Fikir
Giriş Tarihi : 28-01-2021 07:46   Güncelleme : 28-01-2021 07:46

Nevzat'a Mektup

Dinçer’le konuştuğum zamanlardan birinde, özneden nesneye, nesneden de özneye varıncaya değin geniş bir oluş evreninde yapıp edebilirliklerimize bakarak, senin gıyabında üçümüz mektup arakesitinde buluşup haberleşmeye karar verdik, Nevzat.

Nevzat'a Mektup

Kendimizi çoklamanın şimdilerde adı konmamış bir anlaşma gereği terk edilmiş, eskimeyen yenisi bu olacaktı. Böyle bir ittifakla oluşan bizden seni hariçte bırakan ikisi, yani Dinçer’le ben sana hayatı hafifleten kelimeler gönderecektik güvercin yerine. Sen onlardan adam yapacaktın, hayal yapacaktın olur ya diye, gelecek inşa edecektin konuşup dertleşmek için, onları üzerine yorgan gibi çekip altında kendinle de hesaplaşacağın bir dünya inşa edecektin sonra. Kaldırım taşlarına bakıp hayıflandığın içli o sokaklar gelecekti aklına eski yaşamaklardan, herkesin kendi içine sarkıp orada, endişesiz ve salaş volta atma özgürlüğüne sahip kendin gibi serkeş arkadaşlar edinecektin onlardan, birkaç kelime içine atıp, hatıralar imal edecektin o hikayeye uzanan muhayyilende. Bu şekil bir düşünceye sahip olmam beni, yapıp edebilme edimimle rıza, gösterme durumum arasında olumlu bir yere işaretledi. İyi dedim, ben Nevzat’a kelime uçururum, o da o gökyüzünü göremediği, dört duvarının arasında bakıp bakıp bulutlar yapar hayalinin gökyüzü tavanında kimselerin paylaşamayacağı. Bunlar güzel şeyler Nevzat, gördüğün gibi, ben artık güzeli büyük olandan yapmıyorum, içimde ne varsa yoksul yabansı, onları kırıp parçalayıp, küçüklerin biraradalığında bir kompozisyon elde ederek ulaşıyorum güzele, sonra onların bir kısmını yastık altına saklayıp ara sıra sarıp sarmalayarak öyle dalıyorum hülyalarıma. Güzel biraz da hayalden gelecek elde etme sanatı değil mi dostum. Sana da tavsiye ederim; küçükten büyük kadar alacağın olmuyor belki ama küçüğün sana verdiklerinin yanında büyükten alacağın o kadar az ki, onlarla ancak sefaletin tarihini yazabilirsin.

Neyse dostum, yılların beni getirdiği bu uğrakta bir süre iyicil bir edayla içimdeki kelimelere bakmaya başladım, onları sevip okşayacaktım, içi kıpır kıpır bir şeyler söyleyecektim kulaklarına, ilkin ruhumun hayattan ödünç aldığım bütün inceliklerini alın götürün diyecektim. Lakin ne ben o eski benim artık ne de onlar evvelinde olduğu gibi emre amade, iki tarafın da bir ayrışmaya doğru gittiği apaçık ortada. Birden yabancılaşmanın eşiğine geldiğini alıyor insan, dilinde yeni keşfettiğin bazı kelimelerle yabancılaşmanın insanını çıkarıyorsun içinden. Benimle delikanlılığın meydanında volta atar ele güne caka satarız diyorsun. Sonra belki de apansızın insanı tutup getirdiği yol ayrımında cümlelerin dilden nasıl da sırt çevirdiğini görüyorsun zaman içinde. Lakin yine de bütün bunlardan arda kalan birkaç söz birkaç hece vefa paydasıyla beni terk etmemiş olmanın ayrıcalığını, masanın üstüne koyarak sefere çıkmanın menzile varma garantisiyle pek bir alakası olmadığını anlıyorsun. Samimiyetin ve inanmanın kapısında hava karlı, gün zorlu da olsa ısınıyorsun dostum, ben bunu elimde kalan az şeylerin sıcaklığından anladım.

