DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Bilal Dursun YILMAZ
Bilal Dursun YILMAZ
Giriş Tarihi : 30-09-2020 08:59

Başlıksız…

İçtimai hayata yönelik mühim tespitlerimin olduğunu başlık koyamadığım bir yazı…

Geçmiş hayatım bilirim ki ailemle mahdut birkaç kişi dışında kimse için çok da önemli değil, zaten kendi geçmişimi anlatmak için de yazmıyorum, fakat anlatmak istediklerimi mücessem, müşahhas kılmak istiyorum. Bunu da başkaları üzerinden değil de bazen kendi geçmişim üzerinden göstermeye çalışıyorum. Zaten insan kendi dışındaki hayatların iç yüzünü ne kadar bilebilir ki? İnsan, bilinmek istediği oranda kendini izhar eder. Dolayısıyla zahir olduğu kadar insanları tanırız. Duyguların, hayallerin, hislerin çoğu dışarıya yansıtılmaz, ya da yansıtılamaz bu sebeple insana dair şeylerin çoğu zahir sebepler üzerinden yapılan bazı genellemelerle izah edilmeye çalışılır. Kendi üzerimden yazmamda ki ikinci sebep ise başkalarını taltif eden, öven şeyler yazmak, söylemek güzel, bu durum nefis sahiplerinin hoşuna gidiyor lakin ola ki zülfüyâra dokundun mu bir kaşık suda boğmak isteyen ilk kişiler hemen yanı başındaki dostların, ahbapların oluveriyor. O yüzden bazı meselelere dair örnekleri kendi yaşantımdan, deneyim ve gözlerimden veriyorum ki hem mesele havada kalmasın hem de zülfüyâra dokunmasın. Varsa bir taşım da gitsin kendi nefsime çarpsın…

Bu yazıma çok kullanılan iki kavramı konu ettim;

Bireysellik ve minnet…

Bu iki kavram üzerinde bazı sosyal tespitlerde bulunmak istiyorum. Bireysellik; bu kavramı allayıp pullayıp bugünün sosyal hayatına dayatan Batı, Doğu toplumlarında yani bizlerde tam muvaffak olamasa da büyük ölçüde başarılı oldu. Bazen insan bu kadar kötü olan bir şeyde bile “keşke Batı muvaffak olsaydı” diyebiliyor… Çünkü: dejenere olmak aslı olmaktan daha kötü bir şey. Biz, Batı’nın bireyselci yaklaşımını bütün olarak benimsemesek de sosyal dünyamızı yani akrabalık ilişkilerimizi, yaşam biçimimizi büyük ölçüde ona göre şekillendirdik. Özetle, tam olarak bireysel yaşamayı başaramasak da toplumcu yaşamdan da uzaklaşmayı tercih eder olduk. Fakir geçmişimizden gelen korkudan olsa gerek “mülke sahip olmak” arzusu biz de “evladını düşünme” şekline büründü. Bu sebeple biz evlatlarımızdan Batı’daki kadar belki kopmadık “18 yaşına geldin bak başının çaresine” diyemedik, bunu biraz da İslami motiflerin sosyal hayatımıza kısmen de olsa hâkim olmasından yapamadık. Dikkat ettiyseniz “İslami hakikatler” yerine “İslami motifler dedim” düşünceme göre artık İslami yaşam biçimi yani ahkâm-ı ilahi benim de içine dâhil olduğum ekseriyette bir ölçü, bir kıstas olmaktan öte bir hal aldı… Sadece beş vakit namaz ile yılda bir ay oruç ve birkaç görsel öge hepsi bundan ibaret Müslümanlar olduk… Hani o “komşusu aç iken tok yatan benim ümmetim değildir” diyen sosyal anlayış, nerede “adaleti mülkün temeli” yapan inanç ve azim… Üç gün önce TV’den dinlediğim bir haber şuydu : “oğlunu türlü hilelerle ilahiyat fakültesine araştırma görevlisi yapan bir rektöre soruşturma açıldı.” Sadece bu örnek bile İslami yaşam biçimimizi anlatmaya yeter de artar bile Bekri Mustafa'nın Sultanahmet Camii'ne imam olması gibi…

Sanayi, ekonomi, teknoloji gibi pek çok alanda gelişmiş Batı medeniyeti, ekonomisi zengin ülkeler bireyselliği bugüne kadar nirengi noktası yaptı. Batı, bireyselliğin geliştiği ölçüde sosyal hayatın daha demokrat, daha rahat, daha müferrah olacağını ileri sürerek bütün müspet şeylerin müsebbibi olarak bireyselliğin gelişmesi gerektiğini ön plana çıkardı. Yani son yüzyıldır bireysellik Batı’dan bize daim pompalanan bir ilerleme ölçütü kabul edilmekte, bütün kanunlar, nizamlar bu ferdiyetçi anlayışı hâkim kılmak için yapılmaktadır.

