Kültür
Giriş Tarihi : 14-04-2019 12:30   Güncelleme : 14-04-2019 12:30

Birbirine zıt iki büyük düşünür Hegel Ve Schopenhauer

"Beni hiç kimse okumamış ve sevmemiş olsa da Nietzche gibi bir dahi okudu ve benimsedi. Benim felsefemi geliştirip olgunlaştırdı. O da benim gibi zamanında anlaşılmayıp, ölümünden yüz yıl sonra okunup anlaşılmaya başlandı."

Birbirine zıt iki büyük düşünür  Hegel Ve Schopenhauer

Hayatları boyunca birbirleri ile anlaşamayan, daima zıt konumda bulunan iki büyük düşünür; Friedrich Hegel ve Arthur Schopenhauer paralel evrende bir araya gelir. Odayı hem ısıtan hem de ışıtan şöminenin karşına otururlar. İkisinin de sırtında kocaman bir kambur vardır. Ve ikisi de çok yaşlıdır. Hegel feri kaçmış, soluk yeşil gözleriyle Schopenhauer’a, Schopenhauer da mavi, boncuğu andıran cam gibi gözlerle Hegel’e bakmaktadır. İkisinin de yüz hatlarından birbirlerine duydukları kin ve kıskançlık belli olmaktadır. Odanın sessizliğini bozan Schopenhauer olur;

S: Biliyor musun, her zaman demişimdir sen gerçek bir filozof değilsin.

H: Beni hep kıskandığın için böyle söyledin.

S: Alakası yok. Ben seni felsefende hiçbir zaman dürüst ve ciddi bulmadım. Sen gösterişçinin birisin.

H: Bunu nerden çıkarıyorsun?

S: Yazdıklarından.

H: Nasıl yani?

S: Senin yazdıklarını aslında sen bile anlamıyordun biliyor musun?

H: Saçmalık!

S: Öyle. Sen kendini dahi sanan, ahmağın tekisin. Minerva’nın Baykuşuymuş. Peh! Pabucumun baykuşu…

H: Benim yazdıklarım gereken ilgiyi ve saygıyı buldu. Peter Singer gibi ileriki dönemin büyük filozofları yazılarımın önünde saygıyla eğildiler. Anlaşılmamasının asıl nedeninin yazıların sahibinin derinliği ve dehası olduğunu perestişle ifade ettiler.

S: Peki, Bertrand Russel ve Alfred Jules Ayer’in ne dediklerinden haberin var mı?

H: Küçük beyinlerin yorumlarına ihtiyacım yok.

S: Dinle dinle. Russel senin tüm eserlerini küçümsedi. Beş para etmez kitaplar olarak gördü. Ayer ise senin yazdıklarının hiçbir şey ifade etmeyen absürt şiirlere benzediğini söyledi. Kimileri senin kitaplarını hunharca terim kullanma tehlikesine örnek olarak gösterdi.

H: Beni ilgilendirmez. Benim kitaplarımı yazmamdaki asıl amaç; derslerime giren öğrencilerimin dersi daha iyi anlamasını sağlayacak kaynaklar oluşturmaktı. Gerisi beni ilgilendirmez.

S: Peter Singer’a ne oldu?

H: Ben onu seni susturmak için söyledim.

S: Hani bir aralar okul müdürlüğü yapmıştın ya?

H: Evet, ne olmuş.

S: Sen o seviyede kaldın biliyor musun? Basit bir okul müdürü seviyesinde geçirdin ömrünü. Hiçbir zaman gerçek bir filozof olamadın.

H: Hayatımda her zaman senin mide bulandırıcı(1) bir tip ve kara cahilin teki olduğunu bas bas bağırdım. Öylesin çünkü. Benim hakkımı takdir edemeyecek kadar küçüksün.

S: Sen ancak vaaz edersin. İnsanları bu şekilde etkileyebilirsin. Hatta sen tam bir papazsın. Gerçek bir papaz…

H: Sen de dinsizin tekisin. Allahsızsın.

S: Sen gibi din budalası olmaktansa dinsiz olmayı tercih ederim.

H: Din budalası falan değilim ben. Katı rasyonel bir temele oturmuş ve öğretilerini akıl ile anlamlandırmış bir Hıristiyanlığa mensubum.

S: Ufak at. Hayatındaki her kavrama dini bulaştırdın. Kafanı dinle bozdun.

H: Şakirdin Nietzche ile beraber kafayı dinle bozan sizsiniz.

S: Bir özgürlük kavramını bile dinden hali tanımlayamadın. Yalan mı?

H: Özgürlük tanımımı hatırladığını bile sanmıyorum.

S: Sen değil miydin, gerçek özgürlük; tinsel değerin farkındalığını tetikleyen Hıristiyanlıkla mümkündür diyen?

H: Doğru.

S: Sen bir vaizsin bunu da kabul et.

H: Ben öğretilerimde yeri geldiğinde dine dayanmış olabilirim. Sonuçta bir öğreti sahibiyim. Senin öğretilerin bile yok.

S: Kitaplarımdan bihaber olduğun ne kadar açık…

H: Sen Buda ve Kant’ın öğretilerini çaldın. Onları birleştirip insanlara sundun. Hatta belki de ikisine de gizle gizli tapıyorsundur.

S: Saçmalık!

H: Masanda Buda ve Kant’ın büstleri ne arıyor öyleyse? Gizli gizli tapınmadığını nerden bilelim.

S: Sana boşuna dinle kafayı bozmuşsun demiyorum. Her büstü tapınılacak bir tanrı olarak görüyorsun baksana.

H: Kara cahilin tekisin. Dediği ve yaptığı arasında uçurumlar kadar fark olan mide bulandırıcı birisin.

