Fikir
Giriş Tarihi : 20-04-2024 17:14

Emperyalizmin İdeolojik Aygıtları

Unutturulmaya çalışılan iki kavramın bir­likte yer aldığı üç kelimelik bir başlığa sahip bir yazı bizatihi bir iddia taşımaktadır.

Emperyalizmin İdeolojik Aygıtları

Bu kavramlar hatırlanmaya değer ve bu yazı­da bu yapılmaktadır. İdeolojilerin öldüğü ve karşılıklı bağımlı küresel bir dünyada emperyalizmden söz edilemeyeceği, ya da en azından bu kavramlar üzerinden siyaset yapılamayacağı solda bile neredeyse ege­men hale gelmiştir. Empery­alizmden söz edenler ise, bunun öneminin azalıp azal­madığından tutun, kim­lerin em­peryalist olup olmadığı ile ilgili pek çok meseleyi tartışmaktadırlar.

 

Örneğin Mulhern, Britanya’nın 40lı, 50li ve 60lı yıllarda şekillendiği biçimiyle, artık öncelikli olarak emperyal yönelime sahip olmadığını söylerken diğer yandan Avrupa entegrasyonunun siyasi ruhunu, özel mülki­yetin çıkarları ve korunmasını, demokratik çoğunluğun iradesinin üzerinde tutan bir çeşit ‘otoriter liberalizm’ olarak ifade etmektedir.[1] Oysa Lenin’e göre kapitalizmin üst bir gelişme düzeyi olarak para-sermayenin mutlak egemenliğinden başka bir şey olmayan emperyalizmden, mevcut kapital­ist sistem içerisinde önemi kaybolabilecek bir şeymiş gibi söz edilemez.

 

Ülkemizde meseleyi tartışanlardan biri olarak Fikret Başkaya, Öteki Yayınevi’nden çıkan Sömürgeci­lik, Emperyalizm, Küre­selleşme isimli es­erinde, empery­alizmden, sömürgecilikten söz edilmem­esini, emp­eryalizme karşı mücadele edilmemesiyle ilişkilendi­riyor. Mücadele olmadan da kavramların içinin boşalıp işlevselliğini yitirdiğine dik­kat çekiyor. Oysa emperyalizmin mutlaka mücadele edilmesi gerektiğini söylerken ve eserinde sömürgeciliğin genel tarihsel süre­cini anlatırken 1945 sonrası dönemindeki hegemonik güç olan ABD’nin temel mese­lesinin sosyalist sistemin, “kızıl tehlikenin” önünü kesmek bu amaçla da “çevreleme liberalizmi” denen bir strateji uyguladığı tespitini yapmaktadır. Kalkınma retoriğini öne çıkaran bu yak­laşım istenen sonucu vermeyince 1980’de Reagan ile birlikte sosyal devletten vazgeçen, özelleştirmeleri zorunlu gören ve devleti küçültmeyi hedefleyen bir anlayışa yönelindi. Dolayısıyla, artık yeni dönemde tüm söylemler bu anlayışın egemen olmasına hizmet edecek biçimde dönüşmeye başladı. Devletin asli işlevini yapması gerektiğini, basma satmak, ayakkabı ya da et satmak gibi işlerle uğraşmasının saçma old­uğunu o kadar duyduk ki artık bu kanıksanır oldu. Sol, bu söylemleri kendi bazı kalıpları ile çok kolay uyum­landırdı ve kabul etti. Bazı solcular, özelleştirmeler sayesinde işçi sınıfının daha hızlı oluşacağını, gerçek patron karşısında sınıf bilinci kazanacağını, devlet işletmesinde çalışan işçilerin bu bilinci kazanamay­acağını bile iddia ettiler. Tamamen sermayeye yeni alanlar açmak, sermaye hegemonyasını genişlet­mek için kapitalist sistemin zorunlu olarak yöneldiği özelleştirmeler, pek çok solcu tarafından savunuldu, doğrudan savunmayanlar da önemsiz bir mesele olarak gündemlerine bile almadılar. Özelleştirmeler­in en yoğun olduğu dönemlerde siyasal hayata girmiş olan ÖDP içerisinde özelleştirmelere karşı mücadele etmeye öncelik verenlerin oranı yüzde dördü geçm­iyordu. Bu duruma bir de Marksist söylemin devle­tin zaten ortadan kaldırılması hedefi de eklenince devletin küçültülmesi meselesi kendini solcu olarak pazarlayan pek çok yapının sahiplendiği bir hal aldı.

 

 

Foreign Policy’ye ait bir illüstürasyon. [Kaynak: https://foreignpolicy.com/]

Ülkemizde sol, emperyalizm ile ilişkili tartışmaları özellikle 1990lı yıllardan itibaren küreselleşme ka­vramı üzerinden tartışmış ve küreselleşmeyi empery­alizmin yeni görünümü olarak ifade etmişlerdir.[2] Bununla birlikte, bu yeni görünüme karşı mücadele pek de eskinin anti-emperyalist mücadelelerine ben­zememekte, Dr. Şermin Tağ Kalafatoğlu’nun “Küre­selleşme Karşıtı Hareket” (Anti Globalization Move­ment) isimli makalesinde belirttiği üzere kendini “liberal” olarak ifade eden “Public Citizen” ve “Sierra Club” isimli “sivil toplum örgütleri”nin ve “girişimci, anarşist, nostaljik, teknofobik, fütürist, devrimci ve tutucu” niteliklere sahip kişi ve kuruluşların yer aldığı başka bir hal almaktadır.[3]

 

Görece yakın zamanlarda Yazılama Yayınevi tarafından yayınlanan Hegemonya Bunalımı ve Çin isimli kitabı üzerine yapılan söyleşide Alper Birdal, yaşanan sürecin dünyayı daha barışçıl bir yer haline getirip getirmediğine dair bir soruyu “bana kalırsa bu durum dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiri­yor” biçiminde cevaplandırarak, tekelci emperyalist sürecin karşılıklı bağımlılığı da kapsasa, rekabetin kızışmasının kaçınılmaz olduğunu ve bunun daha büyük bir savaş tehlikesi ve daha büyük bir belirsiz­lik doğurduğunu ifade ederek esasen emperyalizmin temel karakterinin değişmediğini de söylemiş olmak­tadır.[4]

 

Bu daha tehlikeli hale gelmiş bulunan emperyalist/ kapitalist sistemi tartışırken bunun üretim koşul­larının yeniden üretiminden yani emperyalizmin yeniden üretiminden muaf olmadığının da altını çiz­mek gerekmektedir.

 

Her sistem, kendini yeniden üretmek/geleceğe taşı­mak için kendini en değerli/iyi olarak algılatmak, kişilerin sistem içerisindeki konumlarını benimse­melerini sağlamak, bu benimsetmeyi sağlamak için mevcut konuma değil, olası konuma/vaat edilen konuma dikkatlerini çekmek, gerçek olanı değil, çok düşük bile olsa görkemli olasılığı sürekli gündemde tutmak zorundadır; kapitalist sistem tam da böyle kendini geleceğe taşıyor.

 

Althusser’e göre üretim ilişkilerinin yeniden-üreti­minin büyük bir bölümü, devlet iktidarının devlet ay­gıtlarında, bir yandan DİA’larda, öbür yandan Devle­tin (Baskı) Aygıtında uygulanmasıyla sağlanıyor.

 

Biz, burada, üretim ilişkilerinin geldiği noktada sınıraşan niteliğinden dolayı, emperyalizmin ideolo­jik aygıtlarından ve sadece sınıriçindeki silahlı ku­vvetler gibi unsurlardan değil, NATO gibi sınıraşan örgütleri de hesaba katıyoruz. Buna ayrıca uluslar­arası mahkemeleri ve de vergi sistemi gibi para to­plama aracı olarak IMF ve Dünya Bankası gibi kuru­luşları da sayabiliriz.

