Fikir
Giriş Tarihi : 25-02-2020 09:47   Güncelleme : 25-02-2020 09:47

Tâvizsiz Bir Dâva Adamı: Osman Yüksel Serdengeçti

Herkesin gönlünde ve dimağında yer alan kahramanları vardır. Fakîrin yakın dönem kahramanları arasında Medine Müdafîi Fahreddin Paşa, Necip Fazıl, âmâ üstad Cemil Meriç, Ali Yurtgezen hoca ve bu nâçiz yazının mevzu olan Osman Yüksel Serdengeçti vardır. Serdengeçti’nin kahramanları da Yunus Emre’dir, Mehmed Âkif’tir. 1917’de Akseki’de doğmuştur. Asıl adı Osman Zeki Yüksel’dir.

Tâvizsiz Bir Dâva Adamı: Osman Yüksel Serdengeçti

Hakk’a tapan Türk’üm diyenler, İslâm ölçüleriyle milliyetçiyim, mukaddesatçıyım diyenler, Türkiye’nin bin yıllık millî dâvasını taşıyanlar Serdengeçti’yi tanımalıdırlar. Rasih Yılmaz “Toros Yüzlü Adam…” diyor ona. İsabetli söylemiş. Türklerin bin yıldır vatanlaştırdığı Türkmen yurdu Toros dağlarının çilekeş, kucaklayıcı ve sarp yamaçlarına benzer Serdengeçti. Şairdir, yazardır, cemiyetçidir, Türk İslâm düşüncesinin peşindedir.  Bu hususiyetlerini kuşatan en büyük vasfı tâvizsiz bir dâva adımıdır.  Dâva yoksa şairlik, yazarlık ve siyaset yoktur onun için.   

 

Varlıklı sayılabilecek Müftü bir babanın oğlu olmasına rağmen zengin görünmeyi ve yaşamayı istememiştir. Meşreben Ebu Zer Hazretleri gibi kanaatkârdır. Kitaplarından ve mebus maaşından eline geçen parayı hapishânelerde ve dâva için çıkarttığı dergilere harcayan, yoksul lise ve üniversite talebelerine burs veren fedakârlık ve diğergâmlık timsalidir.

Türk edebiyatı mütehassısı Cemal Kurnaz efradını câmi, ağyarını mâni bir târif yapmış: “O bu çağın adamı değildir. Bütün zamanların adamıdır. Onun gönlü Asr-ı Saadette, kafası Selçuklu ve Osmanlı’da, gövdesi bu zamandadır. Gösterişi, övgüyü, gürültüyü, şamatayı, yalanı, riyayı sevmez.”

 

Serdengeçti, Bağrıyanık gibi yayınladığı dergilerin okuyucusu çoktur. Resmî olarak soyadına da eklediği, onun mümeyyiz vasfından ve karakterinden neşet eden Serdengeçti dergisini millet çocuklarına okutmalı, tıpkıbasımını çoğaltıp siyaset yapanlara, aydınlara, en çok da üniversitelere ve Anadolu’daki bütün derneklere, çayhânelere dağıtmalıdırlar. “Allah” demenin yasak olduğu milletsiz Kemalist Cumhuriyet’in surlarına ateşten oklar atan fikir ve dâva dergisinin adıdır Serdengeçti. Kendi karakterini çağrıştıran Serdengeçti dergisinin alt başlığı olan “Allah, Vatan, Millet Yolunda” cümlesi onun fikrî istikâmetinin en kısa tarifidir. Kalemini yüreğine batırarak yazdığı “Bu Millet Neden Ağlar?”, “Mabetsiz Şehir” ve “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler” kitaplarını “Yarınki Türkiye’nin” sahibi millet çocukları mutlaka okumalıdır.
 

Kemalistlere karşı tek başına

Milliyetçi mukaddesatçı olan Serdengeçti, Kemalist inkılâplara peşinen karşıdır. Ona göre laiklik, dinsizliğin kibarcasıdır. Kemalist devletin siyasetine karşı emsalsiz bir millî duruş gösteren Serdengeçti’nin başına neler gelmedi neler! 3 Mayıs 1944 hâdiselerine “öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek” ten tabutluklara atıldı. Suçsuz olduğu anlaşılınca, felsefe bölümünde okuduğu Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesindeki eğitimini tamamlamak istedi. Fakat siyasî sabıkası olduğu için izin verilmedi. Devrin azılı Kemalist solcularından Behice Boran, Serdengeçti’nin imtihanlara girmesinin rejim açısından mümkün olamayacağını söyler. Kemalist sisteme ses çıkaramayan ünlü tarihçi Prof. Enver Ziya Karal’ın da bulunduğu üniversite kurulunca fakülteden kaydının silinmesine karar verilir.                                                                        

Danıştay, tahsiline devam etmesi yönünde karar verir. Osman abi bu! Yalınkılıç bir alperendir. Eyvallah etmez Kemalist devletin tanrılarına. Suratlarına tükürürcesine konuşur: “Nasıl oluyor da Cumhuriyet hükümetinin en yüksek mahkemesinin kararını tanımıyorsunuz. Burası Moskova mı?” 

 

“Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline”                                      

Kemalist rejimin hükümferma olduğu o devirde hiçbir babayiğidin cesaret edemeyeceği şekilde Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in makamına alperen edasıyla çıkar ve okunduğunda hapishâneye yollatacak demir leblebi cinsinden dilekçesini masasına koyup gider:                                                                 

“Yüksek Vekâletin Alçak Vekiline /Ankara
“Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir / Hakkımı istiyorum efendi / hakkımı ...! / Senden bahşiş istemiyorum ...! / İmtihan hakkımı ya verirsin ya zorla alırım... / Beni, tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez..! / Bu aşkı bu ateşi hiçbir şey söndüremez…!                                                       Dilekçesine cevap alamayınca, Serdengeçti dergisinde Kemalist rejimin dalkavuğu, münafıklar münafığı, riyakârlar riyakârı Hasan Âli Yücel’in hakkında yazı yazar: “Ağzının sağ yanı ile Kur’an okuyan, sol yanı ile kızıl ıslıklar çalan Bakan!”

                                          

“Hapishâneyi sırtında taşıyan adam”                                    

Bu iki müdafaasının ardından üçbuçuk ay hapisle cezalandırır. Toy düğündür Serdendeçti için hapislik. Minnet eylemez kimseye. Eli üç defa kovuşturma açılmış, seksen kez mahkemeye verilmiş, doksan üç kere mahkûmiyet kararına muhatap olmuş, sekiz defa hapis yatmış.                                                                   

Derin devletin ve siyasî tarihin işkenceli sorgu mekânı olan meşhur Sansaryan Han’ın tek kişilik tabutluğunda dahi tâviz vermeyen ehl-i hapisanedir, Yusufiyelidir. Malatya, Ankara hapishânelerinin demir kafesleri ve duvarları onu iyi tanır. Çorum Erbaa’da sürgün ikâmete mecbur edilir. Yavuz Bülent Bakiler, Serdengeçti’yi ne güzel anlatır: “O, hapishâneyi sırtında taşıyan, hayır ruhunda yaşayan bir çileli adamdır.”                                                         

“Açık kapıları Osman Geliyor”                                                 

Her yazısında kullandığı “Açın kapıları Osman geliyor” sözü yeni mahkûmiyetlere hazır olduğunun beyanıdır, yâni zulüm idaresine meydan okumasıdır.  Alperenlik cehdi gerek. Serdengeçti’de yürek çatal çatal… Millî mücadele bitmemiştir onun için. Mücadelecilik ruhundan maddesine kadar işlemiş. Kemalist devletin tanrı şeflerine, Necip Fâzıl dışında hiçbir babayiğidin söyleyemeyeceği yazılar yazar, mülâkatlar verir dergilerde. Yürek ister o devirde yazı yazmak. Söyleyeni darağacında sallandıracak o mülakattan kısa bir bölüm:                                                                                                

“Tam 27 yıl Tanrı’lar gibi konuştular. Firavunlar gibi saltanat sürdüler. Yediler, içtiler, kustular. Bol harcırah, hususi vagonlar, yatlar… Sürgün ettikleri padişahların saraylarında şahane hayatlar… Zevk, eğlence âlemleri… Vur patlasın! Çal oynasın! Her gün bayram, her gün seyran! Altta kalanın canı çıksın. Altta kalan milletti! Halktı, köylü idi! Ama nutuklarda, afişlerde ‘‘ Köylü Milletin Efendisidir’’ yazılı idi. Ne uslandılar, ne utandılar, ne de doydular… Ey Türk Milleti! Vatan ve millet cellâtlarını unutma ve affetme!”     