S: Ben her zaman insanlara ideal yaşamı öğütledim. Ama kendim o ideal yaşama sahip olmadım. Bunu da kabul ediyorum. Ne var bunda?

H: Kapında gevezelik eden yaşlı teyzeyi neden merdivenlerden yuvarladın?

S: Küçük bir sinir krizi…

H: İnsanlara bu kadar haşin davranan birinin insanlara ideal yaşamı öğütlemesi ne kadar doğru?

S: Bu büyütülecek bir olay değil.

H: Tabi. O yaşlı kadından bir kere bile özür dilemedin. Mahkeme kararıyla teyzeye ödemek zorunda olduğun tazminatı nefretle ödedin.

S: Gelir kaynağım yoktu. Bana kalan mirasla geçiniyordum.

H: Yetmiyormuş gibi, evine gelen yaşlı kadının ölüm kâğıdının üzerine alay edercesine “obit anus, obit onus”(2) yazdın.

S: Küçük şeyleri büyütmede üstüne yok. Küçük beynin bir şeyleri büyütmeden algılayamıyor.

H: Küçük beyinli olan sensin. Yoksa hayatın yaşamaya değer bir yer olduğunu anlardın.

S: Hayat acılarla dolu bir yer ve hiç dünyaya gelmemek daha iyi.

H: Aslında bunlara sen de inanmıyorsun değil mi?

S: İnanıyorum.

H: İnansan dediklerini uygulamaya çalışırdın. Ama sen hayatını zevk ve sefa içerisinde geçirdin. Güzel yemekler yedin, güzel kadınlarla birlikte oldun.

S: Ne olmuş öyle yaşamışsam.

H: Sonraki nesiller senin ne kadar samimiyetsiz olduğunu anladı. Eğer samimi olsaydı intihar ederdi, bu yüzden Schopenhauer ikiyüzlü ahmağın teki dediler.

S: Halt etmişler.

H: Bence çok doğru demişler. Yemediği nane kalmayıp insanlara yoksul ve iffetli yaşa diyen birine ne demelerini bekliyorsun?

S: İnsanlar beni çok sonraları anladı.

H: Kendi zamanında hiç sevilmeyen biriydin. Üniversitedeki derslerini benim ders saatime aldırmış ve ders verecek öğrenci bulamamıştın hatırlıyor musun?

S: Hitap edecek zeki öğrenci yoktu. Hepsi kuş beyinliydi ve senin dersine katılıyorlardı. Sonraları pek çok zeki öğrenci kitaplarımı okuma fırsatı buldu. Ve beni çok sevdi.

H: O çok sonrakiler dediklerin seni kitaplarından tanıdı.

S: Ne olmuş yani?

H: Kendi zamanındakiler gibi seni yazdıklarından değil, yaşantından tanımış olsalardı mide bulandırıcı bulurlardı.

S: Beni hiç kimse okumamış ve sevmemiş olsa da Nietzche gibi bir dahi okudu ve benimsedi. Benim felsefemi geliştirip olgunlaştırdı. O da benim gibi zamanında anlaşılmayıp, ölümünden yüz yıl sonra okunup anlaşılmaya başlandı. Senin tek bir öğrencin var mı?

H: Karl Marx kimin öğrencisi sanıyorsun?

S: Marx sadece senin diyalektiğinden faydalandı, ona da faydalanmak denirse tabi.

H: Neden denmesin?

S: Marx kendi tabiri ile senin baş aşağı duran diyalektiğini alıp ayakları üzerine dikti. Yani senin saçmalıklarını elle tutulur hale getirdi.

H: Hayır, benim diyalektiğimi geliştirip, olgunlaştırdı.

S: Şu diyalektik denilen şeyden daha zırva bir şey bilmiyorum biliyor musun? Şükür ki Karl Popper adında akıllı bir adam çıktı da seni madara etti.

H: Madara ettiği falan yok. Karl Popper benim meslektaşım olarak yeni bir bilimsel çalışma metodu oluşturdu. Ve bu yeni metodu oluştururken öncekileri eleştirmeden yürüyemezdi. Ben eleştirilerine saygı duyuyorum.

S: Sözde, filozoflar diyalektiğin aşamalı bir uyanış üretme yolunu kavrayarak insanlık tarihinin bütün amacını ortaya koyacaktı. Ne oldu?

H: Diyalektik metodum Karl Marx vasıtası ile 20. yüzyıl başlarındaki Avrupa devrimlerine büyük etkide bulundu. Bunu inkâr edemezsin.

S: Marx’ın diyalektiği ile seninkinin arasında bir benzerlik yok. Sen de bunu inkâr edemezsin.

H: Yoruldum ihtiyar, sana laf anlatmak Minerva’nın Baykuşunu gündüz gözüyle uçurmak kadar zor.

S: “Yine pes eden sen oldun. Üstelik ihtiyar senin gibi hem ne yazdığını hem de ne söylediğini bilmeyenlere denir.” dedi Schopanhauer ve konuşmayı başlatan o olduğu gibi bitiren de o oldu. Birbirlerine bakarak kendilerine hâkim olamayıp kahkaha attı iki huysuz yaşlı. Kısa bir sessizliğin ardından odanın tatlı sıcaklığı ve şöminenin odaya yaydığı loş ışık eşliğinde gözlerini kapatıp, oturdukları koltuklarda uyuklamaya başladılar.

1) Hegel Schopenhauer’u mide bulandırıcı olarak bulmuştur.

2)Yaşlı gitti, çile bitti.

İbrahim Türkan

Aylık Dergisi 174. Sayı

adminadmin