Bu kavramlar hatırlanmaya değer ve bu yazıda bu yapılmaktadır. İdeolojilerin öldüğü ve karşılıklı bağımlı küresel bir dünyada emperyalizmden söz edilemeyeceği, ya da en azından bu kavramlar üzerinden siyaset yapılamayacağı solda bile neredeyse egemen hale gelmiştir. Emperyalizmden söz edenler ise, bunun öneminin azalıp azalmadığından tutun, kimlerin emperyalist olup olmadığı ile ilgili pek çok meseleyi tartışmaktadırlar.
Örneğin Mulhern, Britanya’nın 40lı, 50li ve 60lı yıllarda şekillendiği biçimiyle, artık öncelikli olarak emperyal yönelime sahip olmadığını söylerken diğer yandan Avrupa entegrasyonunun siyasi ruhunu, özel mülkiyetin çıkarları ve korunmasını, demokratik çoğunluğun iradesinin üzerinde tutan bir çeşit ‘otoriter liberalizm’ olarak ifade etmektedir.[1] Oysa Lenin’e göre kapitalizmin üst bir gelişme düzeyi olarak para-sermayenin mutlak egemenliğinden başka bir şey olmayan emperyalizmden, mevcut kapitalist sistem içerisinde önemi kaybolabilecek bir şeymiş gibi söz edilemez.
Ülkemizde meseleyi tartışanlardan biri olarak Fikret Başkaya, Öteki Yayınevi’nden çıkan Sömürgecilik, Emperyalizm, Küreselleşme isimli eserinde, emperyalizmden, sömürgecilikten söz edilmemesini, emperyalizme karşı mücadele edilmemesiyle ilişkilendiriyor. Mücadele olmadan da kavramların içinin boşalıp işlevselliğini yitirdiğine dikkat çekiyor. Oysa emperyalizmin mutlaka mücadele edilmesi gerektiğini söylerken ve eserinde sömürgeciliğin genel tarihsel sürecini anlatırken 1945 sonrası dönemindeki hegemonik güç olan ABD’nin temel meselesinin sosyalist sistemin, “kızıl tehlikenin” önünü kesmek bu amaçla da “çevreleme liberalizmi” denen bir strateji uyguladığı tespitini yapmaktadır. Kalkınma retoriğini öne çıkaran bu yaklaşım istenen sonucu vermeyince 1980’de Reagan ile birlikte sosyal devletten vazgeçen, özelleştirmeleri zorunlu gören ve devleti küçültmeyi hedefleyen bir anlayışa yönelindi. Dolayısıyla, artık yeni dönemde tüm söylemler bu anlayışın egemen olmasına hizmet edecek biçimde dönüşmeye başladı. Devletin asli işlevini yapması gerektiğini, basma satmak, ayakkabı ya da et satmak gibi işlerle uğraşmasının saçma olduğunu o kadar duyduk ki artık bu kanıksanır oldu. Sol, bu söylemleri kendi bazı kalıpları ile çok kolay uyumlandırdı ve kabul etti. Bazı solcular, özelleştirmeler sayesinde işçi sınıfının daha hızlı oluşacağını, gerçek patron karşısında sınıf bilinci kazanacağını, devlet işletmesinde çalışan işçilerin bu bilinci kazanamayacağını bile iddia ettiler. Tamamen sermayeye yeni alanlar açmak, sermaye hegemonyasını genişletmek için kapitalist sistemin zorunlu olarak yöneldiği özelleştirmeler, pek çok solcu tarafından savunuldu, doğrudan savunmayanlar da önemsiz bir mesele olarak gündemlerine bile almadılar. Özelleştirmelerin en yoğun olduğu dönemlerde siyasal hayata girmiş olan ÖDP içerisinde özelleştirmelere karşı mücadele etmeye öncelik verenlerin oranı yüzde dördü geçmiyordu. Bu duruma bir de Marksist söylemin devletin zaten ortadan kaldırılması hedefi de eklenince devletin küçültülmesi meselesi kendini solcu olarak pazarlayan pek çok yapının sahiplendiği bir hal aldı.
Foreign Policy’ye ait bir illüstürasyon. [Kaynak: https://foreignpolicy.com/]
Ülkemizde sol, emperyalizm ile ilişkili tartışmaları özellikle 1990lı yıllardan itibaren küreselleşme kavramı üzerinden tartışmış ve küreselleşmeyi emperyalizmin yeni görünümü olarak ifade etmişlerdir.[2] Bununla birlikte, bu yeni görünüme karşı mücadele pek de eskinin anti-emperyalist mücadelelerine benzememekte, Dr. Şermin Tağ Kalafatoğlu’nun “Küreselleşme Karşıtı Hareket” (Anti Globalization Movement) isimli makalesinde belirttiği üzere kendini “liberal” olarak ifade eden “Public Citizen” ve “Sierra Club” isimli “sivil toplum örgütleri”nin ve “girişimci, anarşist, nostaljik, teknofobik, fütürist, devrimci ve tutucu” niteliklere sahip kişi ve kuruluşların yer aldığı başka bir hal almaktadır.[3]
Görece yakın zamanlarda Yazılama Yayınevi tarafından yayınlanan Hegemonya Bunalımı ve Çin isimli kitabı üzerine yapılan söyleşide Alper Birdal, yaşanan sürecin dünyayı daha barışçıl bir yer haline getirip getirmediğine dair bir soruyu “bana kalırsa bu durum dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiriyor” biçiminde cevaplandırarak, tekelci emperyalist sürecin karşılıklı bağımlılığı da kapsasa, rekabetin kızışmasının kaçınılmaz olduğunu ve bunun daha büyük bir savaş tehlikesi ve daha büyük bir belirsizlik doğurduğunu ifade ederek esasen emperyalizmin temel karakterinin değişmediğini de söylemiş olmaktadır.[4]
Bu daha tehlikeli hale gelmiş bulunan emperyalist/ kapitalist sistemi tartışırken bunun üretim koşullarının yeniden üretiminden yani emperyalizmin yeniden üretiminden muaf olmadığının da altını çizmek gerekmektedir.
Her sistem, kendini yeniden üretmek/geleceğe taşımak için kendini en değerli/iyi olarak algılatmak, kişilerin sistem içerisindeki konumlarını benimsemelerini sağlamak, bu benimsetmeyi sağlamak için mevcut konuma değil, olası konuma/vaat edilen konuma dikkatlerini çekmek, gerçek olanı değil, çok düşük bile olsa görkemli olasılığı sürekli gündemde tutmak zorundadır; kapitalist sistem tam da böyle kendini geleceğe taşıyor.
Althusser’e göre üretim ilişkilerinin yeniden-üretiminin büyük bir bölümü, devlet iktidarının devlet aygıtlarında, bir yandan DİA’larda, öbür yandan Devletin (Baskı) Aygıtında uygulanmasıyla sağlanıyor.
Biz, burada, üretim ilişkilerinin geldiği noktada sınıraşan niteliğinden dolayı, emperyalizmin ideolojik aygıtlarından ve sadece sınıriçindeki silahlı kuvvetler gibi unsurlardan değil, NATO gibi sınıraşan örgütleri de hesaba katıyoruz. Buna ayrıca uluslararası mahkemeleri ve de vergi sistemi gibi para toplama aracı olarak IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşları da sayabiliriz.
Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları isimli çalışmasında ifade ettiği durum, kendi varoluş koşullarını da yeniden üretmek zorunda oluşu, yaşayan organizma ve toplumlar için bir kanun olarak varlığını sürdürmektedir.[5] Aslında anlatılan şey, bir sistemin gerekliliği ve her sistemin tıpkı tüm canlılarda olduğu gibi, geleceğe kalabilme doğrultusunda devinim göstermesidir.
