Fikir
Giriş Tarihi : 21-02-2021 05:42   Güncelleme : 21-02-2021 05:42

Bir Orta Kaya Olarak Alaeddin Özdenören

Belli nesiller, belli çağların benzer baskıları altında benzer yükleri omuzlamışlar görünüyor. 1970’lere kadar bu topraklarda doğan insanların, ben geçmiş yüzyılda doğanlardan pek farklı olduğunu zannetmiyorum. Şimdi “ne bakımdan?” diye soracaksınız. Hayata iştirak eden mevcutlar bakımından diyeyim.

Bir Orta Kaya Olarak Alaeddin Özdenören

1962 doğumluyum. İlkokuldayım, bir köyde. Elektrik yok, evlerde su yok, TV yok, radyo yok.. Soba yok, kalorifer zaten bir mit olmalı. Telefon yok. İnsanlar tarlaları at veya öküzle sürüyorlar, kara saban yani. Biçerdöver yok, ne var? Harman var. Buğdaylar orakla (sonradan tıpan icat edildi) yığın yapılıyor, güneşte kurutuluyor, sonra geniş bir meydana seriliyor, buna harman deniyor. Bir atın çektiği, döven, ki döven, altı çok keskin çakmaktaşlarıyla döşeli bir ağaç, tahta demek. Bir adam, dönenin üstüne çıkıyor, ayakta, elinde atın dizginleri. Adam atı, harman boyunca daire şeklinde buğdayın üzerinde sürekli döndürüyor. Bu dönmeyle altı keskin çakmak taşı döven de dönüyor ve döndükçe o keskin taşlar buğdayların üzerinde buğdayla sapı keserek birbirinden ayırıyor. Dövenin altında artık parça parça olmuş buğday sapları ki bu samandır, o samanlarla beraber buğday taneleri…

Sonra, adam eline yabayı alıyor, yaba, kürek gibi, samanlı buğdayı yabayla havaya savuruyor, rüzgar hafif olduğu için samanı ileri atıyor, buğday taneleri de ağır olduğu için tam aşağı düşüyor ve böylece buğday taneleri ile saban ayrıştırılmış oluyor. Diyelim rüzgar yok, ne olacak? İşte o zaman durum vahim oluyor. Yani her şey iptidai şartlarda. Daha sonra buğday çuvallara konulup ambarlara götürülüyor, saman da istiflenip kışın yiyecek olarak hayvanlar için samanlığa depolanıyor. Eve buğday lazım oldukça, su ile çalışan değirmene gidiliyor, sıraya giriliyor ve buğday, su tarafından döndürülen iki büyük taşın arasında ezilip un oluyor.

O un eve getirilip teknede hamur yapılıyor, evin önündeki fırında ekmek pişiriliyor ve yeniyor.

İyi de yukarıda anlattığım bütün işlem basamakları yüzlerce yıl hep aynıydı. Yani ben 1962’de değil de 1762’de doğmuş olsam bu işlem basamakları eminim pek değişmeyecekti.

Peki ne zaman değişti? İşte orası ayrı bir konu. Ama ben, o binyıllık değişimleri adım adım gören son nesilim. Çıra veya idare lambasından gaz lambasına, orada lüxe, oradan, armut ampüle, oradan floresan’a, oradan spotlara, şimdi led ile apaydın bir dünyaya. Biz işte o ara nesiliz ve çok şey gördük, çok şey…

Bu yazı vesilesiyle Alaeddin Özdenören okumaları yaptım. Rasim beyi bilirdim, okumuştum, hatta onunla ilgili bir yazı da yazmıştım. Fakat ne yalan söyleyeyim bir iki şiiri hariç Alaeddin beyi okumamıştım. Niye okumamıştım? Tanpınar, en yakınlarımızı bile okumadığımızı söylüyor. Aynen öyle olmuş. Ama yine bu yazı vesilesiyle olan bir şey de, gerçekten önemli bir düşünce insanını okumaktan mahrum kaldığımı anlamak oldu.

Alaeddin Özdenören’in özellikle kendi hayatı ve yaşanmışlıkları, tarih, devir, insan, sistem eleştirileri bende bazı düşüncelerin uyanmasına sebep oldu. Yazıya girişte dediğim gibi, benzer çağların insanıyız, aramızda yirmi yıllık bir fark olsa da, anlattığı yılları ve o yıllarda bize eşlik eden varlıkları göz önüne getiriyorum, okullarda öğretmenler tarafından gördüğümüz “insansızlık” muamelesini düşünüyorum, kitap okuma maceralarımızı, kitap mahrumiyetleri, sürekli göçleri (ben de ilk okuldan üniversiteye kadar yedi farklı yer gezmişim) düşünüyorum.

O kadar benzer bir coğrafya, zaman ve imkanların (veya imkansızlıkların mı diyeyim) insanlarıyız ki!

Fakat aramızda büyük bir fark var. O bir sanatçı ve her sanatçı gibi kendi beninden çıkarak insan beninin, varlık karşısında hayretten apışıp kalmış açmazlarına sorular/cevaplar yetiştiriyor. Bize insanı anlatıyor, anlam arayan insanı, bulamayan ve hayrette kalan insanı.

Bulamayacağını bilemeyen, ısrarla hala bulacağına inanmış insanı. Ama o diyor ki aramak asıl olandır, bulmak değil. Aramaya devam edeceğiz, bulunması gerekeni bulacağımız ümidiyle.

Özellikle ölüm karşısındaki kabullenemeyişleri veya zor kabulleri onları bizlerden çok farkı alanlara taşıyor. Ama bizler sıradan insanlarız, sanatın altın burçlarında kendimizi anlatmanın ve bu anlatmaya insanlığı ortak etmenin imkanlarından mahrumuz. Onların yakaladığı ve insanı haykıran dil, bizim için bir muammalar çarşısı. Bir şeyler hissediyoruz, anlamaya çalışıyoruz.

Bu yazıda; onu okurken, hem onun bana hayli ilginç gelen tespitlerine dikkat çekmek istedim; bu isteğimiz sebebi, onun dikkat çektiği hemen her mesele, bir medeniyet problemi olarak hala kucağımızda çözüm bekleyen, kangıran olmuş meseleler, mesela eğitim gibi, hem

de onun bana çağrıştırdıkları kadarıyla o meseleye dair kendi yaşantılarımı ve görüşlerimi de bu vesile ifade etmeye ve onun dikkat çektiği meselelere dair kendi dikkatlerimizi arz etmeye gayret sarf ettim.

Sonuç, Namık Kemal’in şu meşhur beytindeki hakikatin tekraren tezahürü oldu:

Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umumidir Kemal

Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına

“Şikayet ettiğimiz mevzular, hemen herkesin dertleri, acıları ve ıstıraplarıdır. Yoksa biz zerre kadar kendi derdimizin peşinde değiliz.”

SİZİN ORTA KAYA’NIZ NE

Alaeddin Özdenören’in, Unutulmuşluklar adlı kitabının ilk yazısı Orta Kaya başlığını

taşıyor. Özdeneren henüz çocuktur, Munzur çayı kıyısında, yazları arkadaşlarıyla serazat yüzmektedirler, çocukluğun cennet bahçeleri anlattığına göre. Nehrin orta yerinde bir yerde büyük bir kaya vardır, çocuklar ona Orta Kaya adını takmışlardır, yüzerek bu kayanın yanına gelirler, onun üzerine çıkar ve sohbeti koyulturlar.

Bir seferinde çocuklar ırmakta bir kütük görürler, onunla oynamaya başlarlar, biraz sonra suyun da sert akmasıyla oyun tehlikeli hale gelince çocuklar kütüğü bırakıp sahile dönerler, ama Alaeddin kütüğü yakalamak hevesindedir, fakat biraz sonra su daha da azgınlaşır, çocuk Alâeddin “sanki bayırdan yuvarlanır gibi” suda o taştan bu taşa vurarak sürüklenir, tam bir felakete doğru giderken kendini birden Orta Kaya’nın yanında bulur, son bir can havliyle kayaya çıkar ve kurtulur. İşte bu anı onda derin izler bırakmıştır. Sadece izler değil, bu Orta Kaya’yı kendi hayatında bir kavrama dönüştürür. Neyin kavramına veya metaforuna?

Kurtuluşun:

“Hayatımı Orta Kaya’ya borçluyum. Bu nedenle Orta Kaya, kurtuluşun bir sembolü olarak yaşadı zihnimde hep.” İşin daha da ilginci, bu Orta Kaya, çocuk Alaeddin’in bir sembolü olmaktan çıkar ve büyük Alaeddin Özdenören onu insanlık için de bir metafora dönüştürür:

Hayatının hangi döneminde ve hangi sebeple olursa olsun, bir onulmaz akıntıya kapılıp gidenlere, güçlerinin tükenmekte olduğu bir dönemeçte tutunup kurtulabilecekleri bir Orta Kaya gerekli.”1

“Hayat her tarafı tehlikelerle dolu bir yol/yolculuktur” metaforu burada çok güzel kullanılmış. Hepimiz bu yolun istisnasız yolcularıyız. Ama herkes bu azgın sularda sürüklenirken bir Orta Kaya bulamıyor, bulsa bile ona ulaşamıyor, ulaşsa bile tutup çıkamıyor.

Bu yazı bana, yaratıcı yazarlık dersleri için mükemmel bir numune olarak geldi. Çok güzel bir örnek. Herkesin bir Orta Kaya’sı vardır mı acaba? Varsa nedir?

SİZİN TO BE OR NOT TO BE’NİZ NE

1 Alaeddin Özdenören, Unutulmuşluklar, İz Yay., İstan ul 2015, 2. Baskı, s. 9. Aynı hatıra, Alaeddin Özdenören’in Geleceğin İnsanı (Hece Yay., Ankara 2006) adıyla yayınlanan kitabının Batılılaşma Üzerine bölümünün Önsöz’ü olarak da alınmış, s. 125-126

Alaeddin Özdenören, Yolculuk adlı denemesinde okul yıllarının sıkıcı, boğucu, kahredici, insana canlı canlı zulüm yıllarını anlatıyor. Kendi hayatından örnekler bunlar tabi ki ama bunu genellediği de olmuş. Üç tane arkadaşının öğretmenlerin dayak ve şiddeti yüzünde kulak zarının patladığı yazıyor bu denemede. Okul hayatının “insana zerre kadar değer vermezliğinden” yakınıyor.2 Bir başka kitabında, parası olanlara yüksek notlar veren, olmayanı ise sınıfta bırakacak kadar “cibilliyetsiz” dediği öğretmenlerden bahsediyor.3

Onun bu yakınmaları aklıma “çocuk da insan mıdır ki?” gibi saçma bir soru getirdi.

Kendi özel okul hayatımdan da yola çıkarak sorabilirim bu soruyu. Okul hayatımız boyunca hangi hocamızdan “insan” muamelesi gördük? Hep “çocuk” muamelesi, daha da beteri “öğrenci” muamelesi görmedik mi? Peki kimdir öğrenci? En basitinden insan değildir; bir makine muamelesi görür; derslerine çalışmalı, ödevlerini muntazam yapmalı, asla devamsızlık yapmamalı, öğretmenlerine, idarecilere, yasa ve yönetmeliklere uymalı, saçlar tıraşlı olmalı, kıyafet düzgün olmalı, sınavlarını muhakkak geçmeli, zinhar kopya çekmemeli, arkadaşlarıyla itişip kakışmamalı, sakın ha dövüşmemeli, dışarıda fazla oynamamalı, boş vakitlerinde ders çalışıp test çözmeli, ana-babasını mahcup etmemeli… Peki bir “insan yavrusu” olan bu öğrenci denen mahlukun duyguları, düşünceleri, özel bir hayatı, hayalleri, sıkıntıları, dertleri, kasvetleri yok mu? Ben de ne sorular soruyorum öyle, öğrenci altı üstü, altı üstü öğrenci, bunlar ne saçma sorular değil mi?

İlk defa lise 3. sınıfta başım ağrımıştı. Şiddetli bir baş ağrısı ve ben öğretmenlerin parmakla gösterdiği bir öğrenciyken bile, ilk defa müdür yardımcısına gidip, ilk defa başım çok ağrıyor diye izin istemiştim. Müdür yardımcısı demişti ki bana “ne baş ağrısı, okul kaçmak için yalan söylüyorsun, hadi sınıfına!” Altı üstü öğrencisin, öğrencinin başı mı ağrır yani. O anı hiç unutamıyorum. Hiç devamsızlık yapmamış, bir defa bile okulu kırmamış, örnek bir öğrenci olan ben bile bu alçaltıcı muameleye maruz kaldıysam acaba diğerleri nen alemdeydi?

Öğrenciyi tıpkı yukarıdaki tasvirlerdeki gibi bir robottan ibaret gören ve öğrenciye sürekli hakaret eden ve ona zerrece insan muamelesi yapmayan hocalarımız vardı, tıpkı Alâeddin Özdenören’in bu yazısında bahsettiği öğretmenler gibi. Lise son sınıfta, bir ikmal sınavında bana hala laf sokmaya çalışan bu hocalarımdan birine demiştim ki: “Bir gün öğretmen olacağım ve asla sizin gibi olmayacağım!”. Hamdolsun bir gün öğretmen oldum ve asla onlar gibi bir öğretmen olmadım. Nasıl evladım geldiği zaman ayağa kalkıyorsam, öğrencim geldiği zaman da muhakkak ayağa kalkmaya çalıştım, çok özel bir durum olmadıkça.

İnsanın işini sevmeden sevdirmeyeceğine, sevdiremediği zaman da muhataplarını öğrencilikten nefret ettireceğine bütün kalbimle inandım. Bu yüzden işimi, yani edebiyat öğretmenliğini fevkalade sevdim, öğrencilerimi bir velinimet olarak gördüm ve onları da sevdim ve dolaysıyla işimi de öğrencilerime sevdirdiğime inanıyorum.

Alaeddin Özdenören, işte bu Yolculuk4 adlı hatırasında kendi okul yıllarının korkunç ve nefret ettirici anılarını saymış acı bir dille. Kendi okul yıllarım aklıma geldiği için araya girdim, mazur görüle. Bu denemesinde nakil aldırarak İstanbul’a geldiklerini anlatıyor. Elinde bir tasdikname vardır ama bu tasdikname hiç de iç açıcı değildir: “İstanbul’a nakil yapmak zorunluluğu doğunca (lise üç) elime tutuşturulan tasdiknamenin üzerinde şunlar yazılı: ihtar, tekdir, üç gün okuldan uzaklaştırılma, bir hafta okuldan uzaklaştırılma ve bunların tekrarı.”

Genç Alaeddin elinde bu tasdikname ile şu soruyu sorar kendine “Acaba beni hangi okul kabul edecek?” eline tutuşturulan bir tasdikname ile kendisine okul aramayanlar bu acıyı ve trajediyi bilemezler. Onlar artık düşük ilan edilmişlerdir, iraptan mahalleri yoktur, onlar artık dış kapının mandallarıdır, hatta ailenin yüz karası olmuşlardır ve kesinlikle bembeyaz pirinçler içinde diş kırmaya namzet kara taşlardır onlar. Ben bu tasdiknameli cüzzamlıları bir takım metaforlarla vermeye çalıştım bir evvelki cümlede, Özdenören daha bilinen ve neredeyse insanın açmazlarının evrensel sembolü olmuş bir cümleyle tasvir etmiş onların durumunu kendi açmazlarından yola çıkarak: “Acaba beni hangi okul kabul edecek! İşte bütün mesele (To be or not to be).

Alaeddin Özdenören, tam da çocuğu insan yerine koymayan zihniyeti yerin dibine sokarcasına, Shakespeare’in bu ünlü cümlesini bambaşka bir boyuta taşımış: “To be or Not to be” sadece, büyük felsefi açmazların, insanın varlık yokluk ayrımına getirildiği kavgalarının cümlesi değildir. Bir çocuğun bile “to be or not to be” dediği anlar vardır. Peki sizin T”o be or not to be’niz nedir veya neydi?

Kitabın ilerleyen sayfalarında bu sefer öğretmen olduğu yılların bir hatırasını nakletmiş.

O, benim öğretmenlerime söylediğim “sizin gibi öğretmen olmayacağım” sözünün hakikatini yerine getirmiş ve öğrencilerine, asla öğretmenlerinin onlara davrandığı gibi davranmamış:

“Çocukları okumaya sürüklüyorum. Okulun kütüphanesine çekidüzen veriyorum. Çocuklar kütüphaneye alışıyor. Beni seviyorlar…”5

Alaeddin Özdenören’in eğitim üzerine sarf ettiği düşünceler aslında ülkemizdeki eğitim (eğitimsizlik mi desem) kaosunu da göstermeye kafi. Bir yazısında eğitimin amacını şöyle belirlemiş: “Eğitimin amacı, bireye sosyal bir bilinç kazandırmaktır. Sosyal bilinç kavramının içeriğinden o toplumun insan, hayat ve tabiat hakkındaki görüşlerinin bir birliği anlaşılmalıdır.

Eğitimin amacı bu birliği insan teklerine kazandırmaktır.” Peki bizim ülkemizdeki eğitimin durumu nedir bu bilinci kazandırma safhasında: “Oysa bizim toplumumuz bakımından durum tam tersi oluyor. Yani bizde eğitim kurumu, sosyal birliğin görüş tarzını kökünden değiştirmek, ona bir yön vermek istiyor. Bu durumda bir eğitim kurumundan bile söz açmak yerinde olmaz.”

Niye bir “kurum”dan bahsedemiyoruz? Çünkü “bir kurum” olmanın şartları var ve şartlar bizde teessüs etmemiş: “Çünkü bir fikrin kurumlaşması demek, keyfe bağlı olarak o kuruma bir yön vermenin mümkün olmaması demek. Bizde eğitim kurumlaşmamış, bireyin kişisel görüşlerinden bağımsız, objektif bir kimliğe bürünememiştir….” Sonra Özdenören, sadece eğitim değil, hemen her kurumumuzun en derin zehirleyici sorununa parmak basıyor: “Eline yetki geçiren herkes, kendi kişisel inançlarına ve bağlandığı değerlere göre, eğitime bir yön vermeyi deniyor.”6

TEK PARTİ ŞEFLİĞİNİN ZEHİRLİ RÜZGARLARIYLA SAVRULMUŞ BÜYÜK DOĞU

İnsanın çektiği acıları, akla mantığa sığmaz, dağ olsa dayanmaz acıları anlatmak için milletimizin bulduğu çok derinlikli ve ıstırap verici bir deyimimiz vardır: Başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemek. Bu ülkenin, bu aziz milletin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Çok yakın bir tarihte üç kıtaya hükmeden dünyanın en büyük devleti yıkılmış, bu devletin külleri üzerine kurulan devlet bu milletin dilini, dinini, alfabesini, kitaplarını bir müddet rafa kaldırmış, kutsal kitabının okutması/öğretilmesi yasaklanmış, öğretenler akıl almaz işkencelere uğramış, annemin de anlattığı gibi, dışarda iki üç nöbetçi eşliğinde ahırlarda Kur’an öğrenilmeye çalışılmış, asırların mirası göz nuru, el yazması, o muazzam kitaplar yakalanırız korkusuyla diri diri toprağa gömülmüş, bir zaman tek gayesi İ’lâyı kelimetullah (Allah’ın adını yeryüzüne yaymak) olan milletin evlatlarına “Allah” demek yasaklanmış…

Bunların ne romanı yazıldı kulaklara küpe olacak, ne de bu zulmün bir filmi yapıldı.

Sanatımız bunlara hala bigane. Ara sıra sanat eserlerimizde bu facialardan minik sahnelere rastlıyoruz. Alaeddin Özdenören Zehirli Rüzgar adlı denemesinde o trajik günlerden kalmış bir hatırasını naklediyor.

