Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 27-12-2017 09:15   Güncelleme : 27-12-2017 09:15

Ölmez Kalırsak Mücadeleye Devam

Vakti zamanında 28 Şubat’ın darbeci faşistleri, dindar insanlara dünyayı dar etmek istemişti. Fakat şimdi hesap veriyorlar. “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat dava süreci aradan 20 yıl geçmiş olsa da nihayet sona yaklaştı.

Ölmez Kalırsak Mücadeleye Devam

Savcılık milletin iradesine darbe vurup “balans ayarı” yapan darbeciler için dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı ile dönemin İkinci Başkanı Bir’in de arasında bulunduğu 60 kişiye ağırlaştırılmış müebbet istedi. Sakın ola bunlara acımayın. Çünkü aşağıda yazdığım hususları göz önüne alacak olursanız, bana hak vereceksiniz.

Başörtülülere zulüm yapıldığı, ikna odalarının kurulup imam hatiplerin kapatıldığı, Sincan’dan tankların yürütüldüğü, dini vecibelerini yerine getirmek isteyenlerin askeriye ve kamudan atıldığı, kısacası milletin iradesine darbe yapıldığı 28 Şubat’ın belki de hiç açıklanmamış bir yönüne bu yazıda yer vermek istiyorum.

Zira içinde benim de bulunduğum 30 emekli askere dünyayı dar etmek istemişlerdi. Elbette bunun benzeri fenalıklar çoktur ve ülkenin her yerinde yapılmıştır. Fakat bunları yeterince bilmiyorum. Halkımız da bilmiyor. Ne yapayım onlarda kendi hikâyelerini yazsın, anlatsın. Burada sadece kendimle ilgili kısmını anlatmaya çalışacağım.

Darbeciler, Silahlı kuvvetlerden Yüksek Askeri Şura Kararı  (YAŞ) ile attıkları yetmiyormuş gibi kamu kurumlarında hatta özel sektörde dahi çalışma imkanı vermiyorlardı. Amaç “bak ordudan atılırsan dışarıda iş dahi bulamazsın hayatını cehenneme çeviririz” tehdidi ile gözdağı vermekti.

Sene 1996, o günlerin modası; Silahlı kuvvetlerde her askeri şura toplantısında yüzlerce dindar askeri ordudan atmaktı. Bu yüzden her şura toplantısında telefonlar durmak bilmez “ne oldu atıldın mı?” diye sorulup asabımızı iyice bozarlardı.

Özellikle eşi başörtülü olan subayların hiç şansı yoktu. Eninde sonunda askeriyeden atılacaklarına kesin gözü ile bakılıyordu. Fakat yönetici olarak Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan ise Erbakan’dı. Bu politikacılar yıllarca dindar insanları koruyacaklarını söylemiş seçim meydanlarında askeriyeden atılma olayına son vereceklerine dair söz vermişlerdi. İşte bu yüzden “olur ya belki sözlerinde dururlar” diye boş yere ümide kapılacak kadar saf insanlardık.

1996 Aralık ayındaki Yüksek Askeri Şura, içinde benimde bulunduğum yüzlerce askeri ordudan atmıştı. O yıllarda yargıya kapalı olan YAŞ kararını Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı imzalıyordu. Ne yazık ki politikacılar sözlerinde durmamış faşist askerlerin baskısı ile kimsenin gözünün yaşına bakılmamıştı. Buna kibarca resen emeklilik diyorlardı. Ne yani “biz din düşmanıyız” diyecek değillerdi ya! Böylesine bir kılıfa sokuyorlardı.

Emekli olan adam maaş alır fakat daha yüzbaşı rütbesinde olduğum için bize zırnık dahi vermediler. Emeklilik süresini dolduranlar ise gerçekten emekli oluyordu. Bu kelime oyunu yani resen emeklilik, halkın tepkisini önlemek içindi. Nitekim ordudan ayrılma kararının tebliğ edildiği 1997 Şubat ayında özellikle 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu kararlarının açıklanması sonrasında halkımızdan büyük tepkiler geldi. Halkımız bu zulme resmen isyan etmişti.

Refah Partisi Başkanı ve Başbakan Necmettin Erbakan, halkın ve özellikle de partililerin baskısı ile bunalmıştı. Sonunda “askeriyeden ayrılır belediyelerde çalışırlar” diyerek gelen tepkileri azaltmaya çalışıyordu. Gerçekten de ordudan ayrıldığım o günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesinden teklif geldi ve bu teklifi kabul ederek Müdür Yardımcısı olarak göreve başlamıştım. Çünkü başımızda Erdoğan vardı ve öyle kuru gürültüye pabuç bırakmıyordu.

Fakat sadece İstanbul Büyükşehir belediyesinde memur olarak çalışmamıza izin veriliyordu. Çünkü Erdoğan baskılara karşı direnç gösteren tek belediye başkanı idi. Bir süre sonra bu gösterdiği direnç yüzünden “şiir okudu” bahanesi ile onu da hapse attılar. Çünkü bizleri savunduğu için büyük bir suç işlemişti. Belediye başkanlığından düşürüldü. “Muhtar bile olamaz” diyerek bütün faşistler dalga geçiyordu.

Yerine gelen Ali Müfit Gürtuna ise tam bir darbe işbirlikçisi idi. Benim gibi 30 memur arkadaşımı derhal belediyeden attı. Yeniden memuriyetten atılmıştık. Mecburen denizde çalışmaya başladım. Şükürler olsun ki burada çalışmamıza engel olamıyorlardı.

Askeri Şura Kararları yargıya kapalıydı lakin Belediye başkanının kararları yargıya açıktı. İdari mahkemeye müracaat ettik ve mahkeme lehimizde karar verdi. Fakat Refah Partili bu belediye, zorunlu olmadığı halde kararı temyiz etmek için Danıştay’a başvurdu. O yıllarda Danıştay faşist darbecilerin kalesiydi. Derhal kararı bozup burada çalışmamıza müsaade etmedi.

Ben denizci olduğum için yurtdışında çalışabiliyordum fakat diğer mağdur asker arkadaşlarım çok zorluk çekiyordu. “Dindar insanların burnu sürtsün” diye ordudan ayrıldığımız halde çalışma imkânı tanınmıyordu. Büyük firmalara yazılar yazılmış “irtica” suçlaması ile bizlerin rızkımız için çalışmasına dahi müsaade edilmiyordu. İşte böylesine ağır bir imtihanla baş başa kalmıştık.

Şimdi 28 Şubat darbecileri yaptıkları fenalıkları inkar ederek “biz ordudan atılan askerlerin çalışmasına engel olmadık” diye düpedüz yalan söylüyorlar. İşte sadece kendimi örnek göstererek bunun sunturlu bir yalan olduğunu yüzlerine haykırıyorum. Ellerinden gelse bizlere hayat hakkı dahi tanımayacaklardı. Çünkü suçumuz çok büyüktü. Resmen emirlere karşı gelip eşimizin başını açtırmıyor namaz kılmaya devam ediyorduk.

Allah selamet versin, İstanbul Boğaz Komutanlığında Kurmay Başkanı olarak görev yapan Abdülkadir Albay; Cuma namazına gittiğim için  “yahu sen aklını mı yitirdin, her gün onlarca askeri ordudan atıyorlar, hiç korkmuyor musun” diye bütün milletin içinde bana hesap sormuştu. Fakat o yıllarda acayip bir azim ve mücadele ruhum vardı. Hiç tınmamıştım bile. Arkadaşlarıma “rızkı veren Allah’tır, bugün bir kapı kapatır yarın bin kapı açar” diye nasihat eder korkup yılmamaları ve eşlerinin başlarını açmamaları için öğüt veriyordum.

İşte hain Feto tam böylesine kritik bir anda sahneye çıkıp “başörtüsü füruattır” diyerek darbeci faşistlerin iyice çığırından çıkmasına sebep olmuştu. Bu zındık yetmemiş gibi Yaşar Nuri Öztürk adındaki İstanbul İlahiyat Dekanı “dinimizde başörtüsü zorunluluğu” olmadığını söyleyecek kadar pespayeleşiyordu. Çok şükür Diyanet İşleri Başkanlığı açıklama yaparak “başörtüsü dini bir zorunluluktur” diye açıklama yapıp bizlerin yanında yer almıştı.

İşte bu yıllarda kurmuş olduğumuz Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) vasıtası ile haklarımızı almak üzere büyük bir mücadele verdik. O tarihlerde Başbakan olan Erdoğan, önce anayasa değişikliği (2010 referandumu) ile sonrada 6191 sayılı kanun ile en azından askeri şura kararı ile atılan insanların bir kısım özlük haklarını almasını sağladı. Fakat çok büyük bir kitle hala hiçbir hakkına kavuşamamış tazminat neyin hiçbir şeye kavuşamamıştı.

Makalelerimde hükümeti bu konuda eleştiriyor bu yüzden dostlarımın hücumuna uğruyorum. “Hükümeti eleştirme” diyerek bu apaçık zulmün karşısında durmamı, istemiyorlar. Hâlbuki bu hakların verilmesi sayesinde mahşerdeki büyük mahkemeden kurtulma şansları doğuyor. Bana görevlerini hatırlattığım için yöneticilerin çok dua etmesi lazım.

Daha çok nedeni var. Bunları yazsam kitap hacminde olur. Daha fazla söze hacet yoktur. İşte eğer ölmez kalırsam; bu haklı mücadelede asker arkadaşlarımın ve 28 Şubat mağduru binlerce başı örtülü insanların haklarının alınması için mücadele edeceğim. Bu uğurda ne yazık ki benden başka mağduriyetin giderilmesi için çalışan yazı yazıp ikaz eden çok az sayıda insan vardır. Dualara ihtiyacımız var, vesselam…

Vehbi Kara

adminadmin