Althusser’in bu “Üretimin maddi koşullarının yeniden-üretimi, yani üretim araçlarının yeniden-üretimi” ifadesi aslında özünde doğru olmakla birlikte bir miktar eksiklidir. Üretimin daha doğrusu ilgili üretim sisteminin yeniden üretimi, salt araç gereç anlamında üretim araçlarının yeniden üretimine değil, emekgücünün yani, o sistem içerisinde devinen öznenin de yeniden üretimine ihtiyaç duyar. Bu ifadenin eksikliğini Althusser de fark etmiş olacak ki, eserinin ilerleyen sayfalarında emekgücünün yeniden-üretiminden söz eder. Burada ise emekgücünü emek ürününden ayırarak işletmenin dışında gerçekleştiğini ifade ederken gerçekte üretimin toplumsal karakterini bir an için unuttuğunu ve salt makinanın diğer ucundan çıkan mamul maddeye odaklandığını görürüz. Oysa, gerçeklikte, üretim araçları ile birlikte üretimin tamamı bir işletme sınırlarını çoktan aşmış olan sistem içerisinde gerçekleşmektedir. Bugün, bırakın işletme sınırlarını aşmayı, ülke ve hatta kıta sınırlarını aşan bir üretim süreci görülmektedir ki tekerlekleri bir kıtada, bujileri başka bir kıtada üretilen bir aracı daha pek çok parçası bambaşka ülkelerde üretilirken son ürün olarak tek bir işletmeden çıktığını söyleyemeyiz.
Althusser’in bu sınırlı bakış açısı, ideolojik aygıt gibi önemli bir kavramı gündeme getirirken onu tekil devletle ilişkili olarak ifade etmesine neden olmuştur. Oysa ortada tek tek ülke sınırlarını aşan bir küresel sistem vardır ve her şey o sistem içerisinde üretilmekte ve sistem de kendini yeniden üretmektedir. Dolayısıyla ortada bir ideoloji varsa bu sistemin içerisinde yer alan karşıt sınıfsal konumlarla ilintilidir ve bu sermaye sistemin devamından yana ve egemen sınıf olan kapitalistler/patronlar sınıfının ideolojisi, egemen ideoloji olarak zuhur eder. İşte emperyalist aşamaya gelmiş olan bu sermaye sistemini yeniden üretmeye yarayacak, emperyalist-kapitalist sisteminin kaçınılmaz olduğunu düşünen, işçi sınıfı kimliği dışında başka referans kimliklere odaklı, dolayısıyla sistem için tehdit oluşturmayacak hale getirilmiş insanlar topluluğu yaratmak için bu ideolojinin taşıyıcısı tüm aygıtlara emperyalizmin ideolojik aygıtları demek daha doğru görünmektir.
Bunları ele alırken yine de Althusser’in söylediklerini “devletin” yerine “emperyalizmin” ifadesini geçirerek bir ana gövde olarak kullanabiliriz.
1. Dinsel ideolojik aygıt (İA): Burada Althusser kiliselerden söz ederken ülkemiz için, Diyanet’in ve tarikatların bu kategoride ele alınabileceğini söyleyebiliriz.
2. Öğretimsel İA: Eğitim sistemi içerisinde yer alan tüm okullar ve eğitim faaliyeti yürüten kurumlarla birlikte bunlarla ilgili Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurumu gibi yapıları ele alabiliriz.
3. Aile İA’sı: Burada aslında Marksizmin doğduğu zamanlardaki kavrayışla devlet, özel mülkiyet, sınıflı toplum ve aile arasında kurulan ilişkinin bir yansıması olarak aile ideolojik aygıtından söz edilmektedir. Oysa emperyalist ideolojinin yeniden üretimi için aile bir taşıyıcı olma potansiyelini kaybetmiştir. Sistem için aile, işgücü maliyetini artıran bir etki doğurmaktadır. Asgari ücret tartışmalarında ailenin birlikte ele alınması, işçinin yeniden üretimi sürecine ailenin de eklenmesiyle maliyeti artıran bir işlev görmektedir. “Bakmakla yükümlü olduğu kişi” gibi bir kavram patronun karşısında daha fazla ücret ödenmesi için bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla sistemin çıkarı ailenin değersizleştirilmesi ve gündemden düşürülmesi yönündedir. Bununla birlikte insanların türün doğası gereği aile bağları geliştirmiş olmaları ve konuda duyarlılık göstermeleri, sistemin doğrudan aile kurumun saldırmasına da olanak vermemekte, hatta tam tersine ailenin hamisi rolünü oynamalarına neden olmaktadır.
4. Hukukî İA: Bu olgunun burada yer alması, Althusser’de Lenin’in devlet kuramına aykırı gibi durmaktadır. Hukuk sistemi zaten devletin sacayaklarından biridir. Lenin’e göre devletin olmazsa olmazları hukuk sistemi/mahkemeler, silahlı güçleri ve bunları finanse etmek için de vergiler/para toplama sistemidir. Tüm yapılar bizatihi ideoloji taşıyıcıları olduğundan bunlardan ayrıca İA olarak söz etmeye gerek yoktur.
5. Siyasal İA: Siyasi partileri ve siyaset sistemi ile birlikte çeşitli derneklere de burada yer verebiliriz.
Her ne kadar emperyalist/kapitalist ideoloji siyasi alan-sivil alan gibi ayrımları dayatarak, siyasi örgüt ve sivil toplum örgütü şeklinde yapıları ayırmaya çalışsa da o kurumun faaliyeti şu ya da bu biçimde şu ya da bu sınıfın yararına olacak biçimde sistemin yeniden üretimini yönünde ya da karşısında çıktı ürettiğinden bunları ayrı ele almak doğru değildir.
6. Sendikal İA: Bu aygıt da bir örgütsel yapı olarak siyasi İA olarak ele alınmalıdır. Bu ayırımın kendi bile bir ideolojik tutum olan “sendikalar siyaset yapmaz/siyaset üstüdür” yaklaşımını ifade etmekte ve emperyalist/kapitalist sisteme hizmet etmektedir.
7. Haberleşme İA’sı: Burada artık Althusser zamanından çok daha zengin bir aygıt yer almaktadır. Klasik yazılı basın yayın ve radyo televizyonun yanına internet siteleri, sosyal medya, mail grupları, haberleşme kanalları grupları (Telegram, WhatsApp vb) gibi pek çok ortam eklenmiştir.
8. Kültürel İA: Edebiyattan, sanata, eğlenceden spora kadar her şey bu çerçevede ele alınabilir.
Burada, daha iyi bir anlaşılabilmesi için ideolojik aygıt olarak kullanılabilecek olanları yeniden şu biçimde sınıflandırabiliriz:
1. Emperyalizmin İdeolojik Eğitim Aygıtları (EİEA): Sistemin içeriği ağırlıklı olarak iktidar tarafından belirlendiği için devlet ve iktidarla en ilişkili aygıt olarak görülebilir.
2. Emperyalizmin İdeolojik Dinî Aygıtları (EİDA): Her ne kadar devletten bağımsızsa da siyasi iktidarla ilişkilerin yoğunluğu tarikatları, bizatihi devlet ve iktidarla ilintili diyanetin yanı sıra devlet/iktidar ilintili bir aygıt olarak ele almayı zorunlu kılıyor.
3. Emperyalizmin İdeolojik Örgütsel Aygıtlar (EİÖA): Her türden siyasi parti, sendika ve dernek bu çerçevede ele alınabilir.