Yıl 1960’dır. Maraş’tadır. Koreli Ahmet adlı birinin dükkanındadır, biraz sonra Koreli Ahmet onu evine davet eder, giderler, güzel bir yemek yerler. Ahmet ona birden “hele gel, sen bunları gördün mü?” der ve Alaeddin’i evin altındaki ahıra götürür. Orada bir taşı kaldırır ve esrarlı bir iş yapıyormuşçasına eliyle “sus” işaret yaparak ona bir şey gösterir.

Gerisini kendisinden okuyalım: “Taşları kaldırırken esrarlı bir tavırla parmağının dudaklarının üzerine götürüp ‘sus’ işareti yapıyor. Büyük Doğu ciltleri; yıpranmış, rutubetlenmiş, kararmış.” Taşların altında bir suç unusuru gibi saklanmış, yıpranmış, kararmış bu tehlikeli nesne Necip Fazıl’ın çıkarmış olduğu Büyük Doğu dergisinin farklı nüshalarıdır.

Peki ne işi vardır bu dergilerin ahırda, taşlar altında gizlenmiş bir halde, sanki bir cinayet aleti gibi? Bunun cevabını “Ahmet diyorum, bunları burada ne diye saklıyorsun?” diye soran Alaeddin’e Koreli Ahmet verir: “Babam saklamış, ben de saklıyorum. Bu adam Müslümanlığı yayıyormuş, o yüzden.” Müslüman bir ülkede Müslümanlığı yaydığı için yargılanan, hapislerde çürüyen, ömrü kovuşturmalar, mahkemeler, sürgünlerle geçen insanların ülkesidir bu ülke.

Alaeddin Özdenören Koreli Ahmet’in bu korku dolu cümlesi sonrası şöyle bitiriyor yazısını: “Şimdi düşünüyorum: Demek ki tek parti şefliğinin zehirli rüzgarı daha dinmemiş.” 

Birden, hayal meyal, çocukluk çağlarımın küller arasında, dumanlar, isler ve aceleci, koşuşturmacı adamlar eşliğinde bir cami bahçesinde yakılan eski kitaplar geliyor gözlerimin önüne. Acaba bu kitaplarda o zehirli rüzgarın tesiriyle mi yakılmıştı? Biz de ihtilal yıllarında

doğmuşuz (1962 doğumluyum). Maraş’ta, Büyük Doğu mecmuasını, bir ahırda, taşlar altında, dehşetle saklatan korkular, benim çocukluk çağımın hatırasını da zihnime taşıyan benzer korkuların ürünü müydü acaba?

Bu rüzgarın bugün, bir yerlerde pusuya yatmış bir halde, yeniden zehir saçmaya çalışacağı günleri iple çekmeye hasret bir halde beklemediğini kim iddia edebilir?

NASIL YATARIZ NASIL KALKARIZ?

Korkulu rüyalar gördüğünü söyleyen ve bu yüzden kâbuslarla uyanan çocuğa annesi sesleniyor: “Yavrucuğum sen, yatarken dua okumuyor musun?”. Bu sesi hemen her Müslüman Türk evladı annesinden/nesinden/ablasından duymuştur diye düşünüyorum. Çocukluğumda bu dualar, ne olduğunu bilmediğim karanlık bir alem olan uykuya daldığımızda bilinmez, ürküntülü boşluklara, gaipten gele korkun seslere, duvarlarda oynaşıp kıpraşan hayaletimsi siluetlere karşı bize emniyet telkin eden eşsiz sığınaklar olurdu. Bu, bizim medeniyetimizde çocuğu insan yerine koyan annelerin bir ikramıydı. Alaeddin Özdenören, bu dua-ninni’lerden en çok bilinenlerden birini bir yazısına konuk etmiş, çok hoşlandığım için paylaşmak istedim:

Yattım sağıma

Döndüm soluma

Sığındım Süphanıma

Melekler şahit olsun

Dinime imanıma

Yattım inşallah

Kalkarım maşallah.”

Korktuğumuz zaman annemize sığınır, o bize “korkunun anlamsızlığı” üzerine bir nutuk çekerek bizi kovmaz, aksine korkumuzu doğal karşılar ve nasıl baş edeceğimiz söylerdi bize.

Ben buna “Çocuğu adam yerine, insan yerine koymak” diyorum. Ve sağlıklı bireyler ancak ve ancak çocuğunu adam sayarak muamele edenlerden çıkıyor.

Bu bölümü yazarken Rahmetli Cahit Zarifolu’nun çocuğu adam yerine koymak üzerine fevkalade bir dikkati geldi aklıma:

Zarifoğlu, Afgan cihadının sembol isimlerinden Muhammed Maruf’u anlattığı bir mektubunda onu her şeyiyle övüyor. Çalışkanlığı, cihada inanmışlığı, sabrı, azmi... Bir seferinde onu evine davet ettiğini ve bundan şeref duyduğunu özellikle ifade ederek Maruf’un çocuklara davranışındaki olağanüstüye hayretle işaret ediyor:

“Kapıdan girer girmez çocuklar karşıladılar ve o tek tek:

-Siz Betülsünüz, siz Ayşesiniz, siz Ahmetsiniz diye çocuklarıma hitap etmişti. Onlara ‘siz’ diyordu. Bu küçücük çocuklara “siz” diyordu. Hele mektuplara dayanarak onları ismen hatırlayışı, hem de hitap şekli bizleri ne kadar sevindirmişti.”

Çocukları/nızı adam yerine koyun ki o da büyüyünce sizi adam yerine saysın.

ANADOLU İRFANI NEYDİ?

Son zamanlarda hayli popüler bir kavram oldu Anadolu İrfanı söylemi. Kimi bu kavramla milleti yüceltmekte ve insana değer verişimiz eşsiz örneklerini göstermekte. Kimi de böyle bir şeyin yokluğuna dair bol örnekli argümanlar geliştirmekte.

Bize göre bu irfan vardır ve binlerce çiçekten beslenen bir arının balı gibi asırların birikimden süzülerek gelmiş bir inançlar manzumesidir. Bu irfanın en görünür ve bilinir yanı insana değer vermedir. Kim olursa olsun insana değer verme, onu yüceltme, yaratılanı Yaratandan ötürü hoş görme. İncinen olmayı göze alma ama asla incitmemeyi şiar edinme.

“Bugün bu irfan ne alemde, kaldı mı ki?” diye sorulursa, gören için vardır, görmeyen için yoktur” der ve Anadolu irfanının şu çok yüksek bilgelik içeren iki mısraını anmak isteriz:

“Görenedir görene// Köre nedir köre ne”

Tam bir Anadolu evladı olan Alaeddin Özdenören metinlerinde bu Anadolu irfanı dediğimiz yüksek insan hassasiyetine ve insanı aziz kılışa çok güzel örnekler vermiş. Bunlardan birkaçını derlemek istedim.