Lakin bugün Batı’nın da içinde olduğu dünya manevi bir buhran geçiyor, bir arayış içinde. Bence bu krizin temel sebeplerinden biri de insanlık için “Âlâ” bir makam gibi sunulan işte bu ferdiyetçilik anlayışıdır… Tek kelimeyle; bireysellik dediğimiz bu illet sosyal dünyamızı mahvetti ve edecek de… Bugün cem olmamızı engelleyen Korona musibeti belki de kaderin adaleti cihetinden insanlığa vurulmuş şiddetli bir şamardır ki artık iki kişi bir araya gelemiyor, kucaklaşamıyoruz…

Sosyolojinin, sosyal psikolojinin temel ilgi alanı olan ve kendisine bugün dahi büyük önem atfedilen, evrensel bir değer kabul edilen bireysellik nasıl olur da bizi mahveder diye haklı bir soru sorabilirsiniz, haklı diyorum çünkü zahire göre öyle…

Batınını yani bu meselenin iç yüzünü ise güncel hayattan, yaşanmış şeylerden örneklendireceğim ki somut olsun. Bu ufunetli gördüğüm yaraya beylik cümleleriyle değil de hayatın pek düşünmediğimiz alanlarından örnekler göstereceğim. Yani biraz yaşam deneyimlerimden bahsedeceğim. Zaman zaman geçmiş yaşantıma dair şeyler paylaştığımı bu köşeyi takip edenler bilirler. Bir dağ köyünde garip ve fakir olarak dünyaya geldim. Evin ilk “mörbedi” olmam hasebiyle 6 yaşında çoban oldum. O dönemler ahırında tarlayı sürecek öküz, işe koşturacak at, yağı, sütü, peyniri ve tabiiki yünü karşılayacak 15-20 koyun 3-5 inek ve birkaç tavuk bulunduran bugünkü tabirle muhtaç olmayan insandı. Fakir sayılmazdı. Biz de bu hesapla fakir değildik belki de... Bir koyun satıp şeker bir koyun da satıp sabun, gaz gibi öteberi alınır, giyim eşyası ekseriyetle şehirdeki akrabaların toplayıp gönderdiği ikinci, üçüncü el eşyalar olurdu. Kendi ürettiklerimizle, mahsulümüzle geçinir giderdik. Muz’u bilmesek de az bulsak da mevsiminde tükettiğimiz ama tadına doymadığımız elma, armut, ayva, üzüm, ceviz gibi meyvelerimiz olurdu, ambarda haro (küçük silo) içine anamızın saklanmış olduğu elma, ayva gibi bazı meyveler de ya bir hasta için çıkar ya da kışın ortasında kesilirdi. Çıtos, patos gibi cipsleri, türlü şekerlemeleri, kajuyu bilmesek de pestil, ceviz, dut kurusu gibi yemişleri yemeye ara sıra muvaffak olurduk. Ve tabi ki nimetin oburu olmadığımızdan bunlardan müthiş hazlar alırdık.

Küçük köyümüzün minicik mahallerinde herkes birbirine akrabaydı. Bu akrabalar köyün çetin şartlarının getirdiği sıkıntılardan ve bugünkü şehirli toplumda da ziyadesiyle var olan dedikodu, laf taşıma, bozgunculuk gibi sebeplerden ötürü genellikle birbirine küs olurdu.  Küslüklere bazen kan bile karışırdı ama yine de insanlar birbirinin koyunu kuzusunu göz ucuyla takip eder, el ucuyla yardım eder, harmanına el atar, tarlasına çift sürerdi. Kimsenin hayvanı aç, kimsenin ekini tarlada kalmazdı el birliği edilir işler bir hal yola koyulurdu. Eğer yalnız kalmışsa komşusu, küs olsa da onu darda koymazdı. Herkesin herkese el altından bir minneti vardı…

İşte ben, yukarıdaki kısmen tarifini yaptığım köy yaşamının son demlerinin yaşandığı zamanlarda köyümden ayrıldım. Köylerde imkânı olana gelenek olan bir yolla köy yaşamından uzaklaştım. O zamanlar adetti akrabaya el uzatmak, yardım etmek (bugün de bu adet farklı şekilde elbet devam ediyor. Yukarıda bahsini ettiğim haber gibi) bana da İzmir’e yerleşmiş amcazadelerim ve halam yardım etmişlerdi. “el verelim, yardım edelim de oksun çocuk” diyerek kurbanlık hayvanların taşındığı bir kamyonla İzmir’e gelmiştim. Hayvanların yünü dedim ya üstte, geçenlerde hanım o günkü yünlerden doldurulmuş bir yastığı yıkamak için dökmüş fakat yünü beğenmemiş “keşke hiç makinaya sokmasaydım da…” diye serzenişte bulunmuştu imalı şekilde. Evet, o zamanlar köyde yaşayan bizler elbise mağazasını zaten bilmiyorduk öyle yastık altına sakladığımız bayramlık ayakkabımız falan da olmazdı, en büyük mutluluğumuz anamızın ördüğü yün çoraplardı. O da yünün hasından olurdu, yünün kırığı döküğü de yatağa, yastığa girerdi. Zayi edemezdik. Bugün 200 yüz lira verip pamuk gibi ak-pak yün alan elbet o günkü durumu değerlendiremez… Dedim ya en özel eşyamız belki de koyunyününden örme çoraplarımızdı. Bir temmuz günü işte o çorapları giyip 2000 rakımından 0 rakımına doğru içi hayvan dolu kamyonla yol almıştım gurbete. Yaş 12, telefon yok, Whatsapp yok… Ayağımda yün çorap, kara laktik, gelmiştim İzmir’e okumaya o zaman ki tabirle “adam olmaya” acaba adam böyle mi oluyor? Okuma serüvenim umduğumuz gibi gitmedi, tekrar köye döndük. Sonra İzmir Karşıyaka’daki dayılarım “bu çocuklara bir el atalım” deyip bu safer de onlar çağırdı köyden berbere çırak olarak. Sonra kardeşlerim büyüdü ben onlara, onlar bana destek oldu. Velhasıl şuan 41. Yaşımdayım kırk yaşıma kadar akraba desteğiyle bir ömür sürdüğümü rahatlıkla söyleyebilirim. Bu da ben de içten içe kanayan bir yara oldu. İçimden hep şu geçerdi; “bıktım minnet altında yaