Fikir
Giriş Tarihi : 15-11-2020 04:30   Güncelleme : 15-11-2020 04:30

İsmet ÖZEL "Dediğim Gibi Çıkmadı"

Belki dediğim gibi çıkmaması beni teselli etmelidir. Gazete yazarlığım dolayısıyla iç içe bulunduğum siyaset alanında tahminlerimin tutmayışına da sevinmem gerekir belki.

İsmet ÖZEL

Dediğim çıksaydı ve tahminlerim tutsaydı bazılarının aklına dünyada dönen dolapların künhüne varmış bir İsmet Özel gelebilirdi. Kim ister her şeye kulp takmasını bilen bir adamı? Ben böyle biriyle yakınlık kurmak istemem. Herkes neyin neresinden tutulacağını kendisi keşfetsin ister. Keşfedemeyen icat peşinde koşar. Benim çocukluğumda telefonun bir ihtiyaç olabileceği reklam konusuydu. Bugün cep telefonunun insan hayatı bakımından ihtiyacın da ötesinde bir yere sahip olduğu inancıyla yaşayan milyonlar var. Dünya dönüyor, dolap dönüyor ve ben bu dönüşten her ne sebeple olursa olsun azadeyim.

 

Şiiri bir teselli sayıp şiir yazma tecrübesine atıldığım kendime (iç dünya diye bir şeyden bahis açılabilirse) ait bir vakıa. Başkaları böyle bir itici gücün beni harekete zorladığına ihtimal vermedi. İlk kitabım bütün yazdıklarım arasında müstesna bir yere sahiptir. Baştan sona birer teselli saydıklarımı şiir biçimine büründürdüm. Hâlâ var mı bilmiyorum; ama bir zamanlar piyangoda büyük ikramiyeyi bir numara farkla kaçıranlara teselli mükâfatı verilirdi. Buna teselli demek ne derecede yerinde olur? Bence teselli daha temiz duygulara açılan, giderek asla özenmeği kışkırtan bir şeydir. Şiire teselli yakıştırması yaparken bunu göz önüne aldım. Şiir öyle bir metindir ki yenilenmeğe, tazelenmeğe dönük olduğu kadar teselliye yakın durur.

 

Türk hayatı bir yenilenme ve tazelenme ihtiyacı altında mıydı? Değildi. Dillerde ancak yirmi sene sonunda İtalya seviyesinde bir yere varabileceğimiz söylemi dolaşıyordu. Batılılaşmamız ihmale uğramış ve sakilliği saklanamayan bir batılılığa razı görünüyordu. Tekrarlanan taklidi bayat bulan bir avuç aydının şiir sebebiyle tutturduğu yol başka bir avuç aydının gözüne züppece görünse de topluma karşı sorumluluk açısından bir sahiciliği temsil ediyordu. Şairlerin burunları doğrultusunda bir yerden başka bir yere varabilecekleri tesellisi alışılmışa sırt çeviren bir yazış biçimine alan açıyordu. Dadacılığın, gerçeküstücülüğün deneyleriyle bir alış-verişi varmış gibi görünse de gerçekte Türk toplumunun batılı normlarla ilişkisi rahatsız edici bir yoruma tâbi tutuluyordu. Bu yorumun Yunus Emre’ye dayandırılabileceğine inanan insanlarla karşılaşmak zor değildi.

 

Beğenin veya beğenmeyin Türklerin yükseliş yılları Gaza Beylikleri dönemine rastlar. İslâm âleminde gayri-Müslimleri emir altına almakla yetinmediler; mimari, ev düzeni, iş hayatı gibi dünyadaki meşru düzeni yüce bir konuma getirmeği tutkulu uğraşlar durumuna yükselttiler. En önemlisi temiz bir Türkçe inşasına yöneldiler. Yükseliş yıllarında Batıya bir kaçış yolu olarak modernleşmeği vazgeçilmez, tek yol gibi gösteren Türkler III. Selim saltanatıyla gemi azıya almış Batılaşmağı bir esasa bağlamak ihtiyacındaydılar. İkinci Yeni böyle bir ihtiyacın aydınlar saltanatına mezar kazacağını bilen birkaç aydının ve bilmese bile sezgi yoluyla aynı yere varan başka birkaç aydının desteğini alabilmişti. Bütün yıkımıyla I. Dünya Savaşı şiirin bilinçaltına müracaatını zaruri kılıyordu. Türklerin Alman Harbi olarak adlandırıp uzak durduğu II. Dünya Savaşı medeniyet eleştirilerine tuz biber ekti. Aydınların bir kısmı bu tuz bibere talipti.

