Biz hikayelerle büyüdük. Bugünkü karakterimizin şekillenmesinde belki de en büyük rolleri o yüzden hikayeler almıştır. Nesilden nesle de gider bu hikayeler. Dostluğu, paylaşmayı, dayanışmayı, sevgiyi, sadakati ve daha nice hassemizi hikayelerdeki hissemizden aldık.
Biz hikayelerle büyüdük. Küçükken dedemizin, ninemizin o içerisinde tarih, din, ahlak kokan hikayeleriyle. Sonra anne babamızın hayat derslerini sünger gibi içimize çekmemizi sağlayan hikayeleri takip etti bunları. Okulda öğretmenimiz bize bir öğüt verecekse “öyle yapma, böyle yap” diyerek değil bir hikaye anlatarak verdi öğüdümüzü.
Ünlü yönetmen Osman Sınav bir demecinde hikaye anlatmanın ilahi bir usul olduğunu anlatır. Haklılık payı da vardır. Çünkü Rabbimiz Kuran’ında kıssalarla yol gösterir bizlere. Acılar içerisindeki Eyyüp (a.s.)’ın her haline gösterdiği şükürden sabrı, Hz. Yusuf (a.s.)’ın Kıssa-ı Ahsen’inden iffeti, Hz. İsmail (a.s.) tevekkülünden teslimiyeti öğretir bizlere. Hatta ilk insanın yaratılışında maddeye değer veren, ateşi topraktan üstün sayan Şeytan’dan bile öğreneceğimiz şeyler olduğunu anlatır anlayanlara.
Bendeniz de Yolcu diye bir hikayeye denk gelmiştim bir zaman. Hikaye şöyledir:
Genç bir adam hayatın anlamını araştırmak ister. Öğrenmek ister. Zira insan olmanın en temel sorusu ve sorunudur bu. Niçin burdayım? Burada işim ne? Burdan nereye gideceğim? Nereye gitse kime sorsa tatmin olacağı bir cevap bulamaz. Bilgelere sorar, kitapları kurcalar ama aradığı cevap yok.
Ümidini kestiği sırada, ki bu genelde böyle olur: Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez, falan dağın ardında, falan kulübede bir dervişin olduğunu, aradığı cevabı onda bulabileceğini söylerler.
Delikanlı bir kez daha düşer yollara. Sırtında bir çanta, içinde büyük bir merak; dağ, taş, bayır demeden kat eder yolları. Nihayet o dağın başındaki o kulübeyi görür, tıklar kapıyı, girer içeri. İçeride bir kilimin üzerinde kitap okuyan ihtiyarı görür. Ama odada birkaç parça eşyadan başka hiçbir şey yoktur. (Günümüz tabiriyle “minimalist bir dizayn”) Delikanlı şaşırır. Meramını anlatır. Der ki:
“Üstadım, ben şu hayatın anlamını kavramak istiyorum. Ama burada nasıl bulabildin hayatın manasını? Birkaç parça eşya var sadece? Burada nasıl yaşıyorsun?”
Derviş derin bakışlarıyla, gülümseyerek bakmış delikanlıya.
“Sana bakıyorum da evlat, senin de pek bir eşyan yok. Sırtında küçük bir çantan var, o kadar. Bunda yadırganacak ne var?”
“İyi ama ben yolcuyum.”
Derviş yine aynı derin bakışları ve tebessümüyle bakmış delikanlıya ve şu cevabı vermiş:
“Ben de öyle evlat. Ben de öyle.”
Delikanlı bu iki cümleden gerekli dersi almıştır. Çünkü insan bir yolcudur. Yolcu gibi yaşamalıdır. “İnsan bir yolcudur. Alem-i ervahtan rahm-i madere, oradan sabavete, ordan gençliğe ve ihtiyarlığa, sonra kabre, kabirden haşre, haşirden ebede” kadar sürer gider yolcuğu.
Yolcu olduğunu bilen adam dünyayı sahiplenmez. Dünyayı sahiplenenin dünya kadar derdi olur. Yolcu olduğunu unutmayan insan dünya kadar dertten kurtulur.
Karabük’ün Yenice ilçesinin Çakıllar diye bir köyünde başladı bu kardeşinizin yolcuğu. Oradan Edirne’ye, oradan İstanbul’a, nice şehirlerden sonra Gebze’ye düştü yolu. Şiirler okudu, şiirler yazdı, kitap çıkardı, sahnelere çıktı. Şimdi Gebze’nin Sesi gazetesindeki Yolcu diye bir köşede yazılarıyla devam ediyor yolcuğuna.
Eskiler “Önce refik, sonra tarik.” derlermiş. Yani önce yoldaş, sonra yol. Bu köşedeki yolcuğumda sizler de eşlik ederseniz mutlu oluruz, memnun oluruz, mesrur oluruz “ve daha bir sürü şey”.
O zaman Neşet Ertaş’ın bir şarkısıyla yazımızı noktalayalım:
“Bir anadan dünyaya gelen yolcu
Görünce dünyayı gönül verdin mi?
Kimi büyük, kimi böcek, kimi kurt
Merak edip hiçbirini sordun mu?
…
Garip bülbül gibi feryad ederiz
Cehalet elinde küskün kederiz
Hep yolcuyuz, böyle geldik gideriz
Dünya senin vatanın mı yurdun mu?”