 

Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları isimli çalışmasında ifade ettiği durum, kendi varo­luş koşullarını da yeniden üretmek zorunda oluşu, yaşayan organizma ve toplumlar için bir kanun olar­ak varlığını sürdürmektedir.[5] Aslında anlatılan şey, bir sistemin gerekliliği ve her sistemin tıpkı tüm can­lılarda olduğu gibi, geleceğe kalabilme doğrultusun­da devinim göstermesidir.

 

Althusser’in bu “Üretimin maddi koşullarının yenid­en-üretimi, yani üretim araçlarının yeniden-üretimi” ifadesi aslında özünde doğru olmakla birlikte bir miktar eksiklidir. Üretimin daha doğrusu ilgili üretim sisteminin yeniden üretimi, salt araç gereç anlamın­da üretim araçlarının yeniden üretimine değil, eme­kgücünün yani, o sistem içerisinde devinen öznenin de yeniden üretimine ihtiyaç duyar. Bu ifadenin ek­sikliğini Althusser de fark etmiş olacak ki, eserinin ilerleyen sayfalarında emekgücünün yeniden-üre­timinden söz eder. Burada ise emekgücünü emek ürününden ayırarak işletmenin dışında gerçekleştiğini ifade ederken gerçekte üretimin toplumsal kar­akterini bir an için unuttuğunu ve salt makinanın diğer ucundan çıkan mamul maddeye odaklandığını görürüz. Oysa, gerçeklikte, üretim araçları ile birlikte üretimin tamamı bir işletme sınırlarını çoktan aşmış olan sistem içerisinde gerçekleşmektedir. Bugün, bırakın işletme sınırlarını aşmayı, ülke ve hatta kıta sınırlarını aşan bir üretim süreci görülmektedir ki tek­erlekleri bir kıtada, bujileri başka bir kıtada üretilen bir aracı daha pek çok parçası bambaşka ülkelerde üretilirken son ürün olarak tek bir işletmeden çık­tığını söyleyemeyiz.

 

Althusser’in bu sınırlı bakış açısı, ideolojik aygıt gibi önemli bir kavramı gündeme getirirken onu tekil dev­letle ilişkili olarak ifade etmesine neden olmuştur. Oysa ortada tek tek ülke sınırlarını aşan bir küresel sistem vardır ve her şey o sistem içerisinde üretil­mekte ve sistem de kendini yeniden üretmektedir. Dolayısıyla ortada bir ideoloji varsa bu sistemin içer­isinde yer alan karşıt sınıfsal konumlarla ilintilidir ve bu sermaye sistemin devamından yana ve egemen sınıf olan kapitalistler/patronlar sınıfının ideolojisi, egemen ideoloji olarak zuhur eder. İşte emperyalist aşamaya gelmiş olan bu sermaye sistemini yeniden üretmeye yarayacak, emperyalist-kapitalist sistem­inin kaçınılmaz olduğunu düşünen, işçi sınıfı kimliği dışında başka referans kimliklere odaklı, dolayısıy­la sistem için tehdit oluşturmayacak hale getirilm­iş insanlar topluluğu yaratmak için bu ideolojinin taşıyıcısı tüm aygıtlara emperyalizmin ideolojik ay­gıtları demek daha doğru görünmektir.

 

Bunları ele alırken yine de Althusser’in söylediklerini “devletin” yerine “emperyalizmin” ifadesini geçirerek bir ana gövde olarak kullanabiliriz.

 

1. Dinsel ideolojik aygıt (İA): Burada Althusser kilisel­erden söz ederken ülkemiz için, Diyanet’in ve tarikat­ların bu kategoride ele alınabileceğini söyleyebiliriz.

 

2. Öğretimsel İA: Eğitim sistemi içerisinde yer alan tüm okullar ve eğitim faaliyeti yürüten kurumlarla birlikte bunlarla ilgili Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurumu gibi yapıları ele alabiliriz.

 

3. Aile İA’sı: Burada aslında Marksizmin doğduğu zamanlardaki kavrayışla devlet, özel mülkiyet, sınıflı toplum ve aile arasında kurulan ilişkinin bir yansıması olarak aile ideolojik aygıtından söz edilmektedir. Oysa emperyalist ideolojinin yeniden üretimi için aile bir taşıyıcı olma potansiyelini kaybetmiştir. Sis­tem için aile, işgücü maliyetini artıran bir etki doğur­maktadır. Asgari ücret tartışmalarında ailenin birlikte ele alınması, işçinin yeniden üretimi sürecine ailenin de eklenmesiyle maliyeti artıran bir işlev görmekte­dir. “Bakmakla yükümlü olduğu kişi” gibi bir kavram patronun karşısında daha fazla ücret ödenmesi için bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla sistemin çıkarı ailenin değersizleştirilmesi ve gün­demden düşürülmesi yönündedir. Bununla birlikte insanların türün doğası gereği aile bağları geliştirmiş olmaları ve konuda duyarlılık göstermeleri, sistemin doğrudan aile kurumun saldırmasına da olanak ver­memekte, hatta tam tersine ailenin hamisi rolünü oynamalarına neden olmaktadır.

 

4. Hukukî İA: Bu olgunun burada yer alması, Althuss­er’de Lenin’in devlet kuramına aykırı gibi durmaktadır. Hukuk sistemi zaten devletin sacayaklarından biridir. Lenin’e göre devletin olmazsa olmazları hukuk sis­temi/mahkemeler, silahlı güçleri ve bunları finanse etmek için de vergiler/para toplama sistemidir. Tüm yapılar bizatihi ideoloji taşıyıcıları olduğundan bun­lardan ayrıca İA olarak söz etmeye gerek yoktur.

 

5. Siyasal İA: Siyasi partileri ve siyaset sistemi ile birlikte çeşitli derneklere de burada yer verebiliriz.

 

Her ne kadar emperyalist/kapitalist ideoloji siyasi alan-sivil alan gibi ayrımları dayatarak, siyasi örgüt ve sivil toplum örgütü şeklinde yapıları ayırmaya çalışsa da o kurumun faaliyeti şu ya da bu biçimde şu ya da bu sınıfın yararına olacak biçimde sistemin yeniden üretimini yönünde ya da karşısında çıktı ürettiğinden bunları ayrı ele almak doğru değildir.

 

6. Sendikal İA: Bu aygıt da bir örgütsel yapı olarak siyasi İA olarak ele alınmalıdır. Bu ayırımın kendi bile bir ideolojik tutum olan “sendikalar siyaset yapmaz/siyaset üstüdür” yaklaşımını ifade etmekte ve emp­eryalist/kapitalist sisteme hizmet etmektedir.

 

7. Haberleşme İA’sı: Burada artık Althusser zam­anından çok daha zengin bir aygıt yer almaktadır. Klasik yazılı basın yayın ve radyo televizyonun yanına internet siteleri, sosyal medya, mail grupları, haber­leşme kanalları grupları (Telegram, WhatsApp vb) gibi pek çok ortam eklenmiştir.

 

8. Kültürel İA: Edebiyattan, sanata, eğlenceden spora kadar her şey bu çerçevede ele alınabilir.

 

Burada, daha iyi bir anlaşılabilmesi için ideolojik ay­gıt olarak kullanılabilecek olanları yeniden şu biçim­de sınıflandırabiliriz:

 

1. Emperyalizmin İdeolojik Eğitim Aygıtları (EİEA): Sistemin içeriği ağırlıklı olarak iktidar tarafından be­lirlendiği için devlet ve iktidarla en ilişkili aygıt olar­ak görülebilir.

 

2. Emperyalizmin İdeolojik Dinî Aygıtları (EİDA): Her ne kadar devletten bağımsızsa da siyasi iktidarla il­işkilerin yoğunluğu tarikatları, bizatihi devlet ve ik­tidarla ilintili diyanetin yanı sıra devlet/iktidar ilintili bir aygıt olarak ele almayı zorunlu kılıyor.

