Okunan metinde yazarın niyetinin ne olduğunu anlama uğraşı, bilgilenme, kelime dağarcığını geliştirme, metindeki; metinlerarasılık, pastiş, parodi gibi edebî oyunları bulma…
bütün bunlarla uğraşmak bir metni okumak anlamına gelir mi sahiden?
Burada metin ve okuyucu arasındaki ilişkinin tam olarak ne olduğunu kavramak mecburiyeti ortaya çıkıyor. Bir metne okurun yaklaşımının nasıl olduğunu anlamak, okuma eylemi sonucu gerçekleşmesi gereken durumun ne olduğuyla ilgili bir cevap niteliği taşıyacak, dahası yapılagelen eylemin manâsına yönelik de bir anlam/değer dünyasının açığa çıkmasına yardımcı olmuş olacaktır.
Okumak, metne nüfuz etme fırsatını elde etmiş bir kişinin artık istese de o metne rastlamadan önceki hayatına devam edemeyeceği anlamına gelir. Metne rağmen veya metin için hiç fark etmez kişi yaşamına o metni dâhil ederek devam edebilir. İster ampirik ister ideal bir okur iddiasıyla yaklaşılsın metne, bu durum hemen hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Yolu bir kere metne düşen okurun artık istese de aynı yoldan, aynı insan olarak devam etmesi düşünülemez.
Metni okumanın ferahlığıyla yürüyebilir, ayağında çakıl taşı varmış gibi rahatsız olarak yürüyebilir, düşe kalka yahut seke seke, güle oynaya yürüyebilir kişi. Bu durumların herhangi birinde olması hiç önemli değildir. Okur artık metinle beraber yürüyebilir.
Okunan metinleri mi yüceltmeye çalışıyorum burada?
Mübalağa sanatına mı soyunuyorum? Bunun böyle olmadığına yönelik derin felsefî birtakım düşünceler serdetmektense hiç öteye beriye yeltenmeden insan ilişkilerinizi göz önünde bulundurmanızı salık verebilirim. Âşık olduğunuzu yahut nefret ettiğinizi söylediğiniz bir insanla; övdüğünüz veya sövdüğünüz bir insanla ağzınızdan bu duygu durumlarını karşı tarafa ilettiğiniz cümleler çıktıktan sonra hayatlarınızı aynı yerden devam ettirebileceğinizi düşünebiliyor musunuz? Mutlaka yeni bir tutumun içine gireceksiniz. Bu sebeple olsa gerek Sezai Karakoç; “Şiiri duymuş bir yönetici kolay kolay zâlim olamaz. Şiir, tabiatında zulme karşıdır.” demiştir.
***
Okumak da tıpkı insan ilişkilerindeki bu sıradan vaziyet gibi sizi bir tutum al-maya sürükler. Ebu Cehil, Hz. Nebi’den (âleyhisselam) Kur’ânı işittikten sonra nasıl bir tutumu benimsediyse Ebubekir de bir tutumu benimsedi. Üstelik bu iş salt kutsal metin için de düşünülmemeli. TRT’deki Bir Sohbet adlı 1986 yılında gerçekleştirilen programda sunucu Doğan Hızlan, Cemal Süreya’nın biyografisinden notlar okuyacağını söyleyerek nerede doğduğunu, hangi fakülteyi bitirdiğini, nerede çalıştığını, aldığı ödülleri vesaire sayınca şair:
“1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugün huzurum yoktur. Biyografim bu kadar.”
Cümlelerini kurarak bir anne kaybetmenin acısının hemen peşine yolunun bir yazara düşmesini kısacık biyografisinin merkezine koyar. Bu yönüyle yazmak, (tezli yahut güdümlü fark etmeksizin) insanları bir şeylere çağırmak demekken okumak davete icabet etmek yahut reddetmek anlamına gelir. Katılsanız da katılmasınız da ortada bir davet vardır ve siz artık yokmuş gibi davranamazsınız. Okumak davete dair tutum almaktır.