 

“O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey/incecik melânkolisiymiş yalnızlığının” Bu mısralardan insana ulaşan “şey” teselliden başka bir şey değildi. Teselliyi avuntu sayamazdık. Büyük ikramiyeyi bir numara farkla kaçırmış değildik. Şiiri şiir yapan böyle bir şeyi birisi yazsa da okusak beklentisiydi. İnsanların çoğunun yüzüne yeni bir imge ile karşılaşmanın karaltısı veya ağartısı düşüyordu. Karaltı ise menfi, ağartı ise müspet demek yerinde değildi. Gölgede veya izbede teselli yoktur da demiyorum. II. Cihan Harbi’nden Almanların mı, İngilizlerin mi galip ayrılacağını hayat tarzına dâhil edenlerin yabancı kaldığı bir sürecin şuuru teselli ediyordu bizi. İkinci Yeni şiirinin bam teli burasıydı. Türk kültürünü sanki Alman Harbi’ne girmiş ve çekilenlerden haberdarmış havasında sürükleyenler ön safta görünüyordu.         

 

Ne bir Mussolinimiz oldu, ne bir Hitlerimiz, ne de bir Stalinimiz. Üçünden birinin gölgesinde yakınlarına düşmanlık besleyen aydınlar ülkesi haline geliverdik. Hangi millet neyin peşi sıra bir dava güdüyordu? Ekonominin tertip tarzı bir milleti yükseltebiliyor muydu? Buna kesin bir dille hayır demeliyiz. Rusların kendi ekonomik düzenlerinin salaşlığından kocaman bir edebiyat tarzı icat ettiğini gözden uzak tutamayız. Peki, sonra? İcat edilen tarzın kalıntılarıyla durumu idare etme denemesi içinde yerinde sayan aydın zümre. Bob Hope’un iğneli sözlerini akıldan çıkarmayın: “Hayır, uzay yarışında Sovyetler bizi mağlup etmedi. Sadece onların Alman bilim adamları bizim Alman bilim adamlarından daha iyi çıktı”. Kanlı çatışmalar, millet gururunun incitilmesi ve şartların zorlamasını göklere çıkararak zengin ve makam sahibi olanlar… Pergelin yazmaz sivri ucunun sanatçıya neresinden battığını tahmin edebiliyor musunuz? Buna kolayca varacağınız küçük bir ihtimal. İhtimali büyütebilmemiz ne sanatçıya, ne de sanat eserindeki sihre kavuşma imkânı bahşeder bize.

 

Evet, gele gele nereye geldik? Tavşanın suyunun suyuna… 1938’de Mustafa Kemal’in ölümle buluşması millet olarak bizi de bir Millî Şef’le buluşturdu. İsmet İnönü Avrupa kamuoyunda “Mustafa Kemal öldü. Artık Türklerin başında adam kalmadı” sözüne meydan vermemek için kendine Millî Şef denmesine itiraz etmediğini iddia ediyor. Hikâye hem uzun, hem çok kapsamlı. Müstemlekeleri sebebiyle bir imparatorluk görüntüsü veren Portekiz’in başına bir Salazar’ı, aynı görüntü yüzünden onunla yarışan İspanya’nın başında bir Franko’yu kim (Meselâ Celâl Bayar’ı darağacından kurtaran Papa mı?) oturtmuştu? İsmet İnönü kendine Millî Şef unvanını lâyık görünce Mustafa Kemal’e de Ebedî Şef denilmesi zaruret haline geldi. Bu ifadede bir sallantı yok muydu? Devrimlerin mucidi Mustafa Kemal’e zaten Atatürk denilmesi kanun gereği değil miydi? Demek ki, ona Türklerin babası demektense “ebedî şef” demek toplu durum gereğiydi. Türkiye’de toplu durumun sırrına ermek çetin meseledir. Bankaların her 100 liraya bir kur’a numarası vererek apartman dairesi dağıttıkları dönemde bir devlet memurunun aylık geliri geçime kâfi gelmiyordu. Karı-koca çalışıyorlar maaşlardan birini kiraya hasrediyorlardı.

 

27 Mayıs 1960’ı takip eden yıllarda Türk milletini sosyalizm çizgisinde uzlaştırmak pek zor olsa da imkânsız sayılamayacağı belli oldu. Türk milletini İslâm’a davet etmek sosyalizme ikna etmekten daha elverişli bir siyaset olurdu. Ne biri, ne de diğeri yapılabildi. Uğraşıldı da becerilemedi mi? Uğraşmak ne kelime? Sosyalizmin ve İslâm’ın yakınına bile uğranılmadı. Duruma sosyalist olmayan sol ve İslâm ibaresinden para ve mevki kazananlar el koydu. El konan durum Dünya Sistemi’nin taleplerine kavuk sallamak ve giderek sistemin akıl edemeyeceği kâr fırsatları icat etmekti. Gündelik hayat içinde hemen fark edilecek şey Refah Partisi ele geçirinceye kadar İETT otobüslerinin reklâm alma bölgelerinin mahdut kalışıydı. Belediye “Müslümanların” eline geçince bütün otobüs reklâm verenin boyasına boyandı. Bu göz önündeki misâl göstermeden çevrilen dolaplar hakkında fikir verebilir.

Kaynak: istiklalmarsidernegi.org.tr - İsmet ÖZEL

Recep YAZGANRecep YAZGAN