4. Emperyalizmin İdeolojik Medya Aygıtları (EİMA): Tüm yazılı görsel ve sosyal medya dahil.
5. Emperyalizmin İdeolojik Yaşambiçimi İlintili Aygıtlar ya da kısaca Yaşambiçimi Aygıtları (EİYBA): Althusser tarafından “kültürel ideolojik aygıt” olarak ifade edilmiş olsa da din ve eğitim de kültürün parçası olduğundan ayrıştırmak için kültürel kavramı yerine yaşambiçimi aygıtları ya da yaşambiçimi ilintili aygıtlar ifadesi daha doğru gelmektedir. Sanat, edebiyat, eğlence, spor vb. hepsi bu kavram içerinde kendine yer bulabilir. Ayrıca, yaşambiçiminin doğrudan emperyalizmin ideolojisi tarafından belirlendiği de daha net görünür kılınmış olur.
Aslında Althusser de devletin kendini var etmek için kullandığı baskı ve ideolojiyi tüm aygıtlarda birlikte kullandığını ve baskıya tümüyle öncelik veren devlet aygıtlarından farklı olarak ideolojiye tümüyle öncelik veren DİA’larda söz ederken sistemin kendini üretmek ve yeniden üretmek için birtakım aygıtlara ihtiyaç duyduğunu söylüyordu ve baskı aygıtları yanında rıza üretmeye yarayan ve her şeye normal ve hatta güzel algılamamıza yarayan aygıtların varlığına dikkat çekiyordu. Bunu yaparken sadece bir farklılık olarak değişik DİA’lar arasındaki birliğin egemen sınıfın ideolojisiyle, çoklukla çelişkili biçimlerde sağlandığı notunu düşüyor ancak egemen ideolojinin yani egemen sınıfın ideolojisinin etkisinin burada yoğunlaşmış olduğunu da ekliyordu.
Bu arada tüm bu ideolojik aygıt olarak tanımlanan yapıların kendiliğinden belli bir ideolojinin taşıyıcısı olmadığı gerçeğini de görmek gerekir. Hatta aynı şey devlet aygıtları için de söz konusudur. Bu aygıt hangi sistem için kullanılmak üzere dizayn edilmişse o sınıfın ideolojisini taşır. Örneğin devletin yasama ve yönetim aygıtları, silahlı gücün nasıl olacağı ve dahi vergi/para toplama sistemi sermaye sisteminde işçi sınıfı iktidarındaki sosyalist sistemde başka olacak ve farklı ideolojilerin taşıyıcısı olacaklardır. Bu nedenle ideolojik aygıtların yok edilmesinden değil ele geçirilerek dönüştürülmesinden söz edilebilir. Althusser’in de belirttiği gibi Fransız Devrimi, bir numaralı DİA olan Kilise’ye saldırarak ruhban sınıfın bünyesini sivilleştirmiş, Kilise servetlerine elkoymuş ve dinî DİA’nın egemen rolünün yerini alacak yeni DİA’ların yaratılmasının önünü açmıştır. Nitekim, T.C.’nin kuruluş sürecinde de Halifelik yerine Diyanet’in kurulması bununla paralellik göstermektedir. Aynı biçimde eğitim kurumlarının yapısı ve niteliği değiştirilerek eski sistem yerine yeni sistemin ideolojisini taşır hale getirilmiştir. Bu arada bunlardan bizatihi eski sistemin ideolojisini taşımaktan başka işlevi olamayacak aygıtlar ortadan kaldırılmak zorunda olmakla birlikte bu ancak toplumsal nesnellik elverdiği zaman gerçekleşebilir.
Yukarıda saydığımız beş ideolojik aygıta daha yakından ve emperyalizm ile ilişkilerini de ifade ederek bakacak olursak ilk sıradan sona doğru emperyalizmin etkisinin daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Birinci sırada ifade ettiğimiz eğitim aygıtları her ne kadar emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcıları olsa da yerel devlet tarafından belirlenimleri ihmal edilemez düzeydedir. Öte yandan son iki sırada ifade edilen medya (EİMA) ve yaşambiçimi aygıtları (EİYBA) neredeyse tamamen emperyalist sistem tarafından doğrudan oluşturulmuştur. Futbolcuların dünya pazarında bir meta gibi dolaşımda olduğu futboldan tutun, tüm spor organizasyonları FIBA, FIFA, UEFA, IOC gibi ulusötesi kuruluşlar tarafından belirlenmekte ve tekeller tarafından finanse edilmektedir. Bugün bu nedenler, egemen ideolojinin sonucu olarak her düzeyde Rus takımları hiçbir uluslararası organizasyonda yer almamakta ama öte yandan Rusya ile ilişkilerini normal sürdüren ülkeler dahil olmak üzere hiçbir diğer ülke bu tür organizasyonları boykot edememektedir. Oysa, emperyalizmin ideolojik hegemonyasının dünyanın tamamında kurulmadığı dönemlerde pek çok ülke olimpiyat oyunları gibi organizasyonları bile çeşitli nedenlerle boykot edebilmekteydi. Büyük sermaye grubu sponsorlardan yine büyük sermayeli yayıncı kuruluşlara kadar sermaye sisteminin bir büyük sektörü olan sporun yanı sıra tüm müzik ve eğlence sektörü de doğrudan emperyalist sistemin kontrolü altındadır. Müzik ve eğlence sektörünün aygıtları tıpkı sporda olduğu gibi medya aygıtları ile iç içe varlıklarını sürdürmektedirler. Yine müzikte olduğu gibi diğer sanat dalları ve edebiyat da emperyalizmin ideolojik aygıtları olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Bir güzellik bilimi olarak estetik ve sanat, egemen ideoloji tarafından belirlenme doğasından dolayı bizatihi emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcısıdırlar. “Güzel-olan” tanımı “ideal-olan” ile “gerçek-olan”ın uyumu olarak tanımlanır ve “ideal-olan” tanımı da her zaman için egemen ideoloji tarafından belirlenir. Dolayısıyla, bugün insanlardaki egemen “güzel-olan” algısı, emperyalist ideoloji tarafından üretilmiş “ideal-olan”a uyum oranında gerçekleşebilmektedir. Medya dışında, sergiler, yarışmalar vs. her şey yine tekeller ve onun kontrolündeki yapılar tarafından belirlenmektedir. Sosyal psikoloji bilimi bize tutumların üst sınıf tutumları tarafından belirlendiğini göstermektedir. Bu da bir estetik beğeninin en nihayetinde en üst ekonomik gelir grubu tarafından oluşturulmuş olduğunu söylüyor. Burada bir alt ekonomik tabakanın elbette ki kendi estetik tutumunu oluştururken, ancak algıladığı kadarıyla bir üst tabakanın tutumu ile benzediğini ve bir miktar farklılaşmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmek gerekir. Böylelikle en alta inildikçe her seferinde giderek farklılaşan beğeni üst sınıf beğenisinin karikatürü haline gelse de onun tarafından belirlendiği gerçeğini değiştirmemektedir. Bu nedenle örneğin Roma ve Madrid’in görkemli bina ve heykellerin kötü karikatür gibi kopyalarını Kolombiya gibi eski sömürgelerin şehirlerinde bol bol görürüz.
