Röportaj
Giriş Tarihi : 23-03-2017 10:06   Güncelleme : 23-03-2017 10:06

ÖZDER Genel Başkanı Ahmet Akça: Milli İradenin Hâkimiyeti İçin Evet Demeliyiz

ÖZDER Genel Başkanı Ahmet Akça halk oylaması ve Cumhurbaşkanlığı sistemi ile ilgili sorularımızı cevapladı.

ÖZDER Genel Başkanı Ahmet Akça:  Milli İradenin Hâkimiyeti İçin Evet Demeliyiz

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi hangi zaruretten ortaya çıktı? Mevcut sistemle devam edilemez miydi? ne oldu durup dururken hükümet sistemini tartışmaya başladık?

MEŞRUİYETİNİ MİLLETTEN ALAN GÜÇLÜ BİR SİYASİ İRADE

Aslında konuyu durup dururken tartışmaya başlamadık çok partili süreçten beri tartıştığımız bir konuyu ilk kez bir irade çözüme dönük bir adım attı çünkü mevcut sistemin, Türkiye’nin geldiği toplumsal ve ekonomik düzey bakımından geri ve yetersiz olduğuyla ilgili tüm toplumun konsensüsü mevcut. Nereden mi biliyoruz? 12 Eylül darbe Anayasasının değiştirilmesi gerektiği geçtiğimiz 30 yılın temel tartışması. Hatta pek çok maddesi üzerinde de pansuman değişiklikler yapıp yalpalayarak yol almaya çalıştık. Ancak tüm toplumsal kesimlerin şikâyetlerinin merkezinde 12 Eylül Anayasasının bir an evvel değiştirilmesi zarureti dile getirilirken; bunu kimin, nasıl yapacağı söz konusu olunca sürekli olarak krizlerle karşı karşıya kaldık. Ak Parti hükümetlerine dek değişim risklerini göze alarak siyaset yapmaya soyunan olmadı. Popülist söylemelerin parçası olarak tüm siyasi taraflarca dillendirilse de işler değişikliği yapma aşamasına gelince, siyasiler ya geri adım attı ya da muhtıralardan darbelere bir dizi antidemokratik uygulama ile engellendi. Sözde ‘demokratik’ çalışmalar da meclis komisyonlarında CHP engeline ve zaman zaman da yargı bürokrasisine takıldı. Dolayısıyla mevcut sistemle devam etmek demek, ülkeyi bir süre daha bulunduğu yerde patinaj yapmaya zorlamak ve bir süre sonra da gelişemediği için gerileyen bir pozisyona mahkûm etmek demekti. Cumhurbaşkanlığı Sistemi, öncelikle mevcut sistemin ürettiği krizleri aşma zaruretinden doğdu.

Bugün geldiğimiz noktada meşruiyetini milletten alan güçlü bir siyasi irade, yıllardır ülkenin ayağına dolanmış bu prangayı söküp atma girişimini ete kemiğe büründürdü. Ve bunu yaparken metazori bir yöntem benimsemeyip, doğrudan millet iradesinin tecelli etmesine imkân sağlayacak bir referandum yolu ile meşruiyetin kaynağına yöneldi. Ve bir öneri sundu:

‘’Madem siyasi partiler ve meclis uzlaşarak yeni bir anayasa yapamıyor; o zaman yönetim sisteminde değişikliğe gitmek suretiyle, meşruiyeti güçlendirilmiş ve yürütmeden ayrılmış bir meclis ile yeni anayasayı yapalım. Bu esnada devlette devamlılık esası gereği meşruiyetini doğrudan milletten alan bir hükümet modeli ile istikrarı ve kalkınmayı da güvence altına alalım.’’

Buna mukabil muhalefet de bir öneri sundu: ‘’İstemezük! Sistem değişikliğine gerek yok, yeni anayasa da ihtiyaç değil!’’ demiş oldular. 17 Nisan sabahı bu iki öneriyi de gözden geçirecek olan millet, nihai kararı verecek.

Muhalefetin, ‘’Cumhurbaşkanlığı sistemi’’nin bir ‘dikta’ rejimini üreteceği iddialarını nasıl yorumluyorsunuz?

