Değerli Dostlar,
Sizlerle bugün paylaşacağım aile hikayemizi bir süre önce teyzemden dinlemiştim.
Ailece hikaye anlatmayı severiz. Biz çocukken rahmetli annanem dört torununu da eteğinin etrafına toplar, kendi yaşamı ve ailesi ile ilgili bir sürü hikayeler anlatırdı.
Anlatıma; hem vuucut hareketlerini, hem yüz mimiklerini, ses tonunu öyle tadında katardı ki, biz gözlerimizi annanemin üzerinden alamaz, pür dikkat dinlerdik. Aynı anlatım yeteneği hem anname, hem teyzeme geçmiş. Şimdi teyzem çok rahatsız, konuşacak durumda değil ama iyi olduğu günlerin birinde işte en son anlattığı bu hikaye için; ‘Teyze, ben bunu köşe yazısı olarak yazarım.’ demiştim. Ve şimdi de bu hikayeyi sizlerle buluşturmak istedim.
Konu misafirperverlikten açılmıştı. Bu korona günlerinde ne misafirlik, ne bayram ziyaretleri kaldı diye konuşurken, misafir ağırlamanın kendi aile geçmişimizden beri ne kadar önemli olduğunu etkileyici bir hikaye ile vurguladı teyzem.
Annanem çok genç yaşta dedemi kaybetmiş. Türkiye’nin 70 sene önceki şartlarında iki çocukla büyük sıkıntılar yaşayarak ayakta kalmaya çabalamış. Yani sene 1940’lar, Cumhuriyet kurulması ardından tekrar ayağa kalkmaya çalışan yeni bir ülke, ardından Atatürk’ün ölümü, üstüne 2. Dünya savaşı ve tüm bunların getirdiği yokluk, kıtlık ve sıkıntıları üzerinden atmaya çalışan bir dönem. Bir dilim ekmeğin hesabının yapıldığı bu ve benzeri gerçek hikayeleri dinlerken bile insanın inanması çok zor geliyor. Rahmetli annanem hem ev işlerinde, hem mutfak işlerinde çok becerikliymiş. Hani aynı malzeme ve süreyi iki kişiye eşit şartlarda verirsiniz, aynı yemeği yaparlar da; birinin tadı iyi olur ama ötekinin tadı damağınızda kalır ya. İşte o tadı damağınızda kalan yemeği yapan annanemdi. Bir kilo patates, soğan, bir kaşık salça ve bir tutam tuz ile size dünyanın hiç bir yerinde tadamayacağınız muhteşemlikte patates yemeği yapabilirdi. Halk arasında buna ‘Elinin tadı güzel’ derler. Elinin tadı güzel ise ne yapsan güzel olur. Rahnetlinin köftesi de çok meşhurmuş, şehir dışından sırf köfte yemeğe gelirlermiş annanemim evine.
Yine bir gün şehir dışında yaşayan bir aile yakınımız, o zamanlar telefon olmadığından annaneme mektup göndermiş. Annanemin ismi Nadide idi. ‘Nadide, şu tarihlerde İstanbul’a iş için geleceğim. Hazırlan hanımla sana köfte yemeğe geleceğiz.’ Ancak bahsettiğim gibi, o dönemler yokluk dönemi, kadın başına iki çocukla geçinmeye çalışan annanemin o sıralar misafir ağarlayacak parası yokmuş. Ama bir taraftan da misafir ağırlamak bir şeref meselesi, geri çevrilmesi, bahane üretilmesi mümkün değil. Ananaem ne yapayım, ne edeyim, nereden para bulayım diye düşünürken, çıkarmış gümüş konsolunun içinden bir gümüş eşya, tutmuş Karaköy’ün yolunu. Karaköy’de ne mi varmış? Efendim o zamanlar Karaköy’de rehineciler olurmuş. O zamanlar bu bir meslekmiş. Nakit paraya sıkıştığınızda, elinizde bulunan elektronik, gümüş, halı gibi değerli bir eşyanızı bırakır, nakit paranızı alırmışsınız. Sonra elinize para geçince, ödünç aldığınız parayı faiziyle iade eder, bıraktığınız eşyanızı da geri alırmışsınız.
İşte annanemde misafirlerini en iyi şekilde ağırlamak için vermiş gümüş parçayı, almış parasını, yapmış alışverişini, o dillere destan köftesini ve zeytinytağlılarını da yapmış. Diğer aile yakınlarını da davet etmiş, kocaman bir masa kurmuş. Kalabalık, cümbür cemaat layığıyla ağırlamış misafirlerini. Tabi bizde misafir hiç eksik olmadığından ve evde hep bir masa kurulduğundan, Karaköy’de ki rehineciler annanemi iyi tanırlarmış. Bilirlermiş annanemin elinin de, gönlünün de bol olduğunu, o yüzden de parayı faizsiz geri alırlarmış ondan.
Teyzemin demesine göre o zamanlar yokluk çokmuş ama gönüller bolmuş. Şimdi her şeyimiz var, masalarımız dolup, taşıyor. Hatta yemek artığı konusunda bir çok ülkeyi geçiyoruz ama maalesef gönüllerin güzelliğine hasret kaldığımız bir dönem yaşıyoruz.
Üzerine de virüs salgının gelmesi tuzu biberi oldu. Belki de tüm dünyayı saran bu virüsün bize bir taraftan da vermek istediği bir mesaj var, kim bilir?
Sevgiyle.