Beşinci sıradaki yaşambiçimi aygıtları ile dördüncü sıradaki medya aygıtlarının iç içe çalıştığının örneklerini gördük. Medya bizatihi bir ideal yaşambiçimi taşıyıcısı olarak neredeyse tüm sanat, edebiyat ve spor hayatının da belirleyicisi olmaktadır. Emperyalist aşamada medya artık yerel unsurların varlığını neredeyse tümden imkânsız hale getirmiş, tüm yerel unsurları sistemin parçası olarak varlıklarını sürdürür olmaya mahkûm etmiştir. Artık, bir kasabanın ya da küçük şehrin düğün salonlarında, kahvehanelerinde çalıp söyleyen müzisyenler yoktur. Konu komşuya ve dost meclislerinde çalıp söyleyen herkes, küresel ağın bir parçası haline gelmişler ve üç beş takipçileri ve 15 -20 dinleme gerçekleştirmelerine rağmen YouTube piyasasında çoktan yerlerini almışlardır. Sistem karşıtı şeyler de söyleseler, sistem kendini meşrulaştırdığı için daha fazlasını kazanmaktadır. Milyonlarca kullanıcı oluştukça aslında YouTube daha fazla kazanır olmaktadır. Benzer durum herkesin ifade özgürlüğü aracı olarak algıladığı X (eski adıyla Twitter) de bu “ifade özgürlüğü” kullanıcıları arttıkça kârına kâr katmaktadır.
Medyadan bahsederken Netflix’ten söz etmemek mümkün değildir. Bir yaşambiçimi mühendisliği aracı da denebilecek en güçlü ideolojik aygıt birimi olarak karşımızda durmaktadır. Netflix dizileri izlemek başlıcasına bir yaşambiçimi olarak sunulurken içeriği ile de nasıl yaşanması gerektiğini güçlü biçimde şekillendirmektedir.
Öte yandan sadece internet aracılığı ile değil klasik kanallardan yayın yapan televizyon ve radyo gibi kuruluşlar da ulusötesi egemenliğe kurumsal ya da sponsor/reklam aracılığı ile daha fazla girmektedir.
Üçüncü sıradaki örgütsel yapılardan dernek ve vakıflar emperyalist odaklarla ilişkilerini en fazla açık eden aygıtlar olarak görülse de gerek ABD gerekse Türkiye’de siyasi partilerle büyük sermaye grupları arasındaki ilişki de oldukça açık biçimde yürümektedir. Ülkemizde sadece iktidarda olan partiler değil, muhalefet de emperyalist odaklarla doğrudan parasal ilişkiye girmeseler de (ki girseler de elimizde kanıt olamayabileceğini biliyoruz) siyasal destek almak için iletişim halindedir. Anamuhalefet parti başkanı kalkıp ABD ziyareti yaparken, İstanbul Belediye Başkanı kriz anında bile İngiliz Büyükelçisi ile balık yemeyi önceleyebilmektedir.
Bunun dışında pek çok vakıf, dernek ve etkinliğin, Freedom House, Index On Censorship , Article 19, IFEX, Human Rights Watch, Heinrich Böll Vakfı, Friederich Ebert Vakfı, Rosa Luxemburg Vakfı, Konrad Adenauer Vakfı ve Friedrich Naumann Vakfı gibi ya doğrudan emperyalist devletler tarafından ya da Soros gibi büyük sermayedarlar tarafından finanse edilen aygıtlarca desteklendiği bilinmektedir.[6] Bu dernek ve etkinliklerin önemli kısmı da kamuoyu tarafından sol ve hatta anti-kapitalist gibi algılanmakta ve içinde yer alanlar tarafınca bile bu durum gerçek sanılmaktadır.
Dinî aygıtlara gelince dinci bir yapılanma olan Fethullah Gülen Cemaati ile emperyalizmin ilişkisi 2016 darbe girişiminden sonra “ne istediler de vermedik” diyenlerinden her türlü el öpen ya da selam edenlerce bile reddedilemeyecek hale gelmiştir. Oysa, CIA destekli bir kontrgerilla yapılanması olan “Komünizmle Mücadele Derneği”, FG ile diğer önemli kurucularının dinci yapıları eliyle emperyalizmin yalnızca ideolojik değil zor aygıtı olarak da işlev gördüğü başından itibaren bir sır değildi. Esasen emperyalizmin sosyalist ülkelere karşı yürüttüğü “yeşil kuşak” projesinin ve daha sonra da “Büyük Ortadoğu Projesi”nin aparatları olarak dinci yapılar desteklenmiş, en “Atatürkçü” geçinen 12 Eylül Darbesi’nin başı Kenan Evren tarafından Rabıta gibi örgütlerden para almaktan bile beis görülmemiştir.
Bir ideolojik aygıt alanı olarak eğitim de ilkokulundan üniversitesine kadar her ne kadar yerel yasalarla müfredatı düzenlense de neredeyse tamamen emperyalist ideolojinin taşıyıcısı haline gelmiştir. En bağımsız olması gerektiğini varsaydığımız üniversiteler ve akademisyenler içinde emperyalizmin değerleri dışında bir şey üretmek oldukça zor, üretilse bile yayınlanması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Dünya üniversiteleri arasında belki de en popüler olan Harvard Üniversitesi’nin ilk siyah başkanı olan Claudine Gay’e cilt rengi ve düşünceleri nedeniyle tahammül edemeyen bir akademi ortamının ne bilimselliğinden ne de özerkliğinden söz edebiliriz. Taylan Kara’nın ifadesiyle “insanın ve sosyal bilimlerinin maddeden ve toplumdan kopuşu, tekelci kapitalizmde sadece bir arzu değil bunun ötesinde bir zorunluluk” olması artık sosyal bilimleri tamamen emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcısı haline getirmişken fen bilimleri ve tıp gibi alanlar da tamamen tekelleri finanse edilen ve dolayısıyla onların çıkarları doğrultusunda araştırma yapılan alanlar haline gelmiştir.[7] Üniversiteler, sadece “bilim” değil sunduğu ve şekillendirdiği yaşambiçimi ile de emperyalizmin etkili bir ideolojik aygıtı olarak işlev görmektedirler.
Buraya kadar bu beş kategorideki ideolojik aygıtların emperyalizmin ideolojik aygıtları (EİA) olduğunu göstermeye çalıştık. Yine daha önce söylediğimiz gibi bu kurumlar çoğunlukla bizatihi EİA değillerdir. Yani bir eğitim kurumu sırf eğitim kurumu olduğu için EİA değildir. Onu EİA yapan, emperyalizm tarafından ele geçirilmiş olması ve emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcısı, üreticisi ve yeniden-üreticisi olmasıdır. Emperyalizme karşı mücadele kazanıldığında, işçi sınıfı iktidarı ele geçirdiğinde, sosyalist bir devlet/-ler topluluğu kurulduğunda eğitim ortadan kaldırılmayacak, işçi sınıfının ideolojisinin üreticisi/yeniden-üreticisi ve de taşıyıcısı haline getirilmek üzere ele geçirilmiş olacaktır. Aynı durum, EİMA ve EİYBA için de geçerlidir.