Yüzde 50+1’in dikta üreteceğini iddia etmek en hafif tabiriyle siyaset bilmezliğin yanı sıra Türkiye sosyolojisine ve tarihine “fransız” kalmakla ilgilidir. Dikta rejimleri fıtratları gereği çoğulcu yapılar değildir. Aksine, çoğulcu yapılar üzerinde baskı kurmak suretiyle tek tip siyasalar dayatan seçkinci dar zümre yönetimleridir. Tıpkı 12 Eylül konseyi gibi ve onun ürettiği darbe yasaları gibi. Mevcut anayasanın aşikâr diktatörlerin eseri olduğu ve seçkinci dar bir zümrenin imtiyazlarını koruyup kolladığı gözümüzün önünde dururken, bunu değiştirme önerisinin diktatörlük üreteceğini söylemek komedi değilse, muhataplarının aklıyla alay etmektir.

Türkiye sosyolojisinin katmanlarını ve yapısını aşağı yukarı az da olsa bilen biri, yüzde 50+1’lik blok bir zümrenin mevcut olmadığını da bilir. Yani %50+1 oy almak demek, pek çok farklı kesimin uzlaşısını sağlamak suretiyle desteğini almış olmak demektir. Dolayısıyla böylesi bir oran kaçınılmaz olarak çoğunlukçu değil, çoğulcu bir sosyolojik yapıyı ihtiva eder. Şayet böylesi bir oran yeterli görülmüyorsa, buna karşı yapılacak her maksimalist öneri, mevcut sistemin ve bu sistemden menfaatlenen odakların devamından yana olmayı ima eder. Ayrıca kim seçilecekse, adı üstünde ‘’Seçilecek!’’ Yani milletin onayının dışında bir yöntem önerilmiyor sistem değişikliğinde. Atama değil, veraset değil. Seçimle iktidara gelen ve bağlı olduğu yasa ve mevzuatlar çerçevesinde yönetmeye talip olan insanlara ‘diktatör’ demeye teşne odaklar, AB kraliyetleri ve fiili diktatörlükler için hangi terminolojiyi kullanıyorlar acaba? Örneğin Mısır’da Sisi için hangi tabiri kullanacaklar, demokrat mı?

150 yıllık bir parlamenter sistem geleneğinden vazgeçmenin Türkiye’ye olumsuz bir maliyeti olur mu? Hem içeride hem de dışarıda?

İLK DEMOKRATİK YÖNETİM MODELİ

Bir kere şunu düzeltelim. Türkiye’nin ne Osmanlının son döneminden ne de Cumhuriyetin kuruluşundan beri parlamenter bir sistemi hiç olmadı. Parlamento/Meclis’in fiziki varlığı, sistemi otomatikman parlamenter yapmaz. Siyasa belirleme gücü olmayan, olma ihtimali doğduğunda da darbelerle akamete uğratılan bir yapının parlamenter sistem olduğunu savunmak ya sistem bilmemek ya parlamento bilmemek ya da her ikisini de bilmemekle ilgisi olabilir.

150 yıllık bir yönetim geleneğinden bahsedilecekse bunun adını askeri ve sivil bürokratik vesayet geleneği koymak çok daha yerinde olur diye düşünüyorum. AB uyum kriterleri de bunu söylüyor. Fasıllarda sürekli reform beklentisi tam da bu bürokratik diktatörlük görünümü ve işleyişine dair. Haliyle önerilen Cumhurbaşkanlığı sistemi, bu topraklardaki ilk demokratik yönetim modelidir. Umuyorum ki daha demokratik/halkçı bir geleneği de büyütüp besleyecektir.

Kuvvetler ayrılığı ve bağımsızlığı meselesi de çokça tartışılan bir husus. Özellikle de yargı bağımsızlığı meselesi. Bu konuda neler söylersiniz?

