Kültür
Giriş Tarihi : 06-12-2019 09:44   Güncelleme : 06-12-2019 09:44

​Hüzün şifadır diyen âlim, hüzün hastalıktır diyen âlimden güzeldir!

​Hüzün şifadır diyen âlim, hüzün hastalıktır diyen âlimden güzeldir!

Bu dost kelimenin İslâm düşüncesindeki mânasını ürkerek araştırdım. Araştırmalarım sathî olsa da endişeye mahal olmadığını anladım. Düz mânasıyla hüzün, kalp üzüntüsü, gam ve keder gibi iç ve dış sıkıntının tesirinden dolayı hissedilen ruhî ve fizikî acılardır. Hüzünden muradımız ise, mânevî kayıp ve eksiklerden dolayı hissedilen ıstırap ve hasretlere istinat eden tasavvufî hâllerden bir “hâl”dir. Tasavvuf ehli hüznü, neşe, sevinç ve sürûr gibi gönlün hallerinden sayar.

Hüzünle ahbap olmak isteyenler lügatimizde hüzünden meydana gelen şu kelimelerle akraba ve hâldaş olması gerek: Hüzn-âlûd: Hüzünlü, kederli, kaygılı. Hüzn-âmiz: Hüzünle, gamla, kederle karışık. Hüzn-âver: Hüzün getiren, hüzün veren. Hüzn-efzâ: Hüzün, gam, keder artıran. Hüzn-engîz: Hüzün koparan. Hüzzâm: Türk mûsikisinde koyu hüzün arz eden bir makam.

Günümüzde Mutezilî anlayışla hüzünden âzade yaşayanlara ve hüznü lüzumsuz görenlere, “Hüzün, iffetin timsâli Hz. Meryem’in kucağındaki bebekle halkın arasına gelişidir, hüzün asildir, üzüntü sefildir” diyen ehl-i irfanın sözleriyle karşılık vermeyi ve İmam Gazâlî’nin, “Kur’an-ı Kerim hüzün ile inmiştir” sözünü hatırlatmayı bir vazife sayıyorum.

Gazâlî, “Kalplerin Keşfi” kitabında “Hüzünlenmenin yolu, Kur’ân’daki tehdit (manevî anlamda korku verme), mîsak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek, hüzün mevzuunda akılcıların ve mutasavvıfların nerede duracağını işaretlemiştir. Böylece imanla bir problemi olmadığına inandığım hüzne tam teslimiyetle sarıldım.  

Bu noktadan sonra müracaat ettiğim Hucvirî’nin görüşleri sevindiriciydi. Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabından okuduğum Hucvirî’nin hüzne bakışı hüzün ilgili tereddütlerimi yok etti:

“Hüzün, mâşûkun kaybıdır”

“Vecd ve vücud isim-fiillerdir, bunlardan birincisi hüzün, öbürü ise bulma mânasına gelir. Bu tâbirler sûfiler tarafından sema’ (işitme) sırasında tezahür eden iki hâle işaret etmek üzere kullanılır. Bu hâllerden biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde edilmesiyle ilgilidir. Hüznün gerçek mânası Sevilen’nin (ma’şûk veya mahbûb) kaybı ve murad edilen şeyi elde edememe demektir; bulma’nın gerçek mânası ise arzu edilen elde edilmesidir. Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn tâbiri bencil keder için kullanılır, hâlbuki vecd, muhabbet yolunda bir başkası için duyulan hüzün demektir; Vecdin mahiyetini izah etmek imkânsızdır. Zîra vecd gerçek görüş (keşf) deki elemdir.”

Gönül huzuruyla ifade etmeliyim ki, yaşadığım hüzün, Hucvirî’nin “muhabbet yolunda bir başkası (Cenab-ı Hakk) için duyulan hüzün” ifadesiyle aynı mânadadır ki, hüznüm bencil bir keder değil, vehbî bir hâldir. Hucvirî’nin hüzne bakışı, kalbimi daha da rahatlattı:

Hucvirî’nin şu sözleri de, bir “hâl” olarak hüznü tercih edişimde bir sakınca olmadığını teyit ediyor: “Vecd, İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Hayatın gayesi vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir.”

“Hüzün hastalıktır” diyen akılcı âlimlerin yanılgısı

Aklı esas alan bir kısım Kelâmcılar, Selefî ve Mutezilî âlimler hüzne geçit vermiyorlar. Bu anlayışa göre hüzün, insanın fizik ve psikolojik yapısının duyduğu acı, ıstırap ve elem olarak târif edilmiş ve kesbî olup bu “hâl”den geri dönülebilen bir “haz”dır. Bu târifle, hüzne yüklediğim mâna uyuşmamaktadır. İtikadî noktadan “hâl”imin ifsad edici olup olmadığı vuzuha kavuşmamış olarak görünmekte ve tehlikeli bir yola girdiğim ortaya çıkmaktadır.

Hüzne karşı çıkanlar akılcı âlimler, Peygamber Efendimiz’in,  “Cübbül hüzünden Allah’a sığının”  buyruğunu öne çıkarırlar. Mutasavvıf âlimlere göre Efendimiz Aleyhissalâtüveselâmın “cübbül hüzünden” kastı mânevî hüzün değildir .“Cübbül hüzün nedir ya Resulûllah?” diye sorulduğunda, “Cübbül hüzün cehennemde bir kuyudur. Allah bizleri oraya girmekten muhafaza etsin” buyurmuştur. Cübbül hüzün, hüzün kuyusu demektir.

Necip Fâzıl’ın kelimeleriyle söyleyelim: “Allah Resûlünün en büyük mucizelerinden biri bütün ömrünce bir kere dahi kahkaha ile gülmemiş olmasıdır. Daima güler yüzlü, mütebesssim. Ama bir kere gülmemiş. Daimi tefekkür ve hüzün içinde… Mütemadiyen hüzünlü…” (Batı Tekeffürü ve İslâm Tasavvufu)                                                                                                                                                       

Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nin “hüzün” maddelerine göre, birçok İslâm âliminin hüznün nâmı hakkında görüşleri var. Zekeriya er-Râzi, haz ve elemi birlikte değerlendirerek hazzın elemden ayrı bir şey olmadığını, elemin hazdan önce geldiğini, hazzın tekrar eleme dönüşeceğini ve kısır döngünün mutluluk arayışına esas olamayacağını belirtmiş. Yâni haz, acı duyan insanın bu hâlden kurtulup tekrar normale dönmesi sırasında duyduğu bir teessürdür.

Kindî’ye göre, “Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Hüznün iki sebebi var: Mahbubâtı kaybetmek ve matlubâtı elde edememek. Hattâ tedavi edilmesi gereken bir tür hastalıktır.”

Dücane Cündioğlu, Kindî’nin târifine, “Ne büyük yanılgı. Çok yazık, mülkiyetin hakikatini idraki, ancak ölümün idraki kadar uzak insana” diyor. Kindî çizgisinde kanaat belirten İbn-i Sina, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye, İbn Cevziyye gibi âlimler hüznün vehbî hâllerden olmadığını, kuldaki iradeyi aşındırdığını, seyr ü sülûk şevkini kırdığını ve hüzne delil gösterilen âyet ve hadislerin yanlış yorumlandığını, bir ahlâk ve ruh sağlığı problemi olup, kontrolsüz öfke, acı, ihtiras gibi duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin sebep olduğu mutsuzluklar olduğunu söylerler ve hüznü “vehbî”  hâllerden saymazlar. Hüznün aleyhinde olan âlimlerin görüşünün özü şudur:

“Sevilen şeylerin elden gitmesinden ve talep edilenin elde edilememesinden doğan nefsânî elemdir. İçinde yaşanılan oluşma ve bozulma (kevn ve fesad) âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkânlar yerine her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı ve akıl âleminden seçmelidir. Ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların akılla bilinmesi gereklidir.”

El çek hüznümden ey zâhir erbabı!  

Tasavvuf ehlinin, “Hüzün hâli Müslümanın huyu ve hâlet-i ruhiyesidir. Soytarı ile derviş ayıran şey, hüzündür” sözünü yabana atan ve “hastalık” deyip hüzne müptelâlığımı horlayanlara büyük hüzün yârânından Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem / El çek ilacımdan tabib” mısralarından ilham alarak, “ Hüzün ile hoşem / el çek hüznümden ey zâhir erbabı!” demek geliyor içimden.

Muradım hüzün olunca her kapıdan hüzün devşiriyor, hüzün soruyorum. Şimdi de Şeyh Gâlib üstadın kapısında fakiri karşılayan hüznü âcizâne anlatmak istiyorum. Onun “Hüsn ü Aşk”ına göre “İlk yaratılmış olan akıl, Allah’ı, kendini ve kendinden sonra yaratılmışları bilmesinden Hüsn, aşk ve hüzün meydana gelir.

Ehli bilir ki, Aşk, Hüsn’ü bulmaya hüzünle birlikte gider. Hüsn’ü bulmak için hüzün, hasret, yalnızlık ve vuslat mevsimlerini yaşaması gerek. Aşk, mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden geçerek yola çıkar. Bu yolculukta akılla gönül rekabet hâlindedir. Aşk, Hüsn’ü aklın değil, gayret ve gönlün gücüyle bulur. Gayret ve gönül, hüzünden yanadır, ikisi de gücünü hüzünden alır.

Her ne kadar hüzün ikliminden geçerken evham ve ümitsizlik duygusu yaşansa da, Hüsn’nün diyarına hüzün ikliminden geçerek varılır ki, hüzün aslında Aşk’ın imtihanının en zorlu fakat en vefalı iklimidir. Bu sebeptendir ki, fakir hüzün mevsimindendir ve mevsimde neşv ü nema bulup kendine gelir.     

“Hüzün Allah Resûlünün dostudur”

Derûnumdaki hüzün, Hakk’a götüren vasıtalarla hemhâl olmamı sağlayan ve daima “yolda” olmanın aşkınlığını yaşatan bir  “hâlin adı olduğu için bahtiyarım. Ehl-i dilin hüzne dair sözlerini meşk ederim her vakit: “Hüzün, Allah Resûlünün dostudur. Mekke, Medine, Hıra, Hicret, Arafat, ne yana baksak hüzün. Bir hüzünkâra bu hüzün yeter. Hüzün su gibidir; azizdir, şerefli ve ehl-i hâldir, hüzün gönlümüzün dostudur...”

“Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara”

“Hüzün taze tutar aşk yarasını. Yaramdan hoşum, yârimden de. Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara. Yandık, yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık. Ne de olsa mahzun bir peygamberin ümmeti değil miyiz? Hüzün ki, Mevlâ’mın, Mevlâna’mı özlem özlem içime dokuduğu kamıştır” diyen Şems-i Tebrizî’nin ellerinden öperim.      

Bütün hüzünkârlar, modern, yâni ruhsuz ve süflî kahkahaların yükseldiği bir zamanda âdemiyetimize, yâni bezm-i elest’teki hâlimize dönmek için hüzne geçit veren âlimlerden yanadır. Onlar kalbimize ulvî ferahlık veren, dimağımızı maddî dünyadan uzaklaştırıp mânevî hâllere gark’eden hüznü bize sevdiriyorlar.

Ahmet DOĞAN

adminadmin