              

1877’den bu yana Meclis onun gibi bir mebus görmedi                                                                                     

1877’den bu yana Meclis onun gibi bir mebus görmedi. 1965 yılında Adalet Partisi’nden mebus olur. Adalet Partisi’den aday olduğunda gazeteciler “Neden AP” derler. Alperen ruhlu bu yiğit adam, aynı zamanda nüktedan ve hazırcevap birisidir. En ciddi meseleleri nükte, hiciv ve mizah üslûbuyla icazlı bir şekilde anlatır ve dinleyenleri kırar geçirir. Osman abiyi dinleyelim: “Millet Partisi’ne gitsem, o geveze Osman (Bölükbaşı’nı kastediyor), ben Deli Osman, idare edemeyiz. CKMP’ye (MHP’nin eski adı) gitsem, yahu ben askerliğimi yapalı yıllar oldu, gidip de bu saatten sonra bir Albay’ın emrinde yat-kalk tâlimi mi yapacağım. En iyisi AP, geldik buradan aday olduk.” Hakikati üzere yaptığı muhalefeti karşısında AP’den ihraç edilir. Adalet Partisi’nin Genel Başkanı ve Başbakan Demirel’i millet değerlerine ters siyaset yaptığı için manzum bir şekilde hicveder: “Bizler sandıktan çıktık, zât-ı âliniz kasadan / Keşke çıkmaz olaydık, öleceğiz tasadan / Millet bıktı usandı, sandalyeden masadan / İktidar borusu artık, bir daha ötmez / Ey Hazreti Süleyman bu kervan böyle gitmez.”                                                                           

Sonra MHP’ye geçer. Bir gazeteci sorar: “Hani siz bir Albay’ın emrinde yat-kalk tâlimi yapamazdınız?” Serdengeçti’ye soru soruyorsanız, işiniz zor. Üç kulhuvallahu, bir elham okuyacaksınız: “Bilmiyor musun oğlum seferberlik ilan edildi” der. Gazetecinin dili boğazına kaçar. 

 

“Meclisin galender, kravatsız milletvekili…”                        

Dâvası için siyasete giren Serdengeçti kartvizit kullanmaz. Meydanlarda ve salonlarda kendini tanıtırken “Meclisin galender, gravatsız milletvekili, bağrı yanık gardaşınız…” diye başlar söze. Dâva adamlığıyla uyuşmayan siyaset onun için bir vasıtaydı. Kemalist sistemle mücadele etmek, milliyetçi mukaddesatçı fikri hayat geçirmek isteyen Serdengeçti için o şartlarda siyasî partilerde kısa müddet yer alması normal olsa gerek. Tek arzusu, milliyetçileri ve mukaddesatçıları birleştirmekti. Milliyetçiliği İslâm’la anlatmaktı derdi. Seküler sağcı milliyetçiliği reddediyordu. “Bizim milliyetçiliğimiz Hakk’a tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir” diyordu.                                                                            

O vecdli diliyle söylediği “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslümanım” terkibi, bâzı tenkitlere açık olsa da, heyecanlı kitlelerde hayli rağbet görmüştür. 1973 seçimlerinde MHP’den biraz uzaklaşır. Millî Selamet Partisi’nin çıkardığı Millî Gazete’de köşe yazıları yazar. Bu partiden aday olacağı zannedilir. Dedikodulara kızarak, gazetedeki köşesinden seslenir: “Turfanda milliyetçiler, MSP listeleri açıklandı, gördünüz mü adımı?”   

 

“Kravat konuşmaz, kafa konuşur”                                   

Serdengeçti’ye mecliste pek söz verilmez. Bir gün söz istediğinde asker kökenli Meclis Başkan Vekili bir mebus “Sen kravatsızsın. Önce kravatını tak, sonra konuş!” deyince, Serdengeçti durur mu?: “Paşa omuzlarınla düşünmekten vazgeç! Karşındaki adam istediğin kılığa sokabileceğin emir eri değildir. Kravat konuşmaz, kafa konuşur.”         

                                                                     

Ayasofya için idamla yargılandı                                                       

1953’de İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü münasebetiyle yazdığı Ayasofya’nın müze yapılmasını telin eden yazısından dolayı Ağır Ceza Mahkemesi’nde idamla yargılanır. Savunmasının girizgâhı onun tâvizsiz bir dâva adamı hususiyetlerinden sadece biridir: “Savcılık bu dâvayı yanlış yere getirmiş. Dosyayı Yunanistan’a gönderseydi daha iyi etmiş olurdu” diyerek başlar. “Savcı tepeden verilen emirlere göre hareket ediyor! Ayasofya’nın tekrar câmi haline çevrilmesinde benim ne gibi hususi maksadım ve menfaatim olabilir? Ayasofya’yı kiraya mı vereceğim yoksa imamı mı olacağım? Beni
bu yazıdan dolayı Türk savcıları değil, Yunan savcıları itham etsin. Böyle bir yazıyı yazmaktan dolayı kendimi müdafaa etmekten utanç duyuyorum.’’