Nevzat artık Şevketiye Caddesi’nden hiç geçmiyorum, senin -aslında bizim demeliydim- o Cibran Kafenin önünde bindokuzyüz bilmem kaç model chevrolet taksin durmuyor artık, dolayısıyla ben de bunu görmüyorum, Abidin abinin, kaldırımın üzerinde bir iskemleye iğreti şekilde oturan sana, evet Nevzat sana bakıp bakıp, başını biraz da öne eğerek “yan sanayi bunlar” dediği o vakitleri hafif bir tebessümle de olsa geçtik gitti. Sonra bir gün hatırla, Murat Kapkıner (ağabey), bir müddet seni gözettikten sonra bana dönerek ‘a’ harfini dört elif miktarı uzatıp “daaaayı” dedi, ben de efendim ağabey diye cevapladığımda, devamen “ben, bütün yarattığın tipleri tanıttığın için Allah’ım sana şükürler olsun diyordum” dedikten sonra bakışlarınla seni işaretle araba modelinden bahsedercesine “ben bu tipten daha önce hiç görmedim, bu i…ne yeni” dediği günleri de geride bıraktık. Nevzat, her şey, her şeyin üstünden geçti, belki de her tarafımız ondan acıyor dostum. O cama kocaman harflerle yazdığın “garibanlara bedava çorba verilir” ifadesini çoktan kaldırmışlardır dedim ya o caddeden geçmiyorum bu gerçeğe galip gelecek türden bir tahmin sadece, olsun dostum zaman mekanı ne vakit eskitmiyor ki şimdi de eskitmesin.

Sonra sen gittin, sonra arkadaşların büyük bir kısmı yaşlandılar, bazıları yanımızdan ayrılıp bizi eksilmenin çaresizliğine duçar etti. Ölmeye başladık dostum, bir ucumuzdan sapır sapır dökülüyoruz artık, dedim ya o caddeden geçmiyorum artık. Hem zaten yaşlılıktan mıdır nedir şimdileyin bendeniz, şehrin batı yakası ile iktifa ediyorum. Galiba bir şeyi tanıdıkça onun da seni tanımasıyla kendini ele veriyor küçülüyorsun dostum, yoksa bu kadar uğraşın sonucunda şehirden insanın payına bu mu düşer demeliydim?

Bak Nevzat, ellisinden sonra yaşamak böyle bir şey; kendini bazen mesleğinin üzerinden parçalara bölüyorsun, bazen yalnızca sana bahşedildiğini zannettiğin o statün üzerinden. Ne bileyim geçenlerde saydım bir insanın içinden ilk etapta ortalama yüze yakın ben çıkıyor dostum ama bunların ne kadarı mesleki ne kadarı statüye ait ayrıştırmadım. Bunları ne mi yapıyorsun dersen dostum, işbu benlerden kimini çocuklarına veriyorsun, kimini arkadaşlarına, kimiyle ibadet ediyorsun elinden tutup camiye götürerek, kimiyle sonsuzluğun hangi ebatlarda olduğunu tartışıyorsun. Bazılarıyla geleceğe işaret eden bir bilimci büyütüyorsun içinde, bazılarıyla içine dalıp güzele bakan bir sanatçı. Bin bir emekle yetiştirip bakmaya kıyamadığın bütün bu benlere başka benlik kulvarına yazgılı bir fırlatma çıkıyor ve çelme takıp deviriyor ve sen ona kızamıyorsun dostum. Ah Nevzat ayakların sürçüyor artık dilimin yerine, ellisinden sonra yaşamak böyle bir şey galiba.

Şimdi “böyle mektup mu olur? Selam kelam olmadan insan mektuba böyle girer mi; hele kendi üzerinden yaptığı çıkarımlarla başlar mı söyleşmek” falan gibi şeyler dediğini duyar gibi oluyorum. Bunu hani o parçalarına ayırdığım kendilerimden biri haber veriyor bana, bir diğeri de onu, susmazsa eğer ruhumun kirli taraflarını temizlemekle tehdit ediyor. Yani içimde her şeye meraklı şaşkın biriyle, onun yaptığı her bir şeyi tehdit hailine getiren şantajcı bir öteki var. Yaşamanın bin hali bu olsa gerek, ben arda kalan o bir halini henüz görmedim.