Vahşet adlı denemesinde yine çocukluk gününde, Maraş’tadır. Çocuk oyunlarından bahseder. Bazı oyunların adlarını ve nasıl oynandıklarını anlatır. Daha sonra da “Maraş’ın asıl sporu güreşti” diye güreşi tarife ve Maraş için önemini anlatmaya başlar. Bu arada güreşle ilgili Maraş yöresine özgü bir gelenekten de bahseder ki, gerçekten tam da Anadolu irfanı denen şeyin eşsiz örneklerinden biridir:

Maraş’ta, yenilen incinmesin diye güreş bitiminde alkışlamak yasaktır: “Alkış yasaktı;

yenilen tarafın onurunun kırılmaması için. Hakemler, güreş başlamadan önce sahaya çıkar ‘çibidik çalanın eli kırılsın’ diye halkı uyarırdı.” 10 Çok az beddua insan değer ve haysiyetini korumak için bu kadar kıymetlidir herhalde. Bir de bugün maçlarda, hem de daha başlamadan yapılan tezahüratlara bakın. Muhtemel galibin, muhtemel mağluba yönettiği hakaretlere bakın.

Maç sonrasında sosyal medyadan taraftarların birbirlerine yönelttikleri insanlıktan nasip almamış küfürlere, hakaretlere, lanetlere bakın. Gâlibin, mağlubu eze eze böbürlendiği kibirli uçuşlara bakın…

Bu bahsin hemen peşinden, hiç de Anadolu irfanına yakışmayan çocukların hayvanlara işkenceyle davranmak gibi vahşetlerine yer veriyor ve sonra bunu sorguluyor Özdenören.

Bizim için de aydınlatıcı notlar bunlar. Maraş’ta, çocukluğunda kedilere, köpeklere vesair hayvanlara kötü ve vahşi bir şekilde muamele eden çocukları anlatıyor ve sonra da çok yüksek bir merhamet duygusuyla bunları engelleyemediği için hayıflanıyor. Sonra da şu soruyu soruyor:

“Çocuklar neden bu kadar zalim oluyor?” ilginç bir sorudur bu, ben de hep merak etmişimdir. Sonra bu sorunun cevabını Adler’den veriyor. Adler, çocukların bu zalimliğini çocuktaki sosyal duygu yetersizliğine bağlarmış: “Çocukta sosyal duygu hayvanları da içine alacak, kapsayacak kadar gelişmemiş olduğu için acımıyorlar. Onun için haşin ve vahşi ruhlu oluyor, hayvanlara cefa ediyorlar. Ancak çocuktaki bu huşunet ve hainlik normaldir ve çoğunlukla geçicidir. Çocuk bir bakıma, ruhsal hayat açısından iptidai insanlığın karakterini yansıtır.” (s. 61).

Özdenören, Adler’in bu yorumuna katılmış görünüyor. Ama bence şu soru hala bakidir:

Bu vahşi davranış neden her çocukta tezahür etmiyor? O zaman bazı çocuklarda sosyal duygu yetersizliği yok mu, o çocuklarda tıpkı büyükler gibi sosyal duygu yeterliliği mi mevcut?

Sorular, sorular… Bu soruya daha ilerde (s. 65) cevap veriyor: “Sosyal duygusu çok erken gelişen çocuklar da var.” O zaman nedir bunları erken geliştiren, öbürlerinde geliştirmeyen?

Sosyal duygusu gelişmeyen ve bu derecede vahşi olan çocuklar acaba ailelerinde o vahşet duygusu yaşayan çocuklar mı? Onore edilmemiş, hep aşağılanmış, hep eleştirilmiş çocuklar mı? Yine sorular, sorular.

UĞURSUZ BATI RÜZGARLARI ESİNCE…

Batılılaşma serüvenimiz sonucu milletimizde ortaya çıkan arızlar nelerdir diye bir soru sorsak uzun bir liste olurdu herhalde. Pek çok münevverimiz, aydınımız, sanatkarımız, ilim adamımız yaklaşık iki yüz yıldır devam eden batılılaşma maceramızın bizde yarattığı derin travmaları anlattılar eserlerinde. Gelenekten kopma, tarihe sırt dönme, iflah olmaz bir taklit hastalığı, kendini küçümseme, ailenin parçalanması, dilin yozlaşması, dini değerlerin yerini seküler davranışların alması, dünyevileşme, kendine yabancılık, Batı hayranlığı ve bu hayranlığın yarattığı traji-komik haller… daha da sayabiliriz bu arızaları.

Alaeddin Özdeneren’in Fethi Ağabey başlıklı yazısını okuyorum. Bir aydın, düşünce ve sanat insanı olarak o da değinmiş batılılaşmamızın travmatik sonuçlarına. Yalnız onun tespiti pek de örneği olmayan cinsten geldi bana. Özdenören’e göre Batılılaşmamızın bünyemizde açtığı en derin yara Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağının zayıflaması ve gevşemesi. Bu durumu şu vurucu cümlelerle ifade etmiş:

“Ülkemizin üstünde uğursuz batı yeli estiğinden beri Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağı zayıfladı ve gevşedi. İnsanlarımız birbirine yabancılaştı. Cemaat şuuru körleşti. Kimse yakınlarını, kardeşlerini tanımaz oldu.”12 Bunlar çok acı tespitler, hakikatli dikkatler. Kardeşlik bağının zayıflaması meselesi İslam dünyasındaki perişanlığa bakınca daha iyi anlaşılmıyor mu?

İnsanlarımızın birbirine yabancılaşması, mahalle duygusu ve hakikatin yok oluşu, bencilliğin insanlarımızı bir ağ gibi sarması vb. kanserli hücreler bize batılılaşmadan sonra gelen arızalar ona göre. Fethi Ağabey dediği Fethi Gemuhluoğlu’nun tam da bu duyguların her yeri kapladığı zamanda birleştirici bir unsur olarak geldiğini anlatıyor.

Toplumlarda çimento görevi gören insanlar vardı, tolum lideriydiler, kanaat önderiydiler. Onlara ne oldu? Özdenören, batılılaşmanın bizde cemaat şuurunu yok ettiğini söylüyor bu yazısında hayıflanarak. O ruhu diriltmek için insanları bir araya getirmeye çalıştığını söyleyenler, gün geldi o dirilttiğini iddia ettiği cemaat ruhuyla, milletin ölümü için gökten bombalar yağdırdı, binlerce insanın kanına girdi. Şimdi herkes bu facia yüzünden “keşke cemaat ruhu dirilmeseydi” demiyor mu? Bu kötülük, cemaat ruhunun yok olmasındna çok daha büyük bir kötülük yaptı ümmet-i Muhammed’e.