Ancak, din üzerinden emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcısı ve kullanışlı aparatları olan dinci aygıtların ve kimi derneklerin kapatılması kaçınılmaz olacaktır. Ancak tüm bu dinci ve siyasi EİA kapatma süreci emperyalizmin elde ettiği ideolojik hegemonyanın gücü ve insanların hassasiyeti nedeniyle son derece zorlu geçecektir ve her türlü demagoji ve insanların manipülasyonunu kolaylaştıran bir içerik taşımaktadır. 15 Temmuz 2016 tarihli kanlı darbe girişi olmasaydı bugün hâlâ FG’nin ve tabii ki cemaati/örgütünün bir CIA ve dolayısıyla emperyalizm aparatı olduğu yönündeki her söz “din düşmanlığı” biçiminde çarpıtılarak etkisizleştirilmeye, sözün sahipleri de “düşman” ilan edilerek “katli vacip”ler kategorisine konulmaya çalışılacak ve bunda da muhtemelen başarılı olunacaktı. Bugün de esas görevi sınıf kimliğinin oluşumunu önlemek ve gerekirse sınıf hareketi karşısında bir şiddet unsuru olarak örgütlenen dinci yapıların eleştirisi aynı biçimde çarpıtmaya uğratılarak etkisizleştirilmektedir. Bunun karşısında, dindarlar arasında emperyalizmden bağımsızlaşmış bir dinsel anlayışı egemen kılmak ancak dindarlar arasındaki sınıfsal kimliğe sahip çıkanların ağırlık kazanmasıyla mümkün olacaktır ki, İslam’ın altın çağındaki gibi etki gücü yüksek İslam aydını olarak tanımlanabilecek kişileri bugün ortaya çıkarmak mümkün olabilecek midir sorusu sorulabilse de bunun mutlaka olması gerektiği hatırlanmalıdır. Dünyada her ne kadar anti-emperyalist/anti-kapitalist dinsel yapılar şekillenmiş olsa da Türkiye’de bu yapıların örgütlenmesi ağırlıklı olarak yeşil-kuşak projesi çerçevesinde ve kontgerilla faaliyeti olarak gerçekleştiği için gerçek bir anti-emperyalist tutum ortaya çıkamamaktadır. Bu vesileyle tekrar hatırlamakta yarar var ki mesele aygıtın kendinde/özünde değil, hangi amaçla yapılandığı ve nasıl bir içerik ve işlev kazandığı ile ilgilidir.
Bu düzeyde olmasa da benzer bir zorluk eğitim/akademi alanında da söz konusudur. Emperyalizmin ideolojik hegemonyası altında şekillenmiş bir akademik ortam yerine bundan bağımsızlaşmış özgür bir üniversitenin kurulması için en az lise çağından itibaren farklı bir eğitim modeliyle yetişmiş ve profesör olmuş kişilere ihtiyaç vardır ki bu da nereden bakılırsa bakılsın en az 15-20 senelik bir zamanı gerektirmektedir. Elbette ki bugün için dahi, emperyalizm/kapitalizmden bağımsızlaşmayı başarabilmiş belli sayıda akademisyen vardır. Ancak sayıları giderek azalmakta ve yerine %100 EİA görevini ifa edecek akademisyenler gelmektedir.
Bu ideolojik aygıtların hangi ideolojik söylemin taşıyıcısı olduğunu belirlemenin önemli olduğu söylenmişti. Bu durumda emperyalizmin ideolojik aygıtları aracılığıyla hangi söylemleri egemen kılmaya çalıştığını da ortaya koymak durumundayız.
Bunlardan birincisi insanın doğası gereği kötülük yapmaya elverişli, bencil, tembel olduğu ile ilişkili söylemlerdir. Özellikle EİEA, EİMA ve EİYBA’lar tarafından taşınan insanın bencil ve kötü olduğu söylemi çoğu zaman EİDA’lar tarafından üretilmektedir. Çoğu çarpıtılmış psiko-sosyal deneyler ile kalıp-yargılara dayanan ve gerek Emperyalizmin İdeolojik Eğitim Aygıtları (EİEA), gerekse diğer EİA’lar tarafından taşınan bu söylem eşitlik karşıtı tüm söylemler için bahane oluşturmakta ve eşitsizlik üreten sistemi kabul edişi kolaylaştırmaktadır. Bu söylemin tamamlayıcısı da özgürlük>eşitlik söylemidir. Zaten, beş parmağın beşinin de bir olmamasının da kanıtladığı gibi eşitsizlik doğaldır ve o halde insanlar, eşitsizliği ortadan kaldırmak gibi olmayacak, insanın doğasına aykırı bir olguyla uğraşmamalı, bunun yerine özgürlük teması ile ilgilenmelidir. Ancak, özgürlüklerin ne ve ne kadar olduğuna da emperyalist sistem karar verdiğinden, mücadelenin hedefi ve dozu da bizatihi emperyalizm tarafından belirlenmiş olmaktadır. Bu söylemin ana hedefi eşitlik söyleminden uzaklaşılması olduğundan, bir kez bu gerçekleşti mi nasılsa “özgürlük” ancak emperyalizmin sundukları arasından sunduğu kadarını seçme özgürlüğüne kolaylıkla hapsolmaktadır. Artık özgürce dilediğiniz Netflix dizisi arasında özgür seçiminizi yapabilir, burjuvazinin ahırındaki herhangi bir at arasında seçim yaparak da özgür seçmen iradenizi ortaya koyabilirsiniz! Ancak, bu özgürlükler bile yeri geldiğinde güvenlik>özgürlük denklemi nedeniyle kolaylıkla ve hatta gönüllü olarak vazgeçilebilir. Bundan 30-40 sene öncesine kadar insanların üst araması yapılması, parmak izi alınması gibi uygulamalara gösterdikleri direnç yerini bugün gönüllü kabule bırakmıştır. Sovyetler Birliği döneminde yükseltilen kişisel hak ve özgürlüklerle ilgili haberleşme ve seyahat hakkı gibi olgulardan söz etmek bile mümkün görünmemektedir. Bırakalım ekonomik engelleri, bir ülkeden bir ülkeye giderken vize uygulaması olması bile seyahat özgürlüğünün gerçekte olmadığının çok net kanıtı iken kimse meseleye buradan bakmamaktadır. Onlar hâlâ Avrupa’da sınır kontrollerinin kalkmasını özgürlüklerin genişlemesi olarak okumaktadırlar. Haberleşme ile ilgili olarak Sovyetler Birliği döneminde mektupların okunması gibi eleştiriler yapılırken, tüm yazıp çizdiklerimizin artık uluorta görülebildiği, özel yazışmalarımızın bile hiç bir mahremiyetinin olmadığı, ağzımızdan çıkan her sesin, mekânsal her hareketimizin, hangi anda kimlerle hangi ortamlarda bulunduğumuz ve muhtemelen neler yaptığımıza kadar her şeyin izlendiği ve tüm bu verilerin işlenerek davranış analizlerimizin yapıldığı gerçeğini ve hükümetlerin, işbirliğine yanaşmayan sosyal medya kuruluşlarına erişimi yasakladıklarını unutuyorlar. İşte özgürlükler sistemi olan demokrasi tüm bu kabullerle işlemekte ve bazı ülkelere milyonlarca insanın ölümüne neden olsa da bombalarla getirilerek insanlar özgürleştirilmektedir!
İkinci söylem alanı ekonomi ile ilişkilidir ve en tipik örneği 1980 sonrası özellikle “devlet basma üretmez, et, süt satmakla uğraşmaz, daha ulvi ve asli işleri vardır” ile hayatımıza giren “özelleştirmek güzelleştirmektir” söylemidir. Emperyalist aşamadaki kapitalizmin kendine yeni sermaye büyütme alanları olarak daha önce kapitalizmin doğasına aykırı biçimde ve işçi sınıfı hareketinin güçlenmesini ve sosyalizme yönelmesini engellemek için oluşturulmuş olan devlet işletmelerinin ele geçirilmesine zemin hazırlayacak ve kitleleri razı edecek bir söylem olarak başarılı oldu. Hatta o kadar başarılı oldu ki kendine sol/sosyalist diyen kişi ve yapılar dahi “işçinin karşısında devlet değil de gerçek patron görürse daha kolay sınıf bilinci kazanacağı” gibi gerekçelerle yanında olmasalar da en azından karşısında durmayarak bu emperyalist söyleme teslim olmuşlardır. Tabii ki bir kısmının da ateşli savunuculuğunu yaptığı mutlaka hatırlanmalıdır.
Bu söylem diğer yandan birinci alanla bütünleşik olarak üçüncü bir alan olan devletin küçültülmesi ile de desteklenmiştir. Özgürlüklerin artması devletin küçültülmesine bağlıdır!
