Türkiye toplumunun büyük ekseriyeti Kur’an ve Sünnetten ziyade; Hristiyanlar gibi giyinmeye, Yahudiler gibi bir hayat yaşamaya, Ateistler gibi düşünmeye, Karun gibi kazanmaya, Laiklik ilkeleri gereği İslam’ı içinde yaşadığı mekandan fersah fersah uzak tutmaya çalışmaktadır. Ne yazık ki dini vecibeler sosyal hayattan tart edilerek ütopik bir hüviyet kazandırılmıştır. Bu vesileyle yeni bir din, yeni bir ilah, yeni bir Peygamber ve yeni bir kitap ikame edilmiştir. Tıpkı Ebu Cehil gibi.
Ebu Cehil de özellikle inanç meselelerini yani neyi kabul edeceğini, neyi ret ederek karşı çıkacağını; neye dört elle sarılacağını Allah’a ve O'nun Resulü’ne bırakmayacak kadar inançlarına, memleketinin getirdiklerine, kabilevi geleneklerine bağlı biriydi. Bizzat kendisi, içinde yaşadığı toplumun değer yargılarına, geçmişten gelen örf ve adetlerine, kabilenin empoze ettiği kurallara göre bir hayat çizen sembol biri idi. Bugün onun gibi davranan, onun gibi düşünen, onun gibi gelenek ve göreneklerine bağlı kalan her insanın üzerinde, Cahiliye döneminin nüvelerinden bir parçanın var olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
İnsanın, gözünü içinde açtığın doğmalar doğru olmayabilir. Sabah akşam telkin edilen meseleler yanlıştan hâli kalmayabilir. Tüm insanların üzerinde uygun adım yürüdükleri yol, sırat-ı müstakimden uzak inşa edilmiş de olabilir. Bütün plan ve projeler bu minvalde seferber edilmiş de olabilir. Doğru sandıklarımız yanlış, yanlış telakki ettiklerimiz doğru da olabilir. Toplumun belleğine yerleşen kabuller ve retler beşeriyete göre tazim edilmiş de olabilir.
Doğruyu kendi anlayışımıza göre değil bize bildirilene göre savunmak zorundayız. “Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler.” (Bakara/11) O halde ister bireysel ister toplumsal bazda ıslah edici olmak veya fesada bulaşmak neye göre değerlendirilecek? sorusunun cevabını net bir şekilde vermek zorundayız.
Yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, içinde debelendiklerimizin, dört elle sarıldıklarımızın, sabah akşam okuduklarımızın sağlamasını vahiyle yapmak, sünnet ile yürütmeye çalışmak boynumuzun borcudur. Yoksa pişman olanlardan, nedamet duyanlardan, dizini dövenlerden, Allah muhafaza, olabiliriz ahirette.
Din adına, yaşam adına, hayat adına, istikamet adına, bilim ve teknoloji adına söylenenlerin kime ait olduğuna bakmayız. Söylenen sözün, sahip olunan düşüncenin Kur’an ve sünnete uygun olup olmadığına göre karar veririz. Bütün dünya insanları ayetlere göre yanlış bir işi yürütüyor olsalar bile biz o yanlışa yanlış demeye devam ederiz. Yanlışı savunan insanların çokluğuna da aldanmayız. “Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık…” (A’raf/179)
Yüce Allah; ilahlaşan veya ilahlaştırılan insanları bazen kötü karakterler üzerinden; “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” (Naziat/24) diyen Firavun’u örnek olarak vererek sembolize eder. Bazen de Hz. İsa (a.s.) gibi ulvi bir değer üzerinden şöyle aktarır bize: “Allah, kıyamet günü şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilâh edinin, dedin?”... ( Maide/116)
O halde ilahlaşan veya ilahlaştırılan kişi veya kişilerin her zaman Firavun gibi, Nemrut gibi, Bel’am gibi, Lat, Menat, Uzza ve Hubel gibi kötü insanlardan olacak manasına yorumlayamayız. İlahlaştırılan insanların bazen Hz. İsa (a.s.) gibi Ulu-l Azm olan bir Peygamber de olabilir. Bazen Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi bir Hatem’ül Enbiya da olabilir. Başka başka şahıslar da olabilir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisi için: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni batıl ve aşırı surette methettikleri şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasulü.’ deyin!” (Buhari, Enbiya, 48; Müsned, 1/23; 4/25) Bu uyarıyı biraz önce zikrettiğim ayette Hz. İsa (a.s.) örneğinde olduğu gibi doğru anlamak durumundayız.