12 Unutulmuşluklar, “Fethi Ağabey”, s. 85.

SİZ HANGİ YALNIZLIKTASINIZ?

İnanmışsa insanın yalnız olduğunu düşünmesi akıl alır gibi değildir. Hele de “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir. (Hadid-4)” ayetini bilen bir mümin için yalnızlık mümkün değildir. Lakin insanda yine de yalnız kaldığına dair bir duygu vardır, yalnızlıktan şikayet vardır. Oysa asıl mümkün olduğunca insandan yalnızlık ariflerin gıdasıdır, çünkü gayrıdan yalnız olmak mahbup ile beraber olmanın yegane yoludur.

Bu anlamda Rabiatü’l-Adeviye’ye atfedilen çok derin manalar içeren bir kıssa anlatılır.

Bir gün birisi ziyaretine gelerek Rabiatü’l-Adeviye’ye sorar: “Efendim bu yalnızlıktan hiç sıkılmıyor musunuz?” mübarek ona şu cevabı verir: “Asıl, şimdi sen gelince yalnız kaldım.”

Asıl yalnızlık sevgiliden ayrı kalmaktır.

Alaeddin Özdenören’in kendisiyle yapılan bir söyleşide Yalnızlık üzerine söylediği, hatta kavramsallaştırdığı, belki de bir metafor haline getirdiği yalnızlık üzerine harika çıkarımları, tespitleri var. Cahit Zarifoğlu’nun gerçekten muhteşem, dediğimiz anlamda kişinin asla yalnız olamayacağına, arif ve ulu kişilerin yalnızlıktan asla şikayet etmeyeceğine dair hoş bir anekdotunu anlatıyor Özdenören.

Ramazan Dikmen, bir gün telefonla Cahit Zarifoğlu’nu arıyor, o ara Zarifoğlu Akabede’dir. Dikmen soruyor Zarifoğlu’na “Abi nasılsın?”. O da cevap veriyor: “Ne yapalım, Ahmet Sağlam’la karşılıklı oturduk, konuşuyoruz.” Ahmet Sağlam dediği de Zarifoğlu’nun yazılarında kullandığı müstear adıdır. Yani aslında Zarifoğlu yalnızdır, ama yalnızım dememektedir.

İşte Zarifoğlu’nun bu sözleri üzerine Alaeddin Özdenören başlıyor yalnızlık çeşitlemeleri yapmaya: “Evet yalnızlık. Yunus Peygamber’in balığın karnındaki yalnızlığı.

Yusuf peygamberin kuyudaki yalnızlığı. Peygamberimizin Hira dağındaki yalnızlığı…”13

Bu, hakikaten orijinal yalnızlık metaforlarını (balığın karnı, kuyu ve mağara/dağ) keşif ve bunları bir peygamberle örtüştürme ve bunlarla da asıl yalnızlığın insanı insan yapan, onu ruhen ve bedenen sağaltan derinliğine göndermeler yapma, sıradan ruhların keşfedeceği şeyler değil. Bir başka eserinde insanın “yalnız kaldım” dediğinde onu tehlikeye işaret ederek bir başka derinlikle keşifle buluşturuyor bizleri: “Yalnız kaldığımızda kötümserliğe ve umutsuzluğa adayız.”14 O zaman bu kötülük ve umutsuzluğu defetmek istiyorsan asla yalnız olmadığına inan ve bunu kabul et.

BUNLAR BİZİM ROMANIMIZ DEĞİL

“Köy romanları” deyin, “sosyal gerçekçi romanlar” deyin veya başka bir adla anın bunlar bana hiç bir zaman bizim romanımız, bizim köyümüz, bizim hayatımız olarak gelmemiştir. Asistanlık yıllarının başlangıcında, resim bölümünden bir arkadaş, okuyup cümle ve imla bakımından kontrol etmem için Yüksek lisans tezini getirmişti. Okudum. Asıl dikkatimi çeken tezdeki resimler olmuştu. Tezin konusu 1960-1970 yılları arasında Türk resminde insan portreleri gibi bir şeydi. Tezdeki resimlere baktım, çoğu köylü, çiftçi insanlardı. Fakat dikkat ettiğimde fark ettim ki bu resimdeki köylüler bizim köylülere hiç benzemiyordu, çiftçiler bizim çiftçilere hiç benzemiyordu. Daha ziyade Rus yüzüydü bunlar. Bu tespitimi arkadaşa da söyledim. Hayret etti, nasıl bildin diye, zira 60-70 arası Türk resminde Rus etkisi hakimmiş.

“Bilmeme gerek yok” dedim “bu yüzler bizim insanımızın yüzü değil”. Çocukluğum köylerde geçti, tarlada, bahçede, harmanda, ekinde, çabadaki o mübarek yüzleri bilmiyor değildim. Ama 1960-1970 arası resimlere baksak bunlar güya Anadolu insanı resimleriydi. Değildi ve olamazdı. Tıpkı köy romanları gibi değiller ve olamazlar.

13 Unutulmuşluklar, s. 128.

14 Alâeddin Özdenören, Açılı/Yorum, Hece Yay., Ankara 2004, s. 111.

Üniversitede birinci sınıfta hocamız Yakup Kadri’nin Yaban romanı okumamızı istemişti. Kitabı aldım daha başlangıcında kitabı okuyamaz oldum ve okumayı bıraktım.

Aksilik öbür hafta önce beni kaldırdı ve sordu. Okuyamadığımı, bu romanın bizim insanımızı, bizim köylümüzü anlatmadığı, bunca aşağılamayı, bunca hakareti kabul etmediğimi, Çanakkale başta olmak üzere, nice savaştan o mübarek köylülerin evlatları, kendileriyle yüz akıyla  çıktığımızı, ne kadar fakir, yoksul ve çaresiz olsalar bile bu kadar alçak olamayacaklarını söyledim. Tabi hocadan işitmediğim azar kalmamıştı ve okumadan asla geçemeyeceğimi söylemişti. Okumadım, okuyamadım. Neleri okudum ben amma o kitabı okuyamadım.