 

3. Emperyalizmin İdeolojik Örgütsel Aygıtlar (EİÖA): Her türden siyasi parti, sendika ve dernek bu çerçeve­de ele alınabilir.

 

4. Emperyalizmin İdeolojik Medya Aygıtları (EİMA): Tüm yazılı görsel ve sosyal medya dahil.

 

5. Emperyalizmin İdeolojik Yaşambiçimi İlintili Ay­gıtlar ya da kısaca Yaşambiçimi Aygıtları (EİYBA): Al­thusser tarafından “kültürel ideolojik aygıt” olarak if­ade edilmiş olsa da din ve eğitim de kültürün parçası olduğundan ayrıştırmak için kültürel kavramı yerine yaşambiçimi aygıtları ya da yaşambiçimi ilintili aygıt­lar ifadesi daha doğru gelmektedir. Sanat, edebiyat, eğlence, spor vb. hepsi bu kavram içerinde kendine yer bulabilir. Ayrıca, yaşambiçiminin doğrudan emp­eryalizmin ideolojisi tarafından belirlendiği de daha net görünür kılınmış olur.

 

Aslında Althusser de devletin kendini var etmek için kullandığı baskı ve ideolojiyi tüm aygıtlarda birlikte kullandığını ve baskıya tümüyle öncelik veren devlet aygıtlarından farklı olarak ideolojiye tümüyle önce­lik veren DİA’larda söz ederken sistemin kendini üret­mek ve yeniden üretmek için birtakım aygıtlara ihti­yaç duyduğunu söylüyordu ve baskı aygıtları yanında rıza üretmeye yarayan ve her şeye normal ve hatta güzel algılamamıza yarayan aygıtların varlığına dik­kat çekiyordu. Bunu yaparken sadece bir farklılık olarak değişik DİA’lar arasındaki birliğin egemen sınıfın ideolojisiyle, çoklukla çelişkili biçimlerde sağlandığı notunu düşüyor ancak egemen ideolojinin yani egemen sınıfın ideolojisinin etkisinin burada yoğunlaşmış olduğunu da ekliyordu.

 

Bu arada tüm bu ideolojik aygıt olarak tanımlanan yapıların kendiliğinden belli bir ideolojinin taşıyıcısı olmadığı gerçeğini de görmek gerekir. Hatta aynı şey devlet aygıtları için de söz konusudur. Bu aygıt hangi sistem için kullanılmak üzere dizayn edilmişse o sınıfın ideolojisini taşır. Örneğin devletin yasama ve yönetim aygıtları, silahlı gücün nasıl olacağı ve dahi vergi/para toplama sistemi sermaye sisteminde işçi sınıfı iktidarındaki sosyalist sistemde başka ol­acak ve farklı ideolojilerin taşıyıcısı olacaklardır. Bu nedenle ideolojik aygıtların yok edilmesinden değil ele geçirilerek dönüştürülmesinden söz edilebilir. Althusser’in de belirttiği gibi Fransız Devrimi, bir nu­maralı DİA olan Kilise’ye saldırarak ruhban sınıfın bünyesini sivilleştirmiş, Kilise servetlerine elkoymuş ve dinî DİA’nın egemen rolünün yerini alacak yeni DİA’ların yaratılmasının önünü açmıştır. Nitekim, T.C.’nin kuruluş sürecinde de Halifelik yerine Diya­net’in kurulması bununla paralellik göstermektedir. Aynı biçimde eğitim kurumlarının yapısı ve niteliği değiştirilerek eski sistem yerine yeni sistemin ideolo­jisini taşır hale getirilmiştir. Bu arada bunlardan biza­tihi eski sistemin ideolojisini taşımaktan başka işlevi olamayacak aygıtlar ortadan kaldırılmak zorunda ol­makla birlikte bu ancak toplumsal nesnellik elverdiği zaman gerçekleşebilir.

 

Yukarıda saydığımız beş ideolojik aygıta daha yakından ve emperyalizm ile ilişkilerini de ifade ederek bakacak olursak ilk sıradan sona doğru emp­eryalizmin etkisinin daha belirgin olduğunu söyleye­biliriz. Birinci sırada ifade ettiğimiz eğitim aygıtları her ne kadar emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcıları olsa da yerel devlet tarafından belirlenimleri ihmal edilemez düzeydedir. Öte yandan son iki sırada if­ade edilen medya (EİMA) ve yaşambiçimi aygıtları (EİYBA) neredeyse tamamen emperyalist sistem tarafından doğrudan oluşturulmuştur. Futbolcuların dünya pazarında bir meta gibi dolaşımda olduğu fut­boldan tutun, tüm spor organizasyonları FIBA, FIFA, UEFA, IOC gibi ulusötesi kuruluşlar tarafından belir­lenmekte ve tekeller tarafından finanse edilmekte­dir. Bugün bu nedenler, egemen ideolojinin sonucu olarak her düzeyde Rus takımları hiçbir uluslararası organizasyonda yer almamakta ama öte yandan Rusya ile ilişkilerini normal sürdüren ülkeler dahil ol­mak üzere hiçbir diğer ülke bu tür organizasyonları boykot edememektedir. Oysa, emperyalizmin ide­olojik hegemonyasının dünyanın tamamında kurul­madığı dönemlerde pek çok ülke olimpiyat oyunları gibi organizasyonları bile çeşitli nedenlerle boykot edebilmekteydi. Büyük sermaye grubu sponsorlardan yine büyük sermayeli yayıncı kuruluşlara kadar ser­maye sisteminin bir büyük sektörü olan sporun yanı sıra tüm müzik ve eğlence sektörü de doğrudan emperyalist sistemin kontrolü altındadır. Müzik ve eğlence sektörünün aygıtları tıpkı sporda olduğu gibi medya aygıtları ile iç içe varlıklarını sürdürmektedirl­er. Yine müzikte olduğu gibi diğer sanat dalları ve edebiyat da emperyalizmin ideolojik aygıtları olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Bir güzellik bilimi olarak estetik ve sanat, egemen ideoloji tarafından belirlenme doğasından dolayı bizatihi empery­alizmin ideolojisinin taşıyıcısıdırlar. “Güzel-olan” tanımı “ideal-olan” ile “gerçek-olan”ın uyumu olarak tanımlanır ve “ideal-olan” tanımı da her zaman için egemen ideoloji tarafından belirlenir. Dolayısıyla, bugün insanlardaki egemen “güzel-olan” algısı, em­peryalist ideoloji tarafından üretilmiş “ideal-olan”a uyum oranında gerçekleşebilmektedir. Medya dışın­da, sergiler, yarışmalar vs. her şey yine tekeller ve onun kontrolündeki yapılar tarafından belirlenmek­tedir. Sosyal psikoloji bilimi bize tutumların üst sınıf tutumları tarafından belirlendiğini göstermektedir. Bu da bir estetik beğeninin en nihayetinde en üst ekonomik gelir grubu tarafından oluşturulmuş old­uğunu söylüyor. Burada bir alt ekonomik tabakanın elbette ki kendi estetik tutumunu oluştururken, an­cak algıladığı kadarıyla bir üst tabakanın tutumu ile benzediğini ve bir miktar farklılaşmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmek gerekir. Böylelikle en alta in­ildikçe her seferinde giderek farklılaşan beğeni üst sınıf beğenisinin karikatürü haline gelse de onun tarafından belirlendiği gerçeğini değiştirmemekte­dir. Bu nedenle örneğin Roma ve Madrid’in görkemli bina ve heykellerin kötü karikatür gibi kopyalarını Kolombiya gibi eski sömürgelerin şehirlerinde bol bol görürüz.