Devlet alanıyla ilgili olarak hem devletin küçültülmesi gerektiği, hem de ulus-devletin ortadan kalktığı ya da kalkması gerektiği söylemi özellikle solcu görünümlü aygıtlar aracılığı ile taşınmış ve taşınmaktadır. Bunlardan hiçbiri de emperyalist merkezlerdeki devletin üç ana unsuru olan hiçbir yapının dağıtılmasından, örneğin vergilerin kaldırılmasından, ordu, polis gibi silahlı güçlerin ortadan kaldırılmasından söz etmezler. Her ne hikmetse, emperyalist merkezler, daha fazla “devlet” haline gelirken, silahlanmayı artık dünya sınırlarının ötesine dahi taşıma projeleri yürütürken, söylemin sadece çevre ülkeler için geçerli olmalıdır gibi bir saikten hareket etmektedirler. Her nasılsa devletin ortadan kalkması gerektiği yönündeki kaba Marksist söylemle de uyuşuyor görününce bu söylem çok rahat solcular tarafından benimsenebilmiştir. Tek tek merkez devletler yanı sıra emperyalizmin koruyucusu NATO gibi örgütlerin giderek yayılma ve büyüme gösterdiği bir süreçte devletin küçüldüğüne dair bir algının oluşması, emperyalizmin ideolojik hegemonyasının ahmaklaştırıcı etkisi olarak görülebilir.
İnsanla başladığımız alanları tanımlamayı yine insanla bitirelim. İnsanın kendini tanımlama ve yaşambiçimi alanıdır bu ve elbette ki diğer tüm alanlarla ilintilidir. Bu alanda, üretilen söylemler yine öncelikle sol görünümlü EİÖA ve akademik aygıtlar tarafından üretilmiş ve emperyalizmin ideolojik medya aygıtları (EİMA) ve EİÖA öncelikli olmak üzere EİEA ve EİYBA tarafından yaygınlaştırılmıştır. Burada zaman zaman Emperyalizmin İdeolojik Dinsel Aygıtlarının kimi söylemleri ile ters düşse ve de EİDA aracılığı ile bazen yayılmaları zorlaşsa da bu sistem açısından kabul edilebilir ve yönetilebilir bir çelişki olarak görülmektedir.
Bu alandaki söylemler, tarihsel ve sosyal bağlam içerisinde oluşan sosyal tutum ve rollerin ve bunlar dolayımıyla kimliklerin mutlak ve primer olduğu öteki ile ilişkide referans yapılması gerektiği yönünde telkinde bulunur. Bu söylemin savunucuları örneğin anadilde eğitim tartışmalarında en iyi eğitimin anadilde yapılabileceğini savunur ama çocuğunu dünyanın parası bahasına neden İngilizce eğitim veren okullara yollamaya çalıştığını açıklayamaz. Dünya üzerinde en az yedi bin dilin yerel çeşitlilikler ile birlikte bunun on binleri geçtiği bilindiği ve anadilleri sık kullanılanlar haricinde bu dillerden biri olan kişilerin bilginin ve bilimin geldiği bu noktada anadilinde eğitimli hale gelemeyeceği çok açıktır. Bu söylendiğinde hemen karşı argüman olarak geliştirilen faşizm suçlaması ise kendi emperyalizmin ideolojik söyleminin taşıyıcısı oldukları gerçeğini gizlemeye yarar. Oysa “anadil eğitimi” bir kişinin özgürce kendi anadilini öğrenme hakkını ifade eder ve tartışma konusu olan bu değildir. Tartışma konusu olan, insanın dünyayı kavrama hakkının hangi araçla daha iyi gerçekleşebileceği tartışmasıdır. Bugün dünya bilim literatüründe İngilizce dilinin neredeyse tek evrensel dil olarak kabul gördüğü bir dünyada ve daha iyi bir eğitim düzeyi için İngilizce öğrenmek üzere her türlü fedakârlık yapılırken en iyi eğitimin anadilde yapılabileceği iddiası mesnetsizdir. Bu kendi anadilini en iyi biçimde özgürce öğrenmesi, koruma ve geliştirme olanağına sahip olma hakkıyla çelişmez. Elbette ki eşitsiz gelişim nedeniyle ve emperyalist odakların dili olması nedeniyle bazı dillerin hegemonik hale geldiği bir gerçekliktir. Bu gerçeklik, diğer dillerin örneğin Türkçe’nin evrensel bilim dili olma yolunda geliştirilmesini ya da Lazca ya da Zazaca’nın eğitim dili olarak geliştirilmesi çabalarını engellemediği oranda, eğitim ve bilim dili olarak neyin kullanılacağını düşünmemize ve ifade etmemize engel değildir.
Ancak dil tartışmaları Emperyalizmin İdeolojik Aygıtları tarafından, sınıf kimliği dışındaki kimliklerin referans kimlik olarak kullanılması bu yönüyle emperyalizmin önündeki tek tehdit olan işçi sınıfı kimliğinin oluşmaması için bilinçli olarak çarpıtılarak sürdürülmektedir.
Sınıf kimliğinin oluşmasını engellemek üzere referans kimlik olarak öne kullanımı emperyalizmin ideolojik aygıtlarınca önerilen diğer kimliklerden cinsiyet ilintili kimlikler, yeme biçimi ilintili kimlikler (veganlık gibi), hayvansever, doğasever, yeşilsever, hayırsever kimlikleri de yine Emperyalizmin İdeolojik Örgütsel Aygıtları (EİÖA) tarafından üretilmiş, ardından medya aygıtları (EİMA) tarafından yaygınlaştırılmış ve eğitimsel/akademik aygıtlar (EİEA) tarafından parlatılarak desteklenmiştir. Yine bu alanlardaki tartışmalarda bu alandaki söylemlerle emperyalizm ilişkisi her gündeme getirildiğinde bu niteliklerin varlığına karşı çıkılmadığı sadece siyasi alanda ve insanlararası hukukta ve öteki kurgusunda referans kimlik olarak kullanımına karşı çıkıldığı gerçeği ustalıkla gizlenmektedir. Egemen sistem olan emperyalizmin ideolojik söyleminin tüm araçların kontrolünü elinde tutmaları nedeniyle egemen olduğu, bugün ifade ettiğimiz tüm egemen söylemlerin aslında egemen sınıfın söylemi olduğu gerçeği görülmeden sınıf siyasetinin kapıları asla açılamayacaktır. Bunun yerine sınıf adına sınıf siyaseti yapıyor gibi emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcılığı yapılacaktır ki bu çok daha tehlikelidir. Bu söylemleri yaygınlaştıran her aygıt esasen emperyalizmin ideolojik aygıtıdır ve bugün özellikle siyaset yapan neredeyse tüm parti, dernek ve yapılar gönüllü olarak emperyalizmin hegemonyasına, kendini yeniden üretmesine hizmet etmektedirler. Muhtemeldir ki kendini anti-kapitalist, anti-emperyalist gören bu satırların okurları arasındaki pek çok kişi, söylemlerinin ve eylemlerinin emperyalizmin yeniden üretimine hizmet ettiği gerçeğini görmek yerine bu satırlarda yazılanları faşizm olarak algılamayı tercih edeceklerdir. Bunu da doğal bir insani tutum olarak görmek gereklidir. Çünkü bilim bize insan davranışının türün anlamlı ve işlevsel bir üyesi olarak yarına kalma yönünde olduğunu göstermiştir. Bu olgu, bir sistem içerisinde toplumsallaşarak yaşayan insanın, toplumdan kopmamak için toplumun değerlerini benimsemek ve yarına kalma potansiyeli en fazla olan üst sınıfların normlarını benimsemek zorunda olduğu gerçeğini kabullenmemizi sağlıyor. Buna rağmen akıntıya karşı neden kürek çektiğimizin cevabı ise; sistemin krize girdiği ve insanların sisteme karşı güvensizliğe düştüğü, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını hissettikleri anda, onlara başkaldırının ve geleceğin mümkün olduğunu gösterebileceğimizi ve o dönemlere kadar ne kadar gelişkin bir yapı ve söylem geliştirilmişse sistemi yıkma şansımızın da o kadar yüksek olduğunu bilmemizdendir.