Cumhurbaşkanlığı sistemi ile gerçek anlamda kuvvetler ayrılığı ve bağımsızlığı düzenine kavuşacağız. Yani henüz Türkiye böylesi ileri bir düzeye hiç tanık olmamıştı. Evet, retorik olarak bu kuvvetler ayrılığı prensibini daha önce çok duyduk. Yargının bağımsız ve tarafsız olduğu da söylenegeldi. Ama gerçekten böyle miydi? Yargının bağımsızlığından kasıt halktan bağımsız olduğu, halka hesap vermediği aksine, halka karşı girişimlerde, bağımlı ve tarafında olduğu vesayet odaklarından saatlerce günlerce brifingler alıp, halk karşıtı hukuksuz kararları onaylamaktı. Burada halktan bir bağımsızlık ve halkın tarafında olmadığı için hesap vermezlik söz konusuydu. Ancak milletten bağımsız bu kurumlar kime bağlıydı ve meşruiyetini kimden alıyordu? Başlı başına bir külliyat konusu bu ve hemen herkesin malumu olan ‘’eskiyi’’ bir yana bırakıp Cumhurbaşkanlığı Sisteminde önerilen ne, ona bakalım.

Üç temel erk: Hükümet, Meclis ve yargı. Meclisi doğrudan halk seçecek. Eskiden de halk seçiyordu. Değişiklik yok. Hükümeti de doğrudan halk seçecek ve meclisten bağımsız olacak. Eskiden meclisin içinden seçilip meclisin güvenoyuna bağlıydı. Bu değişecek. Doğrudan meşruiyetini halktan alan 2 erk belirlenmiş oldu. Yargıyı doğrudan halk seçmeyecek. Eskiden de seçmiyordu. Şimdi yargıyı, meşruiyetini halktan doğrudan alan iki erk, meclis ve hükümet belirleyecek. Ve yargı ilk defa dolaylı meşruiyet yoluyla halka bağlanacak. Dolaylı meşruiyet yoluyla halka bağlanırken, meclisin belirlediği yasaları da eğip bükmeden adaletin gereği olarak iki gözü kapalı tüm vatandaşlara eşit biçimde uygulayacak. Tek gözünü açıp kimin kararını onadığına bakamayacağı için de kararları uygularken tüm baskı odaklarından gerçek anlamda bağımsız olacak. Tarafsızlık ilkesinden beklenti de budur zaten. Yoksa aksi durumda yani şu anda olduğu haliyle meşruiyetini doğrudan ya da dolaylı olarak halktan almayan bir erkin taraf olup bağlandığı yer, kendisini o makama getiren odak olacaktır. Bugün sistem değişikliğine itirazın arkasında görünen temel motivasyonun, çeşitli güç odaklarının halktan bağımsız olarak dengeler üzerine üretilmiş mevcut sistem üzerindeki hegemonyalarının ellerinden kayıp gitme endişeleridir.

Partili Cumhurbaşkanı modelinin tarafsızlığı zedeleyeceği iddiaları için neler söyleyebilirsiniz?

HER VATANDAŞIN OYU VE MİLLİ İRADEYE YANSIMASI EŞİT OLACAK

Partili Başbakanların sistemsel düzeyde tarafsızlığı ihlal ettiğine dair tartışmalara nedense hiç tanık olmadık. Başbakanların vaat ettiği politikaları uygularken, vaatlerine sadık kalıp kalmadıkları, vaatlerini sonuçlandırıp sonuçlandırmadıklarıyla ilgilendik. Hükümet yapısından Başbakanlığı kaldırıp yetkilerini Cumhurbaşkanlığına teslim ettiğimizde, partili olmak daha evvel problem değilken şimdi hangi sorunları üretecek? Hiçbir sorun üretmeyeceği gibi aksine parti üzerinden yerelle bağlarını ve yerele karşı sorumluluğunu tahkim edecek. Zaten itiraz da burada başlıyor. Devletin zirvesinin her yönüyle millete bağlanması, milletle özdeşleşmesi, millet dışında hiçbir çıkar odağının iradesinin hukuksuz biçimde sisteme nüfuz edemeyecek oluşu, dar menfaat oligarklarını rahatsız ediyor. Gerçek anlamda bir hukuk devletinden bahsedeceksek, öncelikle o devletin teşekkül ettiği toplumun tüm fertlerinin iradelerinin eşit biçimde yönetime yansıması zorunludur. Kimileri daha fazla güç sahibi diye daha haklı olmuş olmazlar, olamazlar. Ancak bugüne kadarki sistemin yazılı olmayan temel ilkesi, imtiyazlı azınlıkların milletten üstün ve daha haklı oldukları kabulüydü. ‘Dağdaki çobanla bilmem hangi profesörün oyu bir mi?’ tartışmalarının ana fikri, eski sistemin çarpık mantığının popüler ifadesiydi. Evet! Bundan sonra kimliğine bakılmaksızın her vatandaşın oyu ve milli irade olarak politikalara yansıması eşit olacak! İçerideki köhne güç mahfillerini ve bunların dışarıdaki hamilerini rahatsız eden tam da bu imtiyazlarını kaybedecekleri gerçeğidir. Dolayısıyla bu gerçeğin üstünü örtebileceklerini düşündükleri her yalana ve kara propagandaya hırsla sarılıyorlar.