 

Beşinci sıradaki yaşambiçimi aygıtları ile dördüncü sıradaki medya aygıtlarının iç içe çalıştığının örneklerini gördük. Medya bizatihi bir ideal yaşam­biçimi taşıyıcısı olarak neredeyse tüm sanat, edebiyat ve spor hayatının da belirleyicisi olmaktadır. Empery­alist aşamada medya artık yerel unsurların varlığını neredeyse tümden imkânsız hale getirmiş, tüm yerel unsurları sistemin parçası olarak varlıklarını sürdürür olmaya mahkûm etmiştir. Artık, bir kasabanın ya da küçük şehrin düğün salonlarında, kahvehanelerinde çalıp söyleyen müzisyenler yoktur. Konu komşuya ve dost meclislerinde çalıp söyleyen herkes, küresel ağın bir parçası haline gelmişler ve üç beş takipçileri ve 15 -20 dinleme gerçekleştirmelerine rağmen You­Tube piyasasında çoktan yerlerini almışlardır. Sistem karşıtı şeyler de söyleseler, sistem kendini meşru­laştırdığı için daha fazlasını kazanmaktadır. Mily­onlarca kullanıcı oluştukça aslında YouTube daha fazla kazanır olmaktadır. Benzer durum herkesin if­ade özgürlüğü aracı olarak algıladığı X (eski adıyla Twitter) de bu “ifade özgürlüğü” kullanıcıları arttıkça kârına kâr katmaktadır.

 

Medyadan bahsederken Netflix’ten söz etmemek mümkün değildir. Bir yaşambiçimi mühendisliği aracı da denebilecek en güçlü ideolojik aygıt birimi olar­ak karşımızda durmaktadır. Netflix dizileri izlemek başlıcasına bir yaşambiçimi olarak sunulurken içeriği ile de nasıl yaşanması gerektiğini güçlü biçimde şekillendirmektedir.

 

Öte yandan sadece internet aracılığı ile değil klasik kanallardan yayın yapan televizyon ve radyo gibi kuruluşlar da ulusötesi egemenliğe kurumsal ya da sponsor/reklam aracılığı ile daha fazla girmektedir.

 

Üçüncü sıradaki örgütsel yapılardan dernek ve vakı­flar emperyalist odaklarla ilişkilerini en fazla açık eden aygıtlar olarak görülse de gerek ABD gerekse Türkiye’de siyasi partilerle büyük sermaye grupları arasındaki ilişki de oldukça açık biçimde yürümek­tedir. Ülkemizde sadece iktidarda olan partiler değil, muhalefet de emperyalist odaklarla doğrudan paras­al ilişkiye girmeseler de (ki girseler de elimizde kanıt olamayabileceğini biliyoruz) siyasal destek almak için iletişim halindedir. Anamuhalefet parti başkanı kalkıp ABD ziyareti yaparken, İstanbul Belediye Başkanı kriz anında bile İngiliz Büyükelçisi ile balık yemeyi önceleyebilmektedir.

 

Bunun dışında pek çok vakıf, dernek ve etkinliğin, Freedom House, Index On Censorship , Article 19, IFEX, Human Rights Watch, Heinrich Böll Vakfı, Fried­erich Ebert Vakfı, Rosa Luxemburg Vakfı, Konrad Adenauer Vakfı ve Friedrich Naumann Vakfı gibi ya doğrudan emperyalist devletler tarafından ya da Soros gibi büyük sermayedarlar tarafından finanse edilen aygıtlarca desteklendiği bilinmektedir.[6] Bu dernek ve etkinliklerin önemli kısmı da kamuoyu tarafından sol ve hatta anti-kapitalist gibi algılan­makta ve içinde yer alanlar tarafınca bile bu durum gerçek sanılmaktadır.

 

Dinî aygıtlara gelince dinci bir yapılanma olan Fethullah Gülen Cemaati ile emperyalizmin ilişkisi 2016 darbe girişiminden sonra “ne istediler de ver­medik” diyenlerinden her türlü el öpen ya da selam edenlerce bile reddedilemeyecek hale gelmiştir. Oysa, CIA destekli bir kontrgerilla yapılanması olan “Komünizmle Mücadele Derneği”, FG ile diğer önem­li kurucularının dinci yapıları eliyle emperyalizmin yalnızca ideolojik değil zor aygıtı olarak da işlev gördüğü başından itibaren bir sır değildi. Esasen em­peryalizmin sosyalist ülkelere karşı yürüttüğü “yeşil kuşak” projesinin ve daha sonra da “Büyük Ortadoğu Projesi”nin aparatları olarak dinci yapılar desteklen­miş, en “Atatürkçü” geçinen 12 Eylül Darbesi’nin başı Kenan Evren tarafından Rabıta gibi örgütlerden para almaktan bile beis görülmemiştir.

 

Bir ideolojik aygıt alanı olarak eğitim de ilkokulun­dan üniversitesine kadar her ne kadar yerel yasala­rla müfredatı düzenlense de neredeyse tamamen emperyalist ideolojinin taşıyıcısı haline gelmiştir. En bağımsız olması gerektiğini varsaydığımız üniversi­teler ve akademisyenler içinde emperyalizmin değer­leri dışında bir şey üretmek oldukça zor, üretilse bile yayınlanması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Dünya üniversiteleri arasında belki de en popüler olan Harvard Üniversitesi’nin ilk siyah başkanı olan Claudine Gay’e cilt rengi ve düşünceleri nedeniyle tahammül edemeyen bir akademi ortamının ne bil­imselliğinden ne de özerkliğinden söz edebiliriz. Tay­lan Kara’nın ifadesiyle “insanın ve sosyal bilimlerinin maddeden ve toplumdan kopuşu, tekelci kapitalizm­de sadece bir arzu değil bunun ötesinde bir zorun­luluk” olması artık sosyal bilimleri tamamen emp­eryalizmin ideolojisinin taşıyıcısı haline getirmişken fen bilimleri ve tıp gibi alanlar da tamamen tekelleri finanse edilen ve dolayısıyla onların çıkarları doğrul­tusunda araştırma yapılan alanlar haline gelmiştir.[7] Üniversiteler, sadece “bilim” değil sunduğu ve şekil­lendirdiği yaşambiçimi ile de emperyalizmin etkili bir ideolojik aygıtı olarak işlev görmektedirler.

 

Buraya kadar bu beş kategorideki ideolojik aygıtların emperyalizmin ideolojik aygıtları (EİA) olduğunu göstermeye çalıştık. Yine daha önce söylediğimiz gibi bu kurumlar çoğunlukla bizatihi EİA değillerdir. Yani bir eğitim kurumu sırf eğitim kurumu olduğu için EİA değildir. Onu EİA yapan, emperyalizm tarafından ele geçirilmiş olması ve emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcısı, üreticisi ve yeniden-üreticisi olmasıdır. Em­peryalizme karşı mücadele kazanıldığında, işçi sınıfı iktidarı ele geçirdiğinde, sosyalist bir devlet/-ler top­luluğu kurulduğunda eğitim ortadan kaldırılmayacak, işçi sınıfının ideolojisinin üreticisi/yeniden-üreticisi ve de taşıyıcısı haline getirilmek üzere ele geçirilmiş ol­acaktır. Aynı durum, EİMA ve EİYBA için de geçerlidir.