İnsan kendinden de göç veriyor Nevzat, bu vaz geçmek olmasa bile, insan kendinden de gidiyor bazen. Bir şehir olmasan bile bir şehir gibi göç verip eksiliyorsun dostum. Benim başıma gelen 90’lı yıllarda Samsun’un da başına gelmişti, hatırla. Lakin onun verdiği göç aş için, iş içindi, o göç ekmeğe yönelik tarafına yaslanıyordu hayatın, ekonomisine, midesine yaslanıyordu. O yıllar koca şehir hacim kaybına uğramıştı adeta, ufalmıştı, artık çevre illerden gelen insan trafiğiyle de bir ilgisi kalmamıştı. Kimseyi kabul etmiyordu hanesine, tıpkı bugün benim olduğum gibi, ben de bu saatten sonra yeni tanıdığım birilerinin arasından belki bir dost çıkar da kendimi ona göre yeniden tanzim ederim demeyi bıraktım, seven tarafımı göçe feda ettim anlasana. Oysa şimdiki göç bana daha farklıymış gibi geliyor dostum, şimdi insanlar, aslında insanlar dediğim sizler, tanıdıklarım, sen, Dinçer, Şaban, Dursun Ali falan şehrin dilini de alıp götürdünüz bu göç denilen şeyle, kelimelerini söktünüz ağzından dişini söker gibi. Sizden sonra dilsiz ve hayalsiz kaldı çok şey. Dostum anlamadığım şey, her taşınanda bir İstanbul sevdası, bir büyükşehir havası var, halbuki biraz daha gayret etseydik, biraz daha sıksaydık dişimizi Samsun’dan bir İstanbul çıkaramaz mıydık? Kızılırmak ve Yeşilırmak arasını bir mezopotamya haline getiremez miydik? Gerçi göç edenler olarak sizi de anlamıyor değilim hani, İstanbul bir şehir değil artık, İstanbul orta büyüklükte bir ülke, hatta orta büyüklükten de daha hallice. Ah İstanbul, geçende bir resimde gördüm seni; ne kadar başkalaşmışsın, ne kadar hayallerin dışına taşmışsın o şişman görüntünle. Ah İstanbul, o kadar gökdeleninle ne kadar uzaklaşmışsın insandan, Fatih seni görse yine fetheder miydi?

Nevzat, 12 Eylül darbesi sonrasında kurulan devlet güvenlik mahkemeleri denen mahkemelerde benim de savcı karşısına çıkarılmışlığım, daha sonrasında da tutuksuz bir şekilde hakimin karşısında bulunmuşluğum vardır. Hiç unutmam bir keresinde hakim üst perdeden bir şeyler söyleyip tehditle nasihat arasında sıkışan bir iki cümle kurduğunda birden aklıma çocukken oynadığımız hakim-hırsız oyunu gelmiş ve ben yüzümün gerilen kasları arasında buna ilişkin müstehzi bir tebessüm yerleştirmiştim, hakim durumu anlamış olacak ki, gülmeye devam edersen seni içeri atarım dedi, der demez müstehzi hayalimle gerçeğin bileştiği yerde içimden bir ipekli mendil geçmiş gibi oldu ve ben gerçeğe dayanarak sustum, yüzüm birden bire frene bastı, ne yalan söyleyeyim apansız bembeyaz oldum. Sonradan anladım ki susunca serbestçe dışarda dolaşmana kimse bir şey demiyordu o zamanlar, konuşunca… konuşunca seni daha bir anlıyorum Nevzat. Aslında seni hem anlıyorum hem anlamıyorum, biliyor musun? Doğrusu benimkisi hak edilmiş bir nezaretti, seninkisi ise haksız bir mahkumiyet. Ben nezaretimde bir onur buldum Nevzat, senin mahkumiyetin dikenli bir halka gibi boynunda ve adaletsiz.

Bu yaşta bu terk edilişle sahip çıkılmayan bir eylem gibiyim Nevzat, bütün meşruiyetini yitirmiş bir yaşamağın kenarında öylesine kalakalmışım. Şimdi anlıyorum ki içimde, sadece susmak için büyüttüğüm bir dil var. Sessiz ve boğaza tıkanan kelimeleri var o dilin ve sana ancak sükûnetin kenarında konuşma izni veriyor. Duymanın zor duyup işittikten sonra icabet etmemenin imkansız olduğu bir dil bu. Gücünü sessizlikten alıyor galiba. Kendini, kendi içinden çekip çıkartacak kadar zorlu bir süreci bu dil üzerinden yaşayabiliyor insan. Böyle bir yaşamanın ucunda bazen gündüzü çalınan gece gibi oluyorsun, ama o başka. İşte o zaman zifiri bir karanlık açılıyor önüne, zifiri bir boşluğa doğru yürüyorsun, dilin sessizliği kuşanmış bir şekilde Cengiz’i düşünüyorsun, Aksak Timur’u sonra Hitler’i, Stalin’i, Kenan Evren’i düşünüyor, sahibi olmayan bir eylem gibi oluyorsun.

Sonra Nevzat. Öyle tam bir sonra yok aslında, burada yazdığım her cümleden, her ifadenin içinden sana selam ediyorum dostum, sana selam ediyorum. Şimdilik ve sonsuza kadar Allah’a emanet ol.

Şair – Mimar Mustafa KARAOSMANOĞLU

Recep YAZGANRecep YAZGAN