Cumhurbaşkanının kararnameler çıkarabilecek olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

İçinde bulunduğumuz dünyanın işleyiş, gelişme ve değişim hızı dikkate aldığında, bu değişime ayak uydurabilecek dinamik bir yönetişim modeline ihtiyacımız var. Bu sadece Türkiye’nin ihtiyacı değil. İster gelişmiş olsun isterse gelişmekte olsun, zamanın ruhunu okuyabilip o yönde hızlı adımlar atmak zorunda olan tüm toplumların meselesi bu. Bu çerçevede yeni sistem önerisi bize bir tür siyasal ve ekonomik ‘fiber optik’ hızı kazandırmayı vaat ediyor. Bunu yaparken de bir dizi denetleme ve istişare mekanizmasını devreye sokuyor. Yani bu kararnameler lâyüsel, tartışılmaz ve bozulamaz kararlar değil. Zaten değişiklik paketinde tafsilatıyla açıklanmış. Ancak yine kara propaganda makinesi, her başlıkta olduğu gibi toplumu manipüle etmeye devam edebilmek ve değişimin önünü kesebilmek için türlü çarpıtmalara giderek, meseleyi özünden saptırıp Sn. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına indirgemeye ve bunun üzerinden niyet okumalarını tespitmiş gibi sunarak toplumsal bilinci yaralamaya çalışıyor. Oysa milletin basiret ve feraseti bu tür ucuz oyunlarla manipüle edilemeyecek denli ulvi bir şuurla mücehhezdir. Bu söylediğim içi boş bir hamaset önermesi değil aksine kendini defaatle ispat etmiş bir tespittir. Hem Cumhuriyet tarihi boyunca milletin demokrasi mücadelesi hem de son 15 yıllık Ak Parti hareketi bunun somut delilleridir.

Devlet bürokrasilerinin çalışma koşularına haiz olanlar bilirler ki, devlette yazılı kanun, kararname, genelge, mevzuat vs. gibi prensiplerin dışında işlem yapmak mümkün değildir. Bürokrasinin alışkanlıkları, hızlı karar alma ve işi bir an önce sonuçlandırmanın aksine; beklemek, hata yapmamak ve mümkünse hiç yapmamak eğilimindedir. Belki 500 yıl evvel böyle davranmak mümkündü, zaman yavaş akıyordu ve aceleye mahal yoktu. Ancak bugünün dünyasının hızını yakalayabilip gelişmek, öncelikle bu hantal zihniyetten arınıp bürokrasilerin işlevsel düzeyde harekete geçirilip işlerin sonuçlandırılmasıyla mümkündür. Daha açıkçası, bürokrasilerin sivil iş dünyasının önünde engel oluşturma döneminin kapanıp hem ulusal hem de uluslar arası ölçekte geniş pazarlarda etin olma, gençlerimizin daha müreffeh bir gelecekte özgüven içinde dünyada saygın bireyler olmaları imkânlarını üretmektir. Dolayısıyla, bürokrasinin standart işi yokuşa sürme repliği: ‘Efendim şunu şunu yapamıyoruz çünkü mevcut mevzuat bunu karşılamıyor.’ türü bahaneleri, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile ebediyen ortadan kalkmış olacağı için mümkündür ki milletin sırtında kambur bir bürokrasi değil, milletin önünde koşan ve ekonomik dünyanın fethine katılan çalışkan ve üretken bir bürokrasimizin müjdesidir bu başlık.