 

Ancak, din üzerinden emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcısı ve kullanışlı aparatları olan dinci aygıtların ve kimi derneklerin kapatılması kaçınılmaz olacaktır. Ancak tüm bu dinci ve siyasi EİA kapatma süreci em­peryalizmin elde ettiği ideolojik hegemonyanın gücü ve insanların hassasiyeti nedeniyle son derece zorlu geçecektir ve her türlü demagoji ve insanların ma­nipülasyonunu kolaylaştıran bir içerik taşımaktadır. 15 Temmuz 2016 tarihli kanlı darbe girişi olmasay­dı bugün hâlâ FG’nin ve tabii ki cemaati/örgütünün bir CIA ve dolayısıyla emperyalizm aparatı old­uğu yönündeki her söz “din düşmanlığı” biçiminde çarpıtılarak etkisizleştirilmeye, sözün sahipleri de “düşman” ilan edilerek “katli vacip”ler kategorisine konulmaya çalışılacak ve bunda da muhtemelen başarılı olunacaktı. Bugün de esas görevi sınıf kim­liğinin oluşumunu önlemek ve gerekirse sınıf hareketi karşısında bir şiddet unsuru olarak örgütlenen dinci yapıların eleştirisi aynı biçimde çarpıtmaya uğratılar­ak etkisizleştirilmektedir. Bunun karşısında, dindarlar arasında emperyalizmden bağımsızlaşmış bir dinsel anlayışı egemen kılmak ancak dindarlar arasındaki sınıfsal kimliğe sahip çıkanların ağırlık kazanmasıyla mümkün olacaktır ki, İslam’ın altın çağındaki gibi etki gücü yüksek İslam aydını olarak tanımlanabilecek kişileri bugün ortaya çıkarmak mümkün olabilecek midir sorusu sorulabilse de bunun mutlaka olması gerektiği hatırlanmalıdır. Dünyada her ne kadar an­ti-emperyalist/anti-kapitalist dinsel yapılar şekil­lenmiş olsa da Türkiye’de bu yapıların örgütlenmesi ağırlıklı olarak yeşil-kuşak projesi çerçevesinde ve kontgerilla faaliyeti olarak gerçekleştiği için gerçek bir anti-emperyalist tutum ortaya çıkamamaktadır. Bu vesileyle tekrar hatırlamakta yarar var ki me­sele aygıtın kendinde/özünde değil, hangi amaçla yapılandığı ve nasıl bir içerik ve işlev kazandığı ile ilgilidir.

 

Bu düzeyde olmasa da benzer bir zorluk eğitim/akademi alanında da söz konusudur. Emperyalizmin ideolojik hegemonyası altında şekillenmiş bir akade­mik ortam yerine bundan bağımsızlaşmış özgür bir üniversitenin kurulması için en az lise çağından iti­baren farklı bir eğitim modeliyle yetişmiş ve profesör olmuş kişilere ihtiyaç vardır ki bu da nereden bakılır­sa bakılsın en az 15-20 senelik bir zamanı gerek­tirmektedir. Elbette ki bugün için dahi, emperyalizm/kapitalizmden bağımsızlaşmayı başarabilmiş belli sayıda akademisyen vardır. Ancak sayıları giderek azalmakta ve yerine %100 EİA görevini ifa edecek akademisyenler gelmektedir.

 

Bu ideolojik aygıtların hangi ideolojik söylemin taşıyıcısı olduğunu belirlemenin önemli olduğu söylenmişti. Bu durumda emperyalizmin ideolojik ay­gıtları aracılığıyla hangi söylemleri egemen kılmaya çalıştığını da ortaya koymak durumundayız.

 

Bunlardan birincisi insanın doğası gereği kötülük yap­maya elverişli, bencil, tembel olduğu ile ilişkili söylem­lerdir. Özellikle EİEA, EİMA ve EİYBA’lar tarafından taşınan insanın bencil ve kötü olduğu söylemi çoğu zaman EİDA’lar tarafından üretilmektedir. Çoğu çarpıtılmış psiko-sosyal deneyler ile kalıp-yargılara dayanan ve gerek Emperyalizmin İdeolojik Eğitim Ay­gıtları (EİEA), gerekse diğer EİA’lar tarafından taşınan bu söylem eşitlik karşıtı tüm söylemler için bahane oluşturmakta ve eşitsizlik üreten sistemi kabul edişi kolaylaştırmaktadır. Bu söylemin tamamlayıcısı da özgürlük>eşitlik söylemidir. Zaten, beş parmağın beşinin de bir olmamasının da kanıtladığı gibi eşitsi­zlik doğaldır ve o halde insanlar, eşitsizliği ortadan kaldırmak gibi olmayacak, insanın doğasına aykırı bir olguyla uğraşmamalı, bunun yerine özgürlük teması ile ilgilenmelidir. Ancak, özgürlüklerin ne ve ne kadar olduğuna da emperyalist sistem karar verdiğinden, mücadelenin hedefi ve dozu da bizatihi emperyalizm tarafından belirlenmiş olmaktadır. Bu söylemin ana hedefi eşitlik söyleminden uzaklaşılması olduğundan, bir kez bu gerçekleşti mi nasılsa “özgürlük” ancak emperyalizmin sundukları arasından sunduğu ka­darını seçme özgürlüğüne kolaylıkla hapsolmaktadır. Artık özgürce dilediğiniz Netflix dizisi arasında özgür seçiminizi yapabilir, burjuvazinin ahırındaki herhangi bir at arasında seçim yaparak da özgür seçmen irad­enizi ortaya koyabilirsiniz! Ancak, bu özgürlükler bile yeri geldiğinde güvenlik>özgürlük denklemi nedeni­yle kolaylıkla ve hatta gönüllü olarak vazgeçilebilir. Bundan 30-40 sene öncesine kadar insanların üst ar­aması yapılması, parmak izi alınması gibi uygulama­lara gösterdikleri direnç yerini bugün gönüllü kabule bırakmıştır. Sovyetler Birliği döneminde yükseltilen kişisel hak ve özgürlüklerle ilgili haberleşme ve seya­hat hakkı gibi olgulardan söz etmek bile mümkün görünmemektedir. Bırakalım ekonomik engelleri, bir ülkeden bir ülkeye giderken vize uygulaması olması bile seyahat özgürlüğünün gerçekte olmadığının çok net kanıtı iken kimse meseleye buradan bakmam­aktadır. Onlar hâlâ Avrupa’da sınır kontrollerinin kalkmasını özgürlüklerin genişlemesi olarak oku­maktadırlar. Haberleşme ile ilgili olarak Sovyetler Birliği döneminde mektupların okunması gibi eleştir­iler yapılırken, tüm yazıp çizdiklerimizin artık uluor­ta görülebildiği, özel yazışmalarımızın bile hiç bir mahremiyetinin olmadığı, ağzımızdan çıkan her se­sin, mekânsal her hareketimizin, hangi anda kimler­le hangi ortamlarda bulunduğumuz ve muhtemelen neler yaptığımıza kadar her şeyin izlendiği ve tüm bu verilerin işlenerek davranış analizlerimizin yapıldığı gerçeğini ve hükümetlerin, işbirliğine yanaşmayan sosyal medya kuruluşlarına erişimi yasakladıklarını unutuyorlar. İşte özgürlükler sistemi olan demokrasi tüm bu kabullerle işlemekte ve bazı ülkelere mily­onlarca insanın ölümüne neden olsa da bombalarla getirilerek insanlar özgürleştirilmektedir!

 

İkinci söylem alanı ekonomi ile ilişkilidir ve en tipik örneği 1980 sonrası özellikle “devlet basma üret­mez, et, süt satmakla uğraşmaz, daha ulvi ve asli işleri vardır” ile hayatımıza giren “özelleştirmek güzelleştirmektir” söylemidir. Emperyalist aşamadaki kapitalizmin kendine yeni sermaye büyütme alanları olarak daha önce kapitalizmin doğasına aykırı biçim­de ve işçi sınıfı hareketinin güçlenmesini ve sosyal­izme yönelmesini engellemek için oluşturulmuş olan devlet işletmelerinin ele geçirilmesine zemin hazır­layacak ve kitleleri razı edecek bir söylem olarak başarılı oldu. Hatta o kadar başarılı oldu ki kendine sol/sosyalist diyen kişi ve yapılar dahi “işçinin karşısın­da devlet değil de gerçek patron görürse daha kolay sınıf bilinci kazanacağı” gibi gerekçelerle yanında olmasalar da en azından karşısında durmayarak bu emperyalist söyleme teslim olmuşlardır. Tabii ki bir kısmının da ateşli savunuculuğunu yaptığı mutlaka hatırlanmalıdır.

 

Bu söylem diğer yandan birinci alanla bütünleşik olarak üçüncü bir alan olan devletin küçültülmesi ile de desteklenmiştir. Özgürlüklerin artması devletin küçültülmesine bağlıdır!

