yarım saat sonra elini gencin omzundan çekti ve tekrar gencin omzuna koydu. Sonra da gülümseyerek gence sordu: "Sorunun cevabını aldın mı?" Genç de gülümseyerek cevap verdi: "Aldım efendim, anladım elinizin omzumuzda olduğunu bize böyle hatırlattınız!"

 

Sizinle tanışacağım için içtim

 

Doğrudan merhum M. Ragıp Karcı Bey'in 2017'de bize anlattığı bir Necip Fazıl Kısakürek'le tanışma anekdotu: 1963'te Talat Aydemir'in darbe girişiminin başarısız olmasının ardından Aydemir'e bağlı öğrencilerden addedilerek Harbiye'den atılanlar arasında imiş merhum. "Çevremdeki bazı arkadaşlar Üstad Necip Fazıl ile tanışmış, onun yanına gidip geliyorlar. Benimse bu taraklarda bezim yok. Bir gün beni de Üstad ile tanıştırmak istediler. Olur, dedim ama epey de içmiştim. Zil zurna sarhoşum neredeyse. Necip Fazıl ile tanıştık. 'Efendim' dedim, 'Sizinle tanışma, karşınıza çıkma cesareti bulayım diye içtim' Hoşuna gitti Üstad'ın."

 

Böyle anlatmıştı tanışma hikayesini, kendisini içkiden Necip Fazıl'ın döndürdüğünü de laf arasında ima ederek...

Kaynak: Star Açık Görüş

Recep YAZGANRecep YAZGAN