 Son gelişmeler ekseninde AB, Almanya ve Hollanda’nın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AB’nin merkez ülkesi konumundaki Almanya’nın son yıllarda Ak Parti Hükümetlerinin karşısında muhalif konumlanışı bir sır değil. Gezi süreci, terör örgütleri ve FETÖ hadisesinde sergiledikleri tutum niyetlerini özetler nitelikte. Özellikle referandum süreciyle birlikte bu konumlanma biçimi muhalif tutumdan ‘düşmanca’ bir tutuma evirilme emareleri göstermeye başladı. Bunun tarihsel nedenlerinin yanı sıra güçlenen Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin artmasıyla da ilişkili olduğuna şüphe yok.

Tarihsel nedenler derken; Osmanlı’nın son döneminden itibaren Osmanlı-Almanya ilişkileri, asimetrik biçimde Almanya lehine gelişti. Osmanlı’nın parçalanması ve Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da bu eşit olmayan ilişki biçimi Almanya lehine güçlenerek devam etti. Türkiye ekonomisinin zayıf oluşu, içeride ve dışarıda milli bir siyaset üretmesini zorlaştırdı. Bu durum, Osmanlı bakiyesi hinterlandın ve hatta bizzat Anadolu’nun Almanya’nın siyasi ve ekonomik nüfuzunun baskısı altında şekillenmesine imkân sağladı. Prusya ekolünden yetişen ittihatçı kadroların, Almanların ‘doğal’ müttefiki olarak ülke siyasetinde egemen olmaları da devletin teşekkülünde Batı paradigmasını hâkim kıldı ve özelde Almanya’nın Türkiye üzerindeki siyasi ve ekonomik etkinliğini arttırarak Ak Parti hükümetlerine dek sürdürmelerini sağladı. Batıcı kadrolar eliyle şekillenen yönetim yapımız ister istemez Batı’nın menfaat alanlarını genişleten bir ekonomik yapılanma modeline mahkûm edildi. Bu birbirini besleyen paradoksal durum ülkeyi ve milleti zayıflatırken, oyun kurucuları sürekli bir vesayetin hâkimi kıldı.

Ak Parti hükümetleriyle birlikte kalkınan ve ekonomisi güçlenmeye başlayan Türkiye, kaçınılmaz olarak eski yapıdan beslenen odakları ve onların dışarıdaki hamilerini fazlasıyla rahatsız etti. Bu ekonomik büyümenin devletin yönetimsel yapısında milli bir değişim olarak yansıması da kaçınılmazdı ve bugün karşı karşıya kaldığımız gerilimin ana nedeni tam da bu büyük menfaatin milletin lehine mi yoksa statükonun lehine mi sonuçlanacağı mücadelesidir.

Hollanda’nın tutumu AB’nin ve özelde merkez ülke Almanya’nın tutumundan bağımsız değildir. Her ne kadar, Hollanda’daki seçimlerin de krizin tırmanmasında etkisi olduğu söylense bile, asıl neden Türkiye’nin genişleyen pazarının AB’yi rahatsız etmesidir. Bu durumun Türkiye’nin güçlenmesiyle devam etmesi, yakın gelecekte AB’yi geriletecek bir pozisyona mahkûm edeceğinin erken işaretleri olarak algılanmaktadır.

Bu referandum bize nasıl bir gelecek vaat ediyor?

HAKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİN OLACAK

Öncelikle bu referandumla ilk kez tam anlamıyla ‘’hakimiyet bila kaydu şart milletindir’’sözü tecelli edecek. Aynı zamanda Bu referandum bize, geleceğin kapılarını açıyor. Bu bir başlangıç. Bir sonuç değil. Asıl yolumuz bundan sonra başlıyor. Evrensel standartlarda yeni bir anayasa yapabilmemizin zeminini hazırlıyor. Ve kuralları yeni dünyaya uyum üzerine şekillenmiş yeni yönetişim yapımızla milleti, muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkartmayı vaat ediyor, vaadin büyüklüğü ve çekiciliği süslü bir retoriğe dayanmıyor. Gücünü milletten ve gerçeklikten alan, genç nüfusunun potansiyelini dünyaya açmayı hedefleyen büyük bir devrimin arifesindeyiz. Ve inanıyorum ki 17 Nisan sabahı yeni bir dünyaya uyanacağız….

Akasyamhaber

adminadmin