 

Devlet alanıyla ilgili olarak hem devletin küçültülm­esi gerektiği, hem de ulus-devletin ortadan kalktığı ya da kalkması gerektiği söylemi özellikle solcu görünümlü aygıtlar aracılığı ile taşınmış ve taşınmak­tadır. Bunlardan hiçbiri de emperyalist merkezlerdeki devletin üç ana unsuru olan hiçbir yapının dağıtıl­masından, örneğin vergilerin kaldırılmasından, ordu, polis gibi silahlı güçlerin ortadan kaldırılmasından söz etmezler. Her ne hikmetse, emperyalist merke­zler, daha fazla “devlet” haline gelirken, silahlanmayı artık dünya sınırlarının ötesine dahi taşıma proje­leri yürütürken, söylemin sadece çevre ülkeler için geçerli olmalıdır gibi bir saikten hareket etmekte­dirler. Her nasılsa devletin ortadan kalkması gerek­tiği yönündeki kaba Marksist söylemle de uyuşuyor görününce bu söylem çok rahat solcular tarafından benimsenebilmiştir. Tek tek merkez devletler yanı sıra emperyalizmin koruyucusu NATO gibi örgütler­in giderek yayılma ve büyüme gösterdiği bir süreçte devletin küçüldüğüne dair bir algının oluşması, em­peryalizmin ideolojik hegemonyasının ahmaklaştırıcı etkisi olarak görülebilir.

 

İnsanla başladığımız alanları tanımlamayı yine in­sanla bitirelim. İnsanın kendini tanımlama ve yaşam­biçimi alanıdır bu ve elbette ki diğer tüm alanlarla ilintilidir. Bu alanda, üretilen söylemler yine öncelikle sol görünümlü EİÖA ve akademik aygıtlar tarafından üretilmiş ve emperyalizmin ideolojik medya aygıtları (EİMA) ve EİÖA öncelikli olmak üzere EİEA ve EİYBA tarafından yaygınlaştırılmıştır. Burada zaman zam­an Emperyalizmin İdeolojik Dinsel Aygıtlarının kimi söylemleri ile ters düşse ve de EİDA aracılığı ile ba­zen yayılmaları zorlaşsa da bu sistem açısından kabul edilebilir ve yönetilebilir bir çelişki olarak görülmek­tedir.

 

Bu alandaki söylemler, tarihsel ve sosyal bağlam içerisinde oluşan sosyal tutum ve rollerin ve bunlar dolayımıyla kimliklerin mutlak ve primer olduğu öteki ile ilişkide referans yapılması gerektiği yönünde telkinde bulunur. Bu söylemin savunucuları örneğin anadilde eğitim tartışmalarında en iyi eğitimin an­adilde yapılabileceğini savunur ama çocuğunu dün­yanın parası bahasına neden İngilizce eğitim veren okullara yollamaya çalıştığını açıklayamaz. Dünya üzerinde en az yedi bin dilin yerel çeşitlilikler ile bir­likte bunun on binleri geçtiği bilindiği ve anadilleri sık kullanılanlar haricinde bu dillerden biri olan kişil­erin bilginin ve bilimin geldiği bu noktada anadilinde eğitimli hale gelemeyeceği çok açıktır. Bu söylend­iğinde hemen karşı argüman olarak geliştirilen faşizm suçlaması ise kendi emperyalizmin ideolojik söyleminin taşıyıcısı oldukları gerçeğini gizlemeye yarar. Oysa “anadil eğitimi” bir kişinin özgürce ken­di anadilini öğrenme hakkını ifade eder ve tartışma konusu olan bu değildir. Tartışma konusu olan, in­sanın dünyayı kavrama hakkının hangi araçla daha iyi gerçekleşebileceği tartışmasıdır. Bugün dünya bilim literatüründe İngilizce dilinin neredeyse tek evrensel dil olarak kabul gördüğü bir dünyada ve daha iyi bir eğitim düzeyi için İngilizce öğrenmek üzere her türlü fedakârlık yapılırken en iyi eğitimin anadilde yapıla­bileceği iddiası mesnetsizdir. Bu kendi anadilini en iyi biçimde özgürce öğrenmesi, koruma ve geliştirme olanağına sahip olma hakkıyla çelişmez. Elbette ki eşitsiz gelişim nedeniyle ve emperyalist odakların dili olması nedeniyle bazı dillerin hegemonik hale geldiği bir gerçekliktir. Bu gerçeklik, diğer dillerin örneğin Türkçe’nin evrensel bilim dili olma yolunda geliştirilmesini ya da Lazca ya da Zazaca’nın eğitim dili olarak geliştirilmesi çabalarını engellemediği or­anda, eğitim ve bilim dili olarak neyin kullanılacağını düşünmemize ve ifade etmemize engel değildir.

 

Ancak dil tartışmaları Emperyalizmin İdeolojik Ay­gıtları tarafından, sınıf kimliği dışındaki kimliklerin referans kimlik olarak kullanılması bu yönüyle em­peryalizmin önündeki tek tehdit olan işçi sınıfı kim­liğinin oluşmaması için bilinçli olarak çarpıtılarak sürdürülmektedir.

 

Sınıf kimliğinin oluşmasını engellemek üzere referans kimlik olarak öne kullanımı emperyalizmin ideolojik aygıtlarınca önerilen diğer kimliklerden cinsiyet ilin­tili kimlikler, yeme biçimi ilintili kimlikler (veganlık gibi), hayvansever, doğasever, yeşilsever, hayırsever kimlikleri de yine Emperyalizmin İdeolojik Örgütsel Aygıtları (EİÖA) tarafından üretilmiş, ardından medya aygıtları (EİMA) tarafından yaygınlaştırılmış ve eğit­imsel/akademik aygıtlar (EİEA) tarafından parlatılar­ak desteklenmiştir. Yine bu alanlardaki tartışmalar­da bu alandaki söylemlerle emperyalizm ilişkisi her gündeme getirildiğinde bu niteliklerin varlığına karşı çıkılmadığı sadece siyasi alanda ve insanlararası hukukta ve öteki kurgusunda referans kimlik olarak kullanımına karşı çıkıldığı gerçeği ustalıkla gizlenmektedir. Egemen sistem olan emperyalizmin ideolojik söyleminin tüm araçların kontrolünü elinde tutmaları nedeniyle egemen olduğu, bugün ifade ettiğimiz tüm egemen söylemlerin aslında egemen sınıfın söylemi olduğu gerçeği görülmeden sınıf siyasetinin kapıları asla açılamayacaktır. Bunun yerine sınıf adına sınıf siyaseti yapıyor gibi emperyalizmin ideolojisinin taşıyıcılığı yapılacaktır ki bu çok daha tehlikelidir. Bu söylemleri yaygınlaştıran her aygıt esasen emp­eryalizmin ideolojik aygıtıdır ve bugün özellikle si­yaset yapan neredeyse tüm parti, dernek ve yapılar gönüllü olarak emperyalizmin hegemonyasına, kendini yeniden üretmesine hizmet etmektedirler. Muhtemeldir ki kendini anti-kapitalist, anti-empery­alist gören bu satırların okurları arasındaki pek çok kişi, söylemlerinin ve eylemlerinin emperyalizmin yeniden üretimine hizmet ettiği gerçeğini görmek yerine bu satırlarda yazılanları faşizm olarak algıla­mayı tercih edeceklerdir. Bunu da doğal bir insani tu­tum olarak görmek gereklidir. Çünkü bilim bize insan davranışının türün anlamlı ve işlevsel bir üyesi olar­ak yarına kalma yönünde olduğunu göstermiştir. Bu olgu, bir sistem içerisinde toplumsallaşarak yaşayan insanın, toplumdan kopmamak için toplumun değer­lerini benimsemek ve yarına kalma potansiyeli en fa­zla olan üst sınıfların normlarını benimsemek zorun­da olduğu gerçeğini kabullenmemizi sağlıyor. Buna rağmen akıntıya karşı neden kürek çektiğimizin ceva­bı ise; sistemin krize girdiği ve insanların sisteme karşı güvensizliğe düştüğü, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını hissettikleri anda, onlara başkaldırının ve geleceğin mümkün olduğunu gösterebileceğimizi ve o dönemlere kadar ne kadar gelişkin bir yapı ve söylem geliştirilmişse sistemi yıkma şansımızın da o kadar yüksek olduğunu bilmemizdendir.

