Kültür
Giriş Tarihi : 25-08-2019 12:30   Güncelleme : 25-08-2019 17:55

Altın çağın kapısını aralayan destan: Malazgirt Zaferi

Altın çağın kapısını aralayan destan: Malazgirt Zaferi

200 binden az olmayan asker sayısıyla tarihin gördüğü en büyük ordulardan birine sahip olan Bizans İmparatoru ile ordusunun olası bütün kaynakları göz önünde tutulsa bile en fazla 40-50 bin civarında askerden meydan gelebileceği tahmin edilen Selçuklu Sultanı, 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’te karşı karşıya geldiler. Mustafa Alican yazdı.

1453 yılında Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethedilmesi, yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul edilir. Doğrudur. İstanbul’un fethi ile gerek İslâm dünyasında gerekse Batı dünyasında yeni bir dönem başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin liderliğindeki İslâm dünyasının belirleyici güç olduğu yeni bir siyasî vasat oluşmuş, Müslümanların altın çağı doruk noktasına ulaşmıştır. Bununla birlikte bu büyük dönüşümün birdenbire olmadığını, kendisini mümkün kılan verimli bir zemin üzerinde yükseldiğini, akıldan çıkarmamak gerekir. Söz konusu verimli zemin, 1071 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan tarafından Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’e karşı Malazgirt’te kazanılan büyük zaferin sonucunda oluşmuştur. Bu bakımdan, Müslüman Türklerce şekillendirilen yeni çağın Malazgirt Zaferi ile birlikte başladığı, söylenebilir.

Selçuklular Neden Önemli?

1040 yılında, Gaznelilere karşı elde ettikleri Dandanakan Zaferi’nin ardından hızlı bir yükseliş ivmesi yakalayan Selçuklular, kısa süre içerisinde Sünnî İslâm dünyasının en büyük siyasî gücü haline gelmişlerdi. Bu ise İslâm dünyasında siyasî ve kültürel bir hâkimiyet iddiası içerisinde olan Şiî-Fâtımîlerin yükselişi karşısında Bağdat’taki Sünnî Abbâsî Halifesi’nin yaşamakta olduğu varoluş krizi ile de bağlantılı olarak onlara doğal bir siyasî misyon yüklüyordu: İslâm dünyasında siyasî ve kültürel birliği sağlamak. Selçukluların, ilk sultan Tuğrul Bey’den itibaren söz konusu misyonu hiçbir yüksünme göstermeden deruhte ettiklerini ve söz konusu birliği temin edebilme hedefini her şeyin üzerinde tuttuklarını biliyoruz. Nitekim Malazgirt Savaşı’ndan hemen önce Sultan Alparslan Halep’teydi. Fâtımîleri ortadan kaldırmak üzere Mısır’a gidiyordu. Onun için Fâtımîleri yok etmek Bizans ile mücadele etmekten çok daha öncelikliydi.

Selçukluların İslâm birliği siyaseti gayet anlaşılabilir bir tutuma karşılık gelmekteydi. Önce Kuzey Afrika’yı ve ardından da Mısır’ın tamamını ele geçirmiş olan Fâtımîler, Suriye ve Filistin’de de hâkimiyet kurmayı başarmış, hatta Kuzey Mezopotamya ve Irak ile yer yer İran’ın bazı bölgelerine bile ulaşmışlardı. İslâm dünyasının dört bir yanına dağılan Şiî propagandacılar, Fâtımî Halifesi lehine davette bulunuyor; birçok yerde Mısır adına hutbe okutarak kendi halifelerinin dinî egemenlik alanını genişletiyorlardı.

İslâm dünyasının baş etmek zorunda olduğu sorunlar bu kadarla da sınırlı değildi. Abbâsîlerin zayıflamasına paralel olarak ülkenin dört bir yanında görev yapmakta olan yerel idarecilerle merkez arasındaki bağlar aşınmış, şurada burada birçok bağımsız veya yarı-bağımsız emirlik ortaya çıkmıştı. Bağdat’ın merkezî iktidarı ufalanıp gitmişti. Dinî ve kültürel iktidarını da adım adım yitirmekteydi. Öte yandan Bizanslılar ile mücadele de olabildiğince sekteye uğramış, el-Cezîre’nin batı uçlarında sıkışıp kalan Müslümanlar değil daha fazla ilerlemek, bulundukları yerleri bile muhafaza edemez hâle gelmişlerdi. Bizans saldırıları sıklaşmıştı ve sık sık Suriye’ye kadar ilerleyen Bizans birlikleri İslâm ülkelerine kanlı saldırılar düzenliyorlardı.

İslâm dünyasının makûs talihini sona erdirerek yeni bir ilerleme çağını başlatacak bir aktöre ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacın Selçuklular tarafından giderildiği söylenebilir. Selçuklular, önce 1040’lı yılların ortalarında Bağdat’a gelerek Abbâsîleri kontrol altında tutan Büveyhîleri etkisizleştirdiler, daha sonra da adım adım Fâtımî etkisini ortadan kaldıran harekâtlara giriştiler. Suriye ve Filistin kontrol altına alındı. Sultan Alparslan, 1071 yılında Mısır’a gidip Fâtımîlere son darbeyi vurmak üzere sefere çıktı. Fakat Halep’e ulaştığında aldığı haber, seferi yarım bırakarak geri dönmesine neden oldu: Tahta yeni çıkan Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, gerek kendi konumunu güçlendirmek gerekse de Selçukluların ileride neden olmaları muhtemel büyük tehlikeyi, çok geç kalmadan bertaraf etmek amacıyla tarihin gördüğü en büyük ordulardan biriyle İslâm ülkelerine doğru harekete geçmişti.         

Malazgirt’te Ne Oldu?