Tüm bu alanlarla ilgili sadece bazılarına yer verebildiğimiz emperyalizmin yeniden üretimine hizmet eden ve EİA’ler aracılığı ile üretilen, yeniden üretilen ve taşınan ideolojik söylemlerini örneklemeyi bitirerek kimlik ve kimlik oluşturma dinamikleri üzerine biraz daha bakalım. Emperyalizmin ideolojik aygıtları (kişiler dahil), bir yandan söylemlerini egemen kılmak için insanın doğası ile ilgili çarpıtmalar yaparken, elbette ki bu doğanın yasalarını çok iyi bilerek ve bunu kendileri lehine nasıl kullanabileceklerini hesaplayarak davranıyorlar. Bu nedenle işçi sınıfı siyaseti yapanların da insana dair temel yasaları bilmeleri ve siyasetlerini buna uyumlu olarak geliştirmelidirler.
Daha önce türün anlamlı parçası olması olgusu, Cemil Meriç’in aktardığına göre biyokimya biliminin, fizyolojinin ve sinirbilimin ancak neredeyse son bir ya da iki yüzyıl içerisinde bilimsel düzeyde kanıtlanmakla birlikte İbn-i Haldun’dan beri “İnsanlar, doğuştan bir araya gelmek için yaratılmışlardır” tespiti ile ifade edilmektedir.[8] Tüm canlılığın temel yasasının esasen türün anlamlı ve işlevsel parçası olarak türün bilgisini geleceğe aktarmak olduğunu tanıtlayan bilim, İbn-i Haldun’un sezgisel olarak keşfettiklerini sadece bilimsel düzeyde kanıtlamaktaydı. İnsan türü için, türün anlamlı ve işlevsel parçası olarak geleceğe kalma yönelimi kendini diğerleriyle bağ kurmaya yöneltmektedir. Kişinin bağ yönelimi bakım veren anneden, giderek kendini geleceğe taşıma potansiyeli olan topluluğa doğru genişlemeye başlar. İşte aidiyetler ve kimlikler bu noktada gündeme gelmeye başlar.
Aile ve kabile bağları, içine doğulan ve yaşanan sosyal ortam olduğu için en rahat kavranacak bağlardır. Öte yandan bu bağlarla birlikte, doğa karşısında oldukça güçsüz olan insan, acziyetini dengeleyecek bir güce ihtiyaç duyar ki bu gücü kazanmak için doğa/tanrı ile iş birliği olanaklarını arar ve bu süreçte dinsel olanı keşfeder. İnsan, artık yanında olduğuna inandığı tanrılar sayesinde daha güçlü hisseder ve geleceğe kalmanın olmazsa olmazı artık bu dinsel inançtır. Hele ki, en büyük korkusu olan ölüm karşısında bile artık son derece güçlüdür ve geleceğe kalması zaten kesindir. Sadece tartışılacak olan bu geleceğin kötü (cehennem) mü iyi (cennet) mi olacağı kalır. Bu yönüyle öte dünya inancıyla birlikte din ve tanrı inancı, bir canlı olarak geleceğe kalmaya yönelme yasasından muaf tutulamayacak olan insana müthiş bir güç sağlamakta ve dolayısıyla müthiş bir bağ gücü taşımaktadır.
İnsanda oluşan sezgisel düzeydeki bilinç, “türümün anlamlı parçası olma özelliğimi ancak ailem, kabilem ve inandığım tanrı/-lar ile uyum içerisinde olursam sağlayabilirim”dir.
Bu ilkel durum, temel canlı yasası değişmediği için farklı toplumsal koşullarda farklı görüngülerle aynı öze sahip olarak devam edegelmiştir. Yine insanı muayyen bir coğrafya içinde ele alan ve her hadisenin akış içinde incelenmesi gerektiğini savunan İbn-i Haldun’a uyarak verili koşullarda ele aldığımızda giderek karmaşıklaşan coğrafyalarda ve hayat akışında ve gelişen iş bölümü içerisinde, kabilelerden milletlere geçildiğinde artık geleceğe kalmanın koşullarından birinin de milletin parçası olma, yani millet kimliğini sahiplenme zorunluluğu olduğu görülür.
Bu süreçte insanın ilkel doğal çevresinde kendiliğinden oluşan aile, kabile ve dinsel bağlar yanında millî bağların oluşumu, her zaman bir enerji gerektiren süreç olarak karşımıza çıkmıştır. Bu enerji gerektiren süreç, bir zorluğa karşı birlikte bir yapı kurma ihtiyacı duyan kabileleri aşan bir topluluğun ortak çabasıyla milleti doğurur. Tüm millî süreçlerde bir ortaklık varken bir de ortak olmayan/öteki vardır ve bu ötekilerin dışında bir kuruluş söz konusudur. Bu kuruluş süreci, sadece kendini geleceğe daha iyi koşullarda bırakma odaklı gibi diğerleriyle doğrudan çatışmadan söz konusu olabileceği gibi, genellikle öteki ile çatışma üzerinden kendini kurma gerçekleşir. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve esasen Türk milletini doğuran süreç, işte bu öteki olan emperyalizme karşı verilen mücadele sürecidir. Türk milleti gerçek anlamda bu mücadele sürecinde oluşmuştur. Burada etnik bir kavram olarak Türk kelimesini kullanılmadığını ifade etmeye sanırım gerek yoktur. Ne ondan önceki Türk beylikleri ne de Osmanlı İmparatorluğu Türk millî kimliği üzerinden örgütlenmiş topluluklar değil idi. Ancak anti-emperyalist mücadele sürecinde doğmuş olan “Türk” millî kimliği, ne yazık ki İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası dönemden itibaren emperyalizm tarafından genişleyen sosyalist sistemle birleşme potansiyeli nedeniyle dönüştürülmeye çalışılmış ve belirli bir sonuç da elde edilmiştir. Tıpkı yeşil kuşak ile dinsel kimlik anti-komünizm üzerinden kurgulanırken, millî kimliğin de anti-komünizm üzerinden şekillenmesi ve hatta silahlı bir biçimde örgütlenmesi doğrultusunda müdahale edilmiştir. Kontrgerilla aparatları, Türk İntikam Tugayları gibi yapılar, Ülkü Ocakları vs. millî kimliği, başlangıçtaki anti-emperyalist karşıtlık üzerinden kurmak yerine anti-komünist bir söylemle kurmaya yönelmiş emperyalizmin sadece ideolojik değil aynı zamanda şiddet aygıtları olarak da işlev görmüşlerdir. Bunun karşısında da sol, tıpkı dinsel kimlikte olduğu gibi, anti-emperyalist millî kimlikle de bağını kopartmış ve özellikle 12 Eylül işkencehanelerinde yaşananlar sonucu giderek neredeyse sadece işkenceyi çağrıştıran bir sembol olarak algılanan bayrakla bağını da koparmıştır. Emperyalizme karşı mücadele zaman zaman milli olana karşı mücadele halini almış ve toplumsal meşruiyet kaybolmuştur.