 

Tüm bu alanlarla ilgili sadece bazılarına yer vere­bildiğimiz emperyalizmin yeniden üretimine hizmet eden ve EİA’ler aracılığı ile üretilen, yeniden üretilen ve taşınan ideolojik söylemlerini örneklemeyi bitir­erek kimlik ve kimlik oluşturma dinamikleri üzerine biraz daha bakalım. Emperyalizmin ideolojik aygıtları (kişiler dahil), bir yandan söylemlerini egemen kıl­mak için insanın doğası ile ilgili çarpıtmalar yapark­en, elbette ki bu doğanın yasalarını çok iyi bilerek ve bunu kendileri lehine nasıl kullanabileceklerini hes­aplayarak davranıyorlar. Bu nedenle işçi sınıfı siyaseti yapanların da insana dair temel yasaları bilmeleri ve siyasetlerini buna uyumlu olarak geliştirmelidirler.

 

Daha önce türün anlamlı parçası olması olgusu, Ce­mil Meriç’in aktardığına göre biyokimya biliminin, fizyolojinin ve sinirbilimin ancak neredeyse son bir ya da iki yüzyıl içerisinde bilimsel düzeyde kanıtlanmak­la birlikte İbn-i Haldun’dan beri “İnsanlar, doğuştan bir araya gelmek için yaratılmışlardır” tespiti ile if­ade edilmektedir.[8] Tüm canlılığın temel yasasının esasen türün anlamlı ve işlevsel parçası olarak türün bilgisini geleceğe aktarmak olduğunu tanıtlayan bilim, İbn-i Haldun’un sezgisel olarak keşfettiklerini sadece bilimsel düzeyde kanıtlamaktaydı. İnsan türü için, türün anlamlı ve işlevsel parçası olarak geleceğe kalma yönelimi kendini diğerleriyle bağ kurmaya yöneltmektedir. Kişinin bağ yönelimi bakım veren anneden, giderek kendini geleceğe taşıma potansi­yeli olan topluluğa doğru genişlemeye başlar. İşte aidiyetler ve kimlikler bu noktada gündeme gelmeye başlar.

 

Aile ve kabile bağları, içine doğulan ve yaşanan sosyal ortam olduğu için en rahat kavranacak bağlardır. Öte yandan bu bağlarla birlikte, doğa karşısında oldukça güçsüz olan insan, acziyetini dengeleyecek bir güce ihtiyaç duyar ki bu gücü kazanmak için doğa/tanrı ile iş birliği olanaklarını arar ve bu süreçte dinsel olanı keşfeder. İnsan, artık yanında olduğuna inandığı tan­rılar sayesinde daha güçlü hisseder ve geleceğe kal­manın olmazsa olmazı artık bu dinsel inançtır. Hele ki, en büyük korkusu olan ölüm karşısında bile artık son derece güçlüdür ve geleceğe kalması zaten kes­indir. Sadece tartışılacak olan bu geleceğin kötü (ce­hennem) mü iyi (cennet) mi olacağı kalır. Bu yönüyle öte dünya inancıyla birlikte din ve tanrı inancı, bir canlı olarak geleceğe kalmaya yönelme yasasından muaf tutulamayacak olan insana müthiş bir güç sağlamakta ve dolayısıyla müthiş bir bağ gücü taşı­maktadır.

 

İnsanda oluşan sezgisel düzeydeki bilinç, “türümün anlamlı parçası olma özelliğimi ancak ailem, kabilem ve inandığım tanrı/-lar ile uyum içerisinde olursam sağlayabilirim”dir.

 

Bu ilkel durum, temel canlı yasası değişmediği için farklı toplumsal koşullarda farklı görüngülerle aynı öze sahip olarak devam edegelmiştir. Yine insanı muayyen bir coğrafya içinde ele alan ve her hadisenin akış içinde incelenmesi gerektiğini savunan İbn-i Hal­dun’a uyarak verili koşullarda ele aldığımızda giderek karmaşıklaşan coğrafyalarda ve hayat akışında ve gelişen iş bölümü içerisinde, kabilelerden milletlere geçildiğinde artık geleceğe kalmanın koşullarından birinin de milletin parçası olma, yani millet kimliğini sahiplenme zorunluluğu olduğu görülür.

 

Bu süreçte insanın ilkel doğal çevresinde kendiliğin­den oluşan aile, kabile ve dinsel bağlar yanında millî bağların oluşumu, her zaman bir enerji gerektiren süreç olarak karşımıza çıkmıştır. Bu enerji gerektiren süreç, bir zorluğa karşı birlikte bir yapı kurma ihtiyacı duyan kabileleri aşan bir topluluğun ortak çabasıyla milleti doğurur. Tüm millî süreçlerde bir ortaklık vark­en bir de ortak olmayan/öteki vardır ve bu ötekilerin dışında bir kuruluş söz konusudur. Bu kuruluş süreci, sadece kendini geleceğe daha iyi koşullarda bırak­ma odaklı gibi diğerleriyle doğrudan çatışmadan söz konusu olabileceği gibi, genellikle öteki ile çatışma üzerinden kendini kurma gerçekleşir. Türkiye Cum­huriyeti’ni ve esasen Türk milletini doğuran süreç, işte bu öteki olan emperyalizme karşı verilen mücadele sürecidir. Türk milleti gerçek anlamda bu mücadele sürecinde oluşmuştur. Burada etnik bir kavram olar­ak Türk kelimesini kullanılmadığını ifade etmeye sanırım gerek yoktur. Ne ondan önceki Türk bey­likleri ne de Osmanlı İmparatorluğu Türk millî kimliği üzerinden örgütlenmiş topluluklar değil idi. Ancak anti-emperyalist mücadele sürecinde doğmuş olan “Türk” millî kimliği, ne yazık ki İkinci Emperyalist Pay­laşım Savaşı sonrası dönemden itibaren emperyal­izm tarafından genişleyen sosyalist sistemle birleşme potansiyeli nedeniyle dönüştürülmeye çalışılmış ve belirli bir sonuç da elde edilmiştir. Tıpkı yeşil kuşak ile dinsel kimlik anti-komünizm üzerinden kurgu­lanırken, millî kimliğin de anti-komünizm üzerinden şekillenmesi ve hatta silahlı bir biçimde örgütlenme­si doğrultusunda müdahale edilmiştir. Kontrgerilla aparatları, Türk İntikam Tugayları gibi yapılar, Ülkü Ocakları vs. millî kimliği, başlangıçtaki anti-empery­alist karşıtlık üzerinden kurmak yerine anti-komünist bir söylemle kurmaya yönelmiş emperyalizmin sa­dece ideolojik değil aynı zamanda şiddet aygıtları olarak da işlev görmüşlerdir. Bunun karşısında da sol, tıpkı dinsel kimlikte olduğu gibi, anti-emperyal­ist millî kimlikle de bağını kopartmış ve özellikle 12 Eylül işkencehanelerinde yaşananlar sonucu giderek neredeyse sadece işkenceyi çağrıştıran bir sembol olarak algılanan bayrakla bağını da koparmıştır. Em­peryalizme karşı mücadele zaman zaman milli olana karşı mücadele halini almış ve toplumsal meşruiyet kaybolmuştur.