200 binden az olmayan asker sayısıyla tarihin gördüğü en büyük ordulardan birine sahip olan Bizans İmparatoru ile ordusunun olası bütün kaynakları göz önünde tutulsa bile en fazla 40-50 bin civarında askerden meydan gelebileceği tahmin edilen Selçuklu Sultanı, 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’te karşı karşıya geldiler.Cemaatle kılınan Cuma namazının ardından askerlerine, tarihî bir hutbe irat ederek: “Burada asker ve sultan yoktur, ben de sizin gibi Allah yolunda cihat eden bir gaziyim.” diyen Sultan Alparslan’ın hücum emriyle başlayan savaş, gün akşama ererken Selçukluların mutlak zaferiyle sonuçlandı. Savaştan önce barış önerisiyle huzuruna gelen Selçuklu elçilerine; “kış mevsimini ılıman bir iklime sahip olan İsfahan’da geçireceğini” söyleyen mağrur Bizans İmparatoru esir düşmüş, ordusunun büyük bir kısmı ise kılıçtan geçirilmişti.  

Savaşın ardından Sultan Alparslan’ın serbest bıraktığı Bizans İmparatoru, daha İstanbul’a varmadan tahtından indirilip idama mahkûm edildiği için taraflar arasında imzalanmış olan bağlılık anlaşması hükümsüz kalsa da Malazgirt’te elde edilen zafer büyük dönüşümlere neden oldu. İslâm dünyasını kontrol etme ve Selçukluları Yakındoğu’dan uzaklaştırma vizyonuna veda eden Bizans İmparatorluğu, kaçınılmaz bir gerileme dönemine girdi. Sonraki dönemlerde yer yer toparlanma eğilimleri gösterse de 1453 yılında, yine Türklerin eliyle tarih sahnesinden çekilmesine kadar geçen süre içerisinde İslâm dünyasına bir daha bu çapta bir sefer düzenleyebilecek güce kavuşamadı. Yine Malazgirt’te alınan hezimete bağlı olarak hız kazanan girişimler sonucu tertip edilen ve Hristiyan Batı’nın bütününü Müslüman Türklere karşı organize etmeyi amaçlayan Haçlı Seferleri ile önüne geçilmek istenen çöküş, belki biraz geciktirilebildi. Fakat geriye bakıldığında, bu girişimin bile uzun vadede dünya tarihindeki Türk ve Müslüman hâkimiyetini pekiştirdiği söylenebilir.

Malazgirt Savaşı’nın asıl önemli ve kalıcı sonuçlarının Müslüman dünyasında yaşandığı not edilmelidir. Savaş esnasında İslâm ülkelerindeki mescitlerde Abbâsî Halifesi’nin gönderdiği müşterek dua metnini okuyan ve Selçukluların zaferi için dua eden Müslümanlar, Malazgirt’teki zafer ile birlikte Selçukluların liderliğine ilişkin olası şüphelerinden kurtuldular. Savaştan önce Selçuklu yükselişini kuşkuyla ve belki de hasetle karşılayan diğer emir ve hükümdarlar, bu “de facto” yükselişi elbette başka bir seçenekleri de olmadığı için kısa süre içerisinde içselleştirdiler. Bu şekilde Sünnî İslâm dünyasında fiilî bir birlik teşekkül etti.Buna karşılık ufak tefek kıpırdanma girişimlerine rağmen Fâtımî tehdidi de bir daha toparlanamayacak şekilde ortadan kalktı ve Müslümanların bütününü kendi şemsiyesi altında toplama iddiasını taşıyan Selçuklu merkezli yeni bir siyasî “liderlik” anlayışı oluştu. Söz konusu siyasî liderlik İslâm dünyasının yeni yükseliş çağının motor gücü olacaktı.

Selçuklu yükselişi ile birlikte başlayan ve Malazgirt’te kazanılan büyük zaferle tescil edilen yeni yükseliş çağı sosyal, siyasal ve kültürel açıdan büyük dönüşümlere sahne oldu. Türkler, Yakındoğu (özellikle de Anadolu) coğrafyasının kalıcı demografik unsuru haline geldiler. Bizanslıların 7. Yüzyılda durdurmayı başardığı Müslüman ilerleyişi yeniden başladı ve Anadolu’da gerek dinî gerekse sosyolojik bakımdan köklü değişimler yaşandı. Müslüman Türkler, Malazgirt Zaferi’nin üzerinden on yıl bile geçmeden İstanbul’un burnunun dibine kadar ulaştılar ve İznik’te yeni bir Selçuklu devleti kurdular. Bizans İmparatorluğu süreç içerisinde Anadolu coğrafyasındaki bütün iddialarını yitirdi. Selçuklular tarafından Nizâmiye Medreseleri ile başlatılan ve özellikle de Fâtımî propagandasına karşı ideolojik bir model oluşturmayı hedefleyen eğitim politikaları, Selçuklu sonrası dönemde, Osmanlıların da devralacağı güçlü bir kuramsal temelin oluşmasına imkân sağladı. Malazgirt sonrası süreçte Anadolu’nun dört bir yanında kurulan Türkmen beylikleri, yarımadanın başta camiler ve medreseler olmak üzere İslâm kültür müesseseleri ile donatılmasını ve şehir şehir Türk ve Müslüman şehirlerine dönüştürülmesini temin etti.

Sonuç olarak, denilebilir ki dünya tarihinin en önemli imparatorluklarından biri olan ve İstanbul’u fethederek tarihin en büyük parantezlerinden birini kapatan Osmanlılar, Selçuklular tarafından yazılmaya başlanan büyük destanın yeni bir mısraı olarak var oldular.

Mustafa Alican

https://www.dunyabizim.com

adminadmin