Bu tuhaflık zihnimden Türk tarihinin esasa müteallik olup olmadığı fikrinin hiç uzaklaşmamış oluşundan doğuyor. Bu fikirdir beni önce komünist ve daha sonra Müslüman yapan. Komünist olmadan önce Müslüman olabilirdim. Yani ne zaman, ne olduğumun bir mantığı var. Ebeveynim dininden şüphe edilemeyecek Müslümanlardı ve ortalıkta Türk toplumunun yüzde doksanının Müslüman olduğuna dair haberler dolaşıyordu. Gel gelelim çocukluk ve gençlik yıllarımda Müslüman olarak dikkatleri üzerine çekenlere içim hiç ısınmamıştı ve halen canım tenimdeyse bu sıcaklığa uzak kalışımdan ötürüdür. Komünistlik ise insanlaşmağı dert edinmiş herkese bir gelecek vaat ediyordu ve küreselleşmeğe rağmen bu vaatten hiçbir şey eksilmemiştir.
Mesele Türk tarihinin ciddiye alınıp alınmayacağı meselesiydi. Eğer ciddiye alınacaksa bu alınış hangi sebebe dayanıyordu? Türkleri eğer tarih sahnesinde arayacak isek onları hayatın gayesini Allah’ın emrinde savaşmakta arayan ve bulan insanlar olarak görmemiz kaçınılmazdır. Bir zamanlar Türk topraklarında yaşayanların çoğunluğunu ifade eden bu insanlara nasıl ve ne kadar yer ayrılmıştı? Bugün bütün yeryüzünde bunlardan kaç kişi kalmıştır? Abbasi devletinin hüküm sürdüğü yıllarda Türkler tarih sahnesine çıkma fırsatını buldular. Türklerin ve Türklüğün zafer yıllarını yansıtan kurdukları imparatorluklara rağmen ne Selçuklular, ne de Osmanlılardır. Türklerin ve Türklüğün zafer yılları deyince Anadolu topraklarında teşkil edilen Gaza Beylikleri anlaşılır. Niçin? Çünkü Gaza Beyliklerinden önce İslâm kültürü diğer kültürler karşısındaki parlaklığını dışa vuramaz duruma düşmüştü.
Osmanlı devleti olarak adlandırılan kuruluş ilk devresini Hz. İsa’nın doğumundan 1402 yıl sonrasına kadar idame ettirdi. Kimi tarihçiler arada bir fetret devri olduğunu söyler. Fatih Sultan Mehmet devleti bir imparatorluğa dönüştürdü. Millet sisteminin geçerli olduğu bu döneme klasik Osmanlı çağı da denir. Klasik çağın akabinde Osmanlı devletinin çöküşü ile Batılı devletlerin idealize edildiği zaman birbirleriyle örtüşerek III. Selim saltanatıyla devreye girdi. Devletin ne batılılaşması sona erdi, ne de çöküşü. Kimlerdik biz Türkler ve ne zamandan beri kim olduğumuzu unuttuk? Çöküşü içine sindirmiş ve Türk kültürü içinde en iyi neticenin Batı ölçüleri uyarınca alınacağına inanmış olanlar Dünya Sistemi’nin talimatlarından başka talimata kulak asmayan kesimdir. Aynı kesim Türk yazısına Osmanlıca diyor. Osmanlı’nın daha “o” su yokken dünya değiştirmiş Yunus Emre’nin Osmanlıca yazdığını farz etmek kimin aklıyla hareket edildiğini bize gösteriyor.
Bütün bu hatırlatmalardan sonra “Toplum mu, birey mi?” sualine cevaba yeltenebiliriz. İki şeyden birini tercih etmemiz bekleniyor bizden: Ya toplumu seçeceğiz, ya bireyi. İstersek “toplum” ve istersek “birey” diyelim, her iki kelime de bizi Öz Türkçecilik akımının zaferini kabule zorluyor. Ortada bir başarı var; ancak bu Geoffrey Lewis’in deyimiyle “trajik bir başarı” dır. Batılılaşma serencamı içinde güçbelâ elde edilmiş bir anlaşma aracı yok edilmiş; ama onun yerini tutacak bir araç elde edilememiştir. Cemiyet demekten sakınmak için toplum diyoruz. Oysa “cemiyet” kelimesi de Fransızca “société” yerine geçsin diye uydurulmuştur. Bu tarz uydurmalar arasında “hürriyet”, “medeniyet” de vardır. Ancak şunu gözden kaçırmayın: Bunların hepsi Arapça kurallarına uyularak türetilmiştir. Bir dönem Arapça bilmek Türk toplumunun olmazsa olmazıydı. Bu sebeple niçin “toplam” demeyip de “toplum” dediğimiz sualini kendimize yöneltebiliriz. Türetmeği mümkün kılan hangi dilin kurallarıdır? Birey kelimesinin tuhaflığı toplumdan da ileride. “Kolay”, “kalay” der gibi mi “birey” diyoruz? Yoksa ortaya “ey” diye seslenen “bir” isi mi çıktı?
İçine düştüğümüz ortam aynı zamanda uymak zorunda kaldığımız şartları da ifade eder. Ortamın ve şartların ne olduğunu bize gösteren konuşmadır. Yani konuşmanın bize cismani varlığımız gibi verildiğini sanmak hatadır. Hangi dille olursa olsun konuşma farazi bir şeydir. İnsan oluşumuzun başlangıcında bu tuhaflık vardır. Konuşma dediğimiz şeyin ne bir duygu ve ne de düşünce aktarımı olduğu hatasına kapılmayalım. Kelimeleri dışa vurmak alçak veya yüce, sığ veya derin bir bilinç hadisesidir. Konuşan kişi bilerek, isteyerek dışa vurduğu bir iradi faaliyetin failidir. Bir insan yavrusu konuşma faaliyetini en yakınında olanları taklit sayesinde yerine getirir.
Konuşma hadisesi bir düğüm olarak doğar. Anadil olarak adlandırılan hangisi olursa olsun bizim kendi anamızın dili değildir. Çünkü konuşmağa başlarken sahip olduğumuz bilinç insan varlığının tümüyle ilişki halindedir. Konuşmak tarih bilincinin kendisidir.
Kaynak: İsmet ÖZEL - istiklalmarsidernegi.org.tr - 7 Aralık 2022