Bu ülkede, gelinen noktada bir başka kimliğin daha gelişiyor olduğuna tanıklık ediyoruz. Bu da Kürt millî kimliğidir ve özellikle emperyalizmin 12 Eylül darbesi bu kimliğin doğuşunu hazırlamıştır. 12 Eylül darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi, tıpkı Türk solunda yaratılan kırılma gibi Kürt etnik kökenli kişilerde yaratılan kırılmanın laboratuvarı olarak işlev görmüştür. Darbeyi gerçekleştiren emperyalist odaklarca bilinçli olarak hazırlanan bu durum, Kürt etnik kökenli yurttaşların duygusal kopuşunun sağlanmasında önemli bir yer işgal etmiştir. Bu durumun karşıtını yaratacağı emperyalist odaklarca elbette ki bilinmekteydi ve diğer tüm ideolojik aygıtlarının da desteğiyle öncelikle bu işkenceleri yapan “T.C.”ye ve de giderek “Türk”e karşı savaşarak Kürt millî kimliği kurulması yoluna gidilmiştir. Tartıştığımız tıpkı tek tek işçilerin, sınıf kimliği referans kimlik haline gelmeden işçi sınıfı olarak ifade edilemeyeceği gibi, tekil olarak etnik kökenin şu ya da bu olması bir millî kimlik oluştuğu anlamını taşımamaktadır. Sosyolojik gözlemler, Kürt etnisitesi içerisinde aşiret kimliğinin esasen en güçlü referans kimlik olduğunu, T.C.’nin bunu aşan ulus-devlet vatandaşı anlamında “Türk” kimliği oluşturma çabasının büyük oranlarda başarı kazanmasına karşın, özellikle 12 Eylül’ün yarattığı iklim üzerinden gelişen PKK şiddetiyle 90larla birlikte yeni bir millî Kürt kimliği oluştuğunu ortaya koymaktadır. Bu süreç, aynı zamanda Sovyetler Birliği sonrası dönemde anlamını giderek yitirmeye başlayan anti-komünist Türk millî kimliğinin kendini yeniden anti-emperyalizm üzerinden kurması olasılığını da bertaraf edecek biçimde anti-PKK ve giderek anti-Kürt söylemler üzerinden kurmasına da hizmet etmiştir. (Bu kimlik, yakın zamanlarda ise kendini yine anti-emperyalizmden uzaklaştıran anti-göçmen üzerinden kurgulanmaya çalışılmaktadır.) Emperyalizm için artık tehlike ortadan neredeyse kalkmış, milli kimlikler birbirine karşı konumlanmış ve emperyalizm için tehdit olmaktan çıkmıştır. Tüm bu süreci destekleyen ideolojik aygıtlar, herkese kendinin haklı olduğunu düşündürtecek her türlü söylemi sürekli üretir ve yayar olmuşlardır.
Bugün gelinen noktada tarihsel arkaplanın ne olduğundan bağımsız 1923’ten neredeyse 1990lara kadar oluşmamış ve sonrasında da her ne şekilde oluşmuş olursa olsun bugün artık bir gerçeklik olarak bu milli Kürt kimliği arzıendam etmektedir. Bu arzıendam etme hali, Sünni dinsel kimlik için de geçerlidir. Her ne kadar ABD gibi emperyalist ülkeler tarafından yeşil kuşak projesi kapsamında desteklenerek gelişen eski geleneksel inançtan ayrı bir dinsel kimlik gelişmiş olsa da bugün artık bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle tıpkı Kürtlerin tarihini tartışmanın anlamsızlığı gibi gerçek İslam’ın ne olduğu, türbanın var olup olmadığı, kandil kutlama mesajlarının dine ait olup olmadıklarını tartışmak çok anlamlı görünmemektedir. Bu coğrafyada dinsel kimlik türban ve kandil mesajlarını ve hatta selamlaşma kelimesi olarak “selamünaleyküm”ün kullanımını zorunlu hissetmeyi içerecek biçimde siyasal mücadele sürecinde oluşmuştur.
Tüm bu millî Kürt ve Sünni İslam kimliklerinin oluşum sürecinde emperyalizmin dahli gerçeği, bu kimliklerin kendini var ederken kullandığı “öteki” kimliği referans kimlik yaparak siyaset üretmeyi haklı kılmamakta, tam tersi bu durum karşıtlıkların tam da emperyalizmin yeniden üretimine hizmet edecek biçimde birbirleri üzerinden kurulmasına ve sonuçta emperyalizmin ömrünün uzatılmasına hizmet etmektedir. Sonuç, bu kimliklerin referans kimlik olma niteliğini güçlendirme ve işçilerin giderek birbirinden uzaklaşan farklı toplumsal kümelenmelere dağılmaları sonucunu doğurmaktadır.
Benzer süreçler daha az yoğun hissedilse bile cinsellik ilintili ve beslenme ilintili kimlik gelişiminde de yaşanmaktadır. Ancak, bu kimliklerin potansiyel kitlesi, örneğin Kürt etnisitesine mensup kişilerin belirli bölgelerde kümelenmiş olmalarına karşın, toplum içerisinde rastgele dağılımı bu durumu zorlaştırmaktadır.
Tüm bu gerçeklikler içerisinde, EİA’ın ele geçirilmesi, bunların söylemlerinin geriletilmesi mücadelesi, yani ideolojik mücadele ancak işçi sınıfı kimliği oluşturma doğrultusunda, işçileri yan yan getirecek her türlü olanağın önemsenmesi ile etkin şekilde verilebilir. Bu nedenle tüm bu aygıtların küresel egemen sınıfın yani emperyalizmin aygıtı olduğu gerçeğini unutmadan, bu aygıtlarca taşınan her söylemin son çözümlemede emperyalizmin ideolojik söylemi olduğunu fark ederek, öte yandan bireyin ve toplumun tutum değişikliği ile ilgili tüm yasaları çok iyi kavrayarak politika oluşturulabileceğini ve kimlik oluşum sürecinin tıpkı fizikteki füzyonun, yani kaynaşmanın çok yoğun enerji gerektirmesi gibi çok yoğun enerjiyi ve o yoğunluk için de büyük bir mücadeleyi zorunlu kıldığını bilmemiz gerekmektedir.
[1] Francis Mulhern, “Unfinished Business”, New Left Review, 144, Nov/Dec 2023.
[2] Kolektif, Emperyalizmin Yeni Görünümü Küreselleşme, Sosyalist Politika, 2001.
[3] Şermin Tağ Kalafatoğlu, “Küreselleşme Karşıtı Hareket (Anti Globalization Movement)”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (Ankara University Journal of Social Sciences), 4(1) 2013, 143-195, Link: https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=3284433
[4] “Alper Birdal’la ‘Hegemonya Bunalımı ve Çin’ kitabı üzerine”, haber.sol.org.tr, https://haber.sol.org.tr/haber/soylesi-alper-birdalla-hegemonya-bunalimi-ve-cin-kitabi-uzerine-308067
[5] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, 1989, İstanbul.
[6] Taylan Kara, “AB ve ABD Fonlarıyla Zihin İthalatı Ve Düşünce İkliminin Dönüşümü”, Link: https://www.taylankara.com/post/ab-ve-abd-fonlariyla-zi-hi-n-i-thalati-ve-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCnce-i-kli-mi-ni-n-d%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCm%C3%BC
[7] Taylan Kara, “Yakın Tarihte Aklın İmhası 6: Sosyal Bilimlerde Akılsızlaştırma”, (Youtube yayını), Link: https://youtu.be/hGwPUc41x0g?si=nUaGiWEeucVXPDGO
[8] Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, İletişim Yayınları, 1997, İstanbul.
Kaynak: Muhammet Turabi YERLİ - halkadergi.org