 

Karakteri gereği avukat tutmaz. Süleyman Arif Emre hasbî olarak avukatlığını yapar ve beraat eder. Sevineceğini düşünür. Fakat öyle olmaz. “Yaptığınız işi beğendiniz mi Arif Bey! Ben canımın derdinde değilim. Ne ceza verirlerse versinler. Merhum Fatih, Osmanlı Ruhu, Ayasofya… Müthiş bir konuşma hazırlamıştım, Mahkeme Heyeti’nin ve bütün İslâm düşmanlarının suratlarına indirecektim. Siz tuttunuz, o başarılı savunmanızla benim muhteşem konuşmamın yolunu kestiniz. İdam etmişler etmemişler ne önemi var! Şimdi tutup, beraat ettim diye sevineyim mi?”                                                                       

1968 senesinde mebus iken milliyetçi ve muhafazakâr hükümete rağmen Ayasofya’nın câmi olması için çalışma yapılmamasına sitem ederek radyo konuşma yapar:                                                                                                      

“Ey İslâm’ın nûru, Türklüğün gururu Ayasofya… Şerefelerinde fetihin, Fatih’in şerefi ışıl ışıl yanan muhteşem mabed… Neden böyle bir hoş, neden böyle bomboşsun? Hani minarelerinden göklere yükselen, tâ mâverâdan gelen ezanlar… Hani o ilâhî devir, ilâhî nizamlar… Ayasofya ses vermiyor, Ayasofya bir hoş, Ayasofya bomboş… Hani nerde, şu muhteşem minberde, binlerce erin ve gazinin baş koyduğu şu temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor? Ayasofya, Ayasofya, seni bu hâle koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim? Hani nerde, gönüllerden kubbelere, kubbelerden gönüllere akan Kur’ân sesleri? Kur’ân sesleri dindirilmiş… Müslümanlar sindirilmiş…”          

            

Serdengeçti’de fikir nükte içinde, nükte fikir içinde 

Nükteleri meşhur ve anlamlıdır. Serdengeçti’de fikir nükte içinde, nükte fikir içindedir. Siyasî ve fikrî tenkitleri çok zaman kafiyeli nükteli ve mizahi üslûp taşır. Devrin ünlü siyasetçisi Osman Bölükbaşı için söylediği sözlerde gıybet değil, hakikat vardır: “Bölükbaşı atar tutar, bazen sağı tutar, bazen solu… Anadolu Fırtınası derlerdi buna, ben de inanırdım, meğer Anadolu kavağıymış. 1961 seçimlerinde 71 mebus çıkardı Bölükbaşı, neye uğradığını şaşırdı, birkaç ay içinde kışlalara acemi erat dağıtır gibi dağıttı diğer partilere bunların çoğunu, böylece Bölükbaşı oldu bir onbaşı.”                                                                                  

Hiciv ve mizahları tarihi dersler çıkartacak cinstendir. Zorba CHP rejiminin şefi İnönü toprak reformundan söz eder. Serdengeçti durur mu?: “Paşa toprak reformu yapacakmış. Ey Paşa, senin devr-i iktidarında Ankara Yenişehir’deki akasya ağaçları bile senden izinsiz çiçek açmazdı, koltuktan düştün, ayağın toprağa değdi de toprak o zaman mı aklına geldi. Sen bu milleti toprağa kavuşturursun ama mezarda.”                                                                                  

Yanında torunu da bulunan İsmet İnönü’nün uçakla yurt dışına yaptığı bir seyahatte, tesadüf olacak, Serdengeçti’de var. İnönü ona takılmak için torununa “Git Osman amcana de ki: Aşağıya biraz para atıp birkaç fakiri sevindirsin.” Torun, olduğu gibi nakleder. Serdengeçti gülerek “Evladım, ben aşağıya biraz para atsam birkaç fakir sevinir ama, aşağı dedeni atarsak bütün fakirler sevinir.”         Siteminde dahi mizah vardır: “İki İsmet’ten çok çektim, biri hürriyetimden etti, öteki zürriyetimden!” Birinci İsmet; onu hapislerde çürüten Kemalist Cumhuriyet’in “Millî Şef’i İsmet İnönü” ydü. İkinci İsmet; bir çocuğu olan fakat yaşamadan ölen ve bir daha hiç çocuk dünyaya getirmeyen eşi İsmet Hanımdı.