Kendime, aileme, milletime küfür ede ede bir kitap nasıl okunabilir? Nitekim romanın yayımından hemen sonra bu köylülerin bizim köylülerimiz olmadığına dair eleştirel yazılar çıkmış, Yakup Kadri de köylüyü fazla tanımadığını söylemiş, Rus müjikleri (köylüleri) gibi canlı sahneler arzuladığını ama bunu başarmadığı itiraf etmiştir:

“Ben önce içine bir entelektüel tipi koymadan klasik Rus romanları gibi köylü bir ailenin hikâyesini yazmak istedim. İlk tasavvurum buydu. Fakat sonra baktım ki bunun için Anadolu köylerini icabettiği kadar tanımıyorum. Netekim farketmişsinizdir ki ‘Yaban’daki köylüler mesela bir Rus romanının mujikleri gibi canlı ve net değildiler. Sadece resimler, peyzajlar, vakalar zabtetmişim” (Nayır, 1934:184).’ Bu satırlarla Yakup Kadri, açık bir şekilde köylüyü yeterince tanımadığını itiraf etmektedir. Dolayısıyla “Yaban” romanındaki köylülerin tam mânâsıyla Anadolu köylüsünü temsil etmediği söylenebilir.”

Unutulmuşlar kitabında Alaeddin Özdenören, Kamil Aydoğdu ve Muhittin Bilge arasında hoş bir sohbetin kaydı var. Mevzu Kamil Aydoğdu’nun Anadolu köyünü anlatan, anlaşıldığı kadarıyla Alaeddin Özdenören’i derinden etkilemiş olan 1982’de yayınlanmış Köy Yazıları adlı kitabı ve yine Kamil Aydoğdu’nun yeni yayınlanan Yük adlı şiir kitabı.

Alaeddin Özdenören Köy Yazıları’ndaki köy ve köylü betimlerinden çok etkilenir, bunları fevkalade samimi, doğal ve gerçeğe uygun bulur. Bu arada laf köy romanlarına gelir.

Konuşan her üç sanatkarın Köy Romanları üzerine muhabbeti hakikaten kayda değer fevkalade önemli tespitler içermektedir. Kamil Aydoğdu’ya göre, köy romanları denen çalışmaları yazanlar köyü değil, kendilerini anlatıyorlardı. Olanı değil, olmasını istediklerini, gördüklerini değil görmek istediklerini anlatıyorlardı. Bu kitapların inandırıcılığı yoktu, inandırmaktan mahrumdular.

Hatta sinemamız da böyledir, bize, bizim dilimize ve sorunlarımıza uzaktır. Aydoğdu’ya göre sinemamız sanki bizi “sarakaya almaktadır.”

Alaeddin Özdenören de katılır bu değerlendirmelere ve daha acı bir tespit yapar: ”Biz bunlara köy düzmeceleri diyebiliriz, gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar…”

Muhittin Bilge de katılır buna : “Üstelik söyledikleri yalana inanıyorlar da. Sebebi de şu: Köyü,

kafalarındaki şablona göre anlatıyorlar. Böylece de köyü değil, kendilerini anlatmış oluyorlar.” Kamil Aydoğan taçlandırıyor bu sohbeti: “Köylüyle aralarında aşılmaz mesafeler oluşuyor böylece.”

Alaeddin Özdenören, kitabın ilerleyen sayfalarında kendisiyle yapılan röportajlardan birinde ülkemizdeki sol edebiyat üzerinde durmaktadır. Bu edebiyatın suniliğidir bahis mevzuu olan, hatta sahte ve doğal olmayışı:

“Solcular insanımıza materyalist ayraçlarla yaklaştıkları için, bu yaklaşım onları toplumdan uzaklaştırmış, soyut bir ortama itmiştir. İnsanımızdan nefret eder olmuşlardır.

Toplumla, bu toplumda yaşayan insanla, aralarında kapanmaz bir boşluk vardır. Kendilerini insana yaklaşacak yerde, insanın kendilerine yaklaşmasını bekliyorlar. Onun için ortaya

15 Emre Biçer, “Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban Adlı Romanında Aydın Yozlaşması”, s. 44,

http://openaccess.ardahan.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12427/775/Bi%C3%A7er%2C%20EmreY%C3%BCksek%20Lisans.pdf?sequence=1&isAllowed=y

16 Alaeddin Özdenören, Unutulmuşluklar, s. 141-143.

koydukları eserler birer istismar vasıtasından başka bir şey değildir. Bizzat sanatı istismar ediyorlar. Kesin bir başarısızlığa uğramanın nedeni, budur.”

Aynen böyle olduğu kanaatindeyim. Sadece köylüyle aralarına aşılmaz mesafeler koymadılar, hakikatle de, gerçek sanatla da, edebiyatla da arlarına uzlaşmaz mesafeler koydular ve unutulup gittiler.

Bir Kısırlaştırıcı: Aktif Politika Unutulmuşluklar kitabında Alaeddin Özdenören ile yapılan röportajlar da yer almış.

Bunlardan biri de Necip Evlice’nin onunla yaptığı röportaj. Necip Evlice burada ona cevabı hayli dikkate alınması gereken bir soru yöneltiyor: “Edebiyat Dergisi zamanında çok daha fazla ürün verirken, sonraki dönemde çok az ürün verdiklerini (arkadaşlarıyla beraber) bunun sebebinin ne olduğunu” soruyor. Alaeddin Özdenören’in bu soruya verdiği cevap hemen her çağın sanatkarları için çok önemli bence. Hem açıklayıcı hem de uyarıcı mahiyette.

. Alaeddin Özdenören, önce Necip Evlice’nin tespitine katılıyor, hatta soruyu ve dikkatini çok beğeniyor. Sonra da bu “az ürün verme”nin asıl sebebinin sanat ve edebiyat faaliyetini bırakıp aktif siyaset içine girmeleri olduğunu söylüyor. MSP kurulmuştur, bunlar da onun yayın organı olan Gazetede yazmaya başlamışlar ve kendilerini birden aktif politikanın içinde bulmuşlar sanat ve edebiyat faaliyetlerini bir tarafa atmışlardır. Peki memnun mudur bundan Alaeddin Özdenören? Verilen cevapta hiç de memnun olmadığı anlaşılıyor:

“Şimdi anlıyorum ki hepsi boş bir çabaymış. Yani, zamanımızın büyük ve önemli bir kısmını politik hayatla ilgilenerek kaybetmişiz.”

Verilen cevaba Necip Evlice de şaşırmış olmalı ki tekrar soruyor:

“Hiçbir işe yaramadı mı demek istiyorsunuz?” Bunun üzerine şunları söylüyor .

Alaeddin Özdenören:

“Evet. Yani bizim umduğumuz gibi olmadı. Gençlere tavsiyem şudur; bu aktüel hayattan uzaklaşıp, kendilerini tamamen şiir, edebiyat, fikir ve düşünceye adamaları. Çünkü Türkiye, ancak bu kaynaklardan beslenerek bir noktaya gelebilir.” Ve tekrar bir soru:

”Aktüel hayattan uzaklaşmayı pratik anlamda mı öneriyorsunuz? Cevap şu:

“Pratik anlamda tabii. Kişinin kendisini her yönüyle soyutlaması değil. Tüm politik oluşumlar bizi kişiliğimizden uzaklaştırıyor, engelliyor.”