 

Bu ülkede, gelinen noktada bir başka kimliğin daha gelişiyor olduğuna tanıklık ediyoruz. Bu da Kürt millî kimliğidir ve özellikle emperyalizmin 12 Ey­lül darbesi bu kimliğin doğuşunu hazırlamıştır. 12 Eylül darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi, tıpkı Türk solunda yaratılan kırılma gibi Kürt etnik kökenli kişilerde yaratılan kırılmanın laboratuvarı olarak işlev görmüştür. Darbeyi gerçekleştiren emperyalist odaklarca bilinçli olarak hazırlanan bu durum, Kürt etnik kökenli yurttaşların duygusal kopuşunun sağl­anmasında önemli bir yer işgal etmiştir. Bu durumun karşıtını yaratacağı emperyalist odaklarca elbette ki bilinmekteydi ve diğer tüm ideolojik aygıtlarının da desteğiyle öncelikle bu işkenceleri yapan “T.C.”ye ve de giderek “Türk”e karşı savaşarak Kürt millî kim­liği kurulması yoluna gidilmiştir. Tartıştığımız tıpkı tek tek işçilerin, sınıf kimliği referans kimlik haline gelmeden işçi sınıfı olarak ifade edilemeyeceği gibi, tekil olarak etnik kökenin şu ya da bu olması bir millî kimlik oluştuğu anlamını taşımamaktadır. Sosyolojik gözlemler, Kürt etnisitesi içerisinde aşiret kimliğinin esasen en güçlü referans kimlik olduğunu, T.C.’nin bunu aşan ulus-devlet vatandaşı anlamında “Türk” kimliği oluşturma çabasının büyük oranlarda başarı kazanmasına karşın, özellikle 12 Eylül’ün yarattığı iklim üzerinden gelişen PKK şiddetiyle 90larla birlikte yeni bir millî Kürt kimliği oluştuğunu ortaya koymak­tadır. Bu süreç, aynı zamanda Sovyetler Birliği son­rası dönemde anlamını giderek yitirmeye başlayan anti-komünist Türk millî kimliğinin kendini yeniden anti-emperyalizm üzerinden kurması olasılığını da bertaraf edecek biçimde anti-PKK ve giderek an­ti-Kürt söylemler üzerinden kurmasına da hizmet et­miştir. (Bu kimlik, yakın zamanlarda ise kendini yine anti-emperyalizmden uzaklaştıran anti-göçmen üze­rinden kurgulanmaya çalışılmaktadır.) Emperyalizm için artık tehlike ortadan neredeyse kalkmış, milli kimlikler birbirine karşı konumlanmış ve empery­alizm için tehdit olmaktan çıkmıştır. Tüm bu süreci destekleyen ideolojik aygıtlar, herkese kendinin hak­lı olduğunu düşündürtecek her türlü söylemi sürekli üretir ve yayar olmuşlardır.

 

Bugün gelinen noktada tarihsel arkaplanın ne old­uğundan bağımsız 1923’ten neredeyse 1990lara kadar oluşmamış ve sonrasında da her ne şekil­de oluşmuş olursa olsun bugün artık bir gerçeklik olarak bu milli Kürt kimliği arzıendam etmektedir. Bu arzıendam etme hali, Sünni dinsel kimlik için de geçerlidir. Her ne kadar ABD gibi emperyalist ülkeler tarafından yeşil kuşak projesi kapsamında destekle­nerek gelişen eski geleneksel inançtan ayrı bir dinsel kimlik gelişmiş olsa da bugün artık bir gerçeklik olar­ak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle tıpkı Kürtlerin tarihini tartışmanın anlamsızlığı gibi gerçek İslam’ın ne olduğu, türbanın var olup olmadığı, kandil kutla­ma mesajlarının dine ait olup olmadıklarını tartışmak çok anlamlı görünmemektedir. Bu coğrafyada dinsel kimlik türban ve kandil mesajlarını ve hatta selam­laşma kelimesi olarak “selamünaleyküm”ün kul­lanımını zorunlu hissetmeyi içerecek biçimde siyasal mücadele sürecinde oluşmuştur.

 

Tüm bu millî Kürt ve Sünni İslam kimliklerinin oluşum sürecinde emperyalizmin dahli gerçeği, bu kim­liklerin kendini var ederken kullandığı “öteki” kim­liği referans kimlik yaparak siyaset üretmeyi haklı kılmamakta, tam tersi bu durum karşıtlıkların tam da emperyalizmin yeniden üretimine hizmet edecek biçimde birbirleri üzerinden kurulmasına ve sonuçta emperyalizmin ömrünün uzatılmasına hizmet etme­ktedir. Sonuç, bu kimliklerin referans kimlik olma niteliğini güçlendirme ve işçilerin giderek birbirinden uzaklaşan farklı toplumsal kümelenmelere dağılma­ları sonucunu doğurmaktadır.

 

Benzer süreçler daha az yoğun hissedilse bile cinsel­lik ilintili ve beslenme ilintili kimlik gelişiminde de yaşanmaktadır. Ancak, bu kimliklerin potansiyel kitl­esi, örneğin Kürt etnisitesine mensup kişilerin belirli bölgelerde kümelenmiş olmalarına karşın, toplum içerisinde rastgele dağılımı bu durumu zorlaştırmak­tadır.

 

Tüm bu gerçeklikler içerisinde, EİA’ın ele geçirilm­esi, bunların söylemlerinin geriletilmesi mücadel­esi, yani ideolojik mücadele ancak işçi sınıfı kimliği oluşturma doğrultusunda, işçileri yan yan getirecek her türlü olanağın önemsenmesi ile etkin şekilde ver­ilebilir. Bu nedenle tüm bu aygıtların küresel egemen sınıfın yani emperyalizmin aygıtı olduğu gerçeğini unutmadan, bu aygıtlarca taşınan her söylemin son çözümlemede emperyalizmin ideolojik söylemi old­uğunu fark ederek, öte yandan bireyin ve toplumun tutum değişikliği ile ilgili tüm yasaları çok iyi kavra­yarak politika oluşturulabileceğini ve kimlik oluşum sürecinin tıpkı fizikteki füzyonun, yani kaynaşmanın çok yoğun enerji gerektirmesi gibi çok yoğun enerjiyi ve o yoğunluk için de büyük bir mücadeleyi zorunlu kıldığını bilmemiz gerekmektedir.

 

[1] Francis Mulhern, “Unfinished Business”, New Left Review, 144, Nov/Dec 2023.

 

[2] Kolektif, Emperyalizmin Yeni Görünümü Küre­selleşme, Sosyalist Politika, 2001.

 

[3] Şermin Tağ Kalafatoğlu, “Küreselleşme Karşıtı Hareket (Anti Globalization Movement)”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (Ankara Univer­sity Journal of Social Sciences), 4(1) 2013, 143-195, Link: https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?ab­stract_id=3284433

 

[4] “Alper Birdal’la ‘Hegemonya Bunalımı ve Çin’ kitabı üzerine”, haber.sol.org.tr, https://haber.sol.org.tr/haber/soylesi-alper-birdalla-hegemonya-bunali­mi-ve-cin-kitabi-uzerine-308067

 

[5] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Ay­gıtları, İletişim Yayınları, 1989, İstanbul.

 

[6] Taylan Kara, “AB ve ABD Fonlarıyla Zihin İthalatı Ve Düşünce İkliminin Dönüşümü”, Link: https://www.taylankara.com/post/ab-ve-abd-fonlariyla-zi-hi-n-i-thalati-ve-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCnce-i-kli-mi-ni-n-d%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCm%C3%BC

 

[7] Taylan Kara, “Yakın Tarihte Aklın İmhası 6: Sosy­al Bilimlerde Akılsızlaştırma”, (Youtube yayını), Link: https://youtu.be/hGwPUc41x0g?si=nUaGiWEeucVX­PDGO

 

[8] Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, İletişim Yayınları, 1997, İstanbul.

Kaynak: Muhammet Turabi YERLİ - halkadergi.org

 

adminadmin