 

“Sekiz defa mahpus, bir defa mebus oldum”                       

Mebus olup Meclisin dönerli kapısından girerken kapı onu bir tur döndürür ve başkasının yardımıyla ancak içeri girebilir. “Ulan! Daha girmeden, kapısında başladı döneklik. Allah içeride bize yardım etsin” diyerek sokranır. Mebusluğu dâva adamlığını asla gölgelemez ve önüne geçmez. Böyle olduğu içindir ki “Sekiz defa mahpus, bir defa mebus oldum” diyerek mebusluğunu bile mizah konusu yapar. Serdengeçti Meclis kürsüsündedir. Konuşturmamak için laf atarlar. Fikirde hiciv, hicivde fikir yüklü dilini tutması mümkün mü?: “Bu meclisin yarısı eşek” der. Meclis karışır. Özür dilemesini isterler. Meclis Başkanı: “Sayın Serdengeçti, sözünüzü geri alın, meclise ağır hakaret ettiniz.” Serdengeçti: “Evet, geri alıyorum, bu meclisin yarısı eşek değildir.” Hiciv yüklü bu nüktesi Nasrettin Hoca’yı hatırlatıyor. “Tanrı Türk’ü Korusun” sloganının ve Allah-Tanrı kavramlarının tartışıldığı dönemde nükteleri tesirli ve meşhurdur: “Ne tartışıyorsunuz? Tanrı Türk’ü, Allah da Müslüman’ı korusun!”                 

Parkinson, yâni titreme hastalığına rağmen her şeyin Allah’tan geldiğine inanan bir mümin tevekküllüyle hastalığını alaya alır: “Parkinson öyle hoş bir isim ki, araba markasına benziyor. İnsanın ‘keşke benim de bir Parkinson’um olsa’ diyesi geliyor! Mao’da da bu hastalık varmış yahu. Eh, yine de büyük adam hastalığı. Ne de olsa serde fukaralık var. Nu da proleter hastalığıymış. Bize de böylesi yakışır.”                                                                                                           

 

Bu hastalığı sırasında katıldığı bir toplantıda Alparslan’a Türkeş’e “Alparslan Bey, siz bir kere “Ey Türk! Titre ve kendine dön” dediniz. Ben de titremeye başladım. O gün, bu gündür titriyorum ve bir türlü kendime gelemiyorum!” demesi onun nüktedan zekâsını gösterir. Gazetecilerin, “Osman Bey, komünistlerle aranızda ne fark var?” sorusuna verdiği cevap ciltler dolusu izahlardan daha tesirlidir: “Aramızda Allah var.”                                          

Kemalist Altı Ok iktidarında Diyanet İşleri Başkanlığı yapan hemşerisi ve akrabası Ahmet Hamdi Akseki’ye dönemin Chp hükümeti makam arabası tahsis eder. Serdengeçti nükte ve hicivle karışık bir üslûpla “Hocam, artık sıratı da bu arabayla geçersin!” diyerek bir anlamda devrin âlimlerinin yaşadığı çıkmazı da gösterir. Kemalistlerin atası için yapılan Anıtkabir’in inşasında devrin gençlerini gerek zorla, gerek telkinle çalıştırdıkları malûm. Serdengeçti’ye “Sen genç değil misin? Niye Anıtkabir’de çalışmıyorsun?” sorarlar. Kemalist zihniyetle alay ederek “Vallahi hapishânelerden bana zaman kalmıyor. İnşallah ikinci Anıtkabir’de canla başla çalışırım.”                                                                              

Hâsılı, Agâh Oktay Güneri’nin ifadesiyle “en büyük esprisini Kemalistlere yapmış, 10 Kasım’da ebedî âleme göç etmiştir.”                                                          

İşte böyle bir kahramandır Serdengeçti. Onun zamanında yaşasaydım, yanında çömezi olur, dergisini dağıtır, mücadelesine katılır, onunla hapislere girerdim. Ah, Osman abi! Meşâleni taşıyan kalmadı bugün, mahcubuz sana.” 

Recep YAZGANRecep YAZGAN