Bu cevaplara katılırsınız katılmazsınız. Çok büyük sanatkarlarımız aktif politikayla yakından ilgilendiğini, içinde yer aldığını biliyoruz (Milletvekili Yahya Kemal, milletvekili Tanpınar vb.) bir araştırma yapmak lazım acaba bunların verimli oldukları dönemler içinde bu aktif politika yılları var mı yok mu? Aktif politika onları velut mu etti yoksa kısırlaştırdı mı?

Ya aktif politika aktörleri onlara muhtaçsa ne olacak? Hem sanat faaliyetlerini hem de aktif politikayı beraber yürütmek mümkün mü acaba? Sorular sorular… Ama bir sanatçı olan ve aktif politika içinde rol alan Alaeddin Özdenören’den anlıyoruz ki bunlar cevapları zor ve genellikle de cevapları olumsuz sorular.

ŞİİRİN İLMİHALİ OLUR MU?

Demek ki oluyormuş. Şairlerin poetikaları vardır, yani şiir felsefeleri, şiir hakkındaki düşünceleri, şiirinin derinlikli hedefleri… Şairlerin şiirlerinin kaynakları vardır belki, kendilerince cevap verecekleri; kiminin çöldür, kiminin denizdir, göldür, toraktır, gurbettir, yalnızlıktır vb. Ahmet Hamdi Tanpınar “mythe personnel” den bahseder. Her sanatkârın peşi sıra yürüdüğü özel bir miti vardır. Tanpınara göre, mythe personnel her sanatkâr için kaçınılmaz nihâî bir özdür. Ona göre mythe personnel temlerin etrafında teşekkül eder, tem (théme) ise bir şâirin dünyası demektir. Tanpınar ünlü sanatkârların mythe personnellerini şu surette tespit etmektedir: “Baudelaire’in mythe personnel’i ‘frengi ve üvey baba’dır. Hugo’nun ‘bir boşluğu doldurmak’, Bizdeki şâirlere gelince Yahya Kemâl’in mythe personnel’i “Şiirde kendini eskinin, hem incarnation’u, hem tenkidçisi, hem de şâiri olarak görmek”tir. Hâşim’in mythe personnel’i ise (Centaure kompleksi) olarak görülür.”19

Ama acaba bir şairin ilmihali ne demektir? Alaeddin Özdenören, İlk okuduğu iki romandan bahsederken (Birincisi İnce Memet’tir),Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanına ayrı bir önem atfediyor: “İlk kez inandırıcı bir roman okuyordum. Bu romandaki şiir içime yayılıyordu. Tam anlamıyla kavrayamadığım ama değeri çok büyük şeyler anlatılıyordu.

Sanki bir rüya denizinde yürüyordum.” Dedikten sonra, bu kitabın kendi şiir macerası için çok derinlikli öneminden bahsediyor: “Bu roman benim şiirimin ‘ilmihali’ olmuştur diyebilirim.”

Acaba “şiirin ilmihali” ne demektir? Daha da önemlisi bir roman bir şairin şiirinin ilmihali nasıl olur? Sorular, sorular…

Sanatkarlar sıradan insanların çok ötesinde, varlıklara nüfuz ederler. Büyük dikkatleri, insanları büyük dikkatlere çağırır. Görünüşte kendilerini anlatmaktadırlar ama aslında temsil ettiğine inandığı düşüncenin, etraf aydınlansın diye yanan mumudur sanatçılar. Alaeddin Özdenören, etrafını aydınlatmak için yanan mumlardan biridir, okuduğum kadarıyla, yanan ama sönmeyen cinsten mumlardır bunlar. Ölmekle alevleri sönmez, aksine daha parlak, daha canlı, daha yakıcı, daha davetkârdırlar.

Alaeddin Özdenören yazıları bunlardan ibaret değil elbet, Batı-Doğu arasında cereyanlarda kalmış ve çarpılmış Müslüman dünya içinde en çok düşünen ve çözüm teklifinde bulunan, yanlış batılılaşmanın açtığı yaralara en çok işaret eden düşünürlerimizden biri idi.

Felsefe kökenli bir tahsili olması meselelere çok disiplin içerisinde, bilimsel bir akıl yardımıyla bakabilmişti. Günümüz kimi bilim adamlarının, üstelik de İlahiyatçı bilim insanlarının salt aklı tabulaştırarak Kur’an’a bakıp da “efendim Allah böyle bir şeyi nasıl der, biz şu ayetteki cümlelere ve kelimelere bakarak bunun bir Allah kelamı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.”

Şeklindeki ifadelerin temel yanlışlığını şu şekilde ortaya koymuş Alaeddin Özdenören:

“İslam’da bilginin kaynağı vahiydir. Vahiy akıldan çok daha büyük ve çok daha şümullüdür. Bu sebepten, vahiy akla göre değil, akıl vahye göre değerlendirilir. Yani aklın, düşünce ve mefhumlarını, ilke ve delillerini değerlendireceği ölçü vahiydir.

Rasyonalist bir anlayıştan yola çıkarak İslami kavramları değerlendirmeye kalkışanlar, İslami keyiflerine göre algılamak isteyenlerdir.”21

Hakikat peşindeki sanatkarın sorduğu sorular, bulduğu cevapla insanoğluna her zaman yol gösterici, karanlıkları aydınlatıcı olmuştur. Onlar insanlığın Orta Kaya’sıdr. Alaeddin Özenören hakikatin peşinde olmuş ve ömrünü hakikati anlamaya, yetmemiş insanlara anlatmaya hasretmiş; bazen aradığı cevabı, çok acı ıstıraplarla bizzat yanarak bulmuş bir sanatkarımızdı; “hayatının hangi döneminde ve hangi sebeple olursa olsun, bir onulmaz akıntıya kapılıp gidenlere, güçlerinin tükenmekte olduğu bir dönemeçte tutunup kurtulabilecekleri bir Orta Kaya”ları anlatıyordu bize, bir Orta Kaya olarak.

19 Alptekin, Turan, Bir Kültür Bir İnsan- Ahmet Hamdi Tanpınar ve Edebiyatımıza Bakışlar , Nakışlar Yay.,

İstanbul 1975, s. 124-125.

20 Alâeddin Özdenören, Açılı/Yorum, Hece Yay., Ankara 2004, s. 144.

21 Alaeddin Özdenören, Geleceğin İnsanı, Hece Yay., Ankara 2006, s. 34.

Kaynak: Dursun Ali TÖKEL – Hece Dergisi – Şubat 2021

Recep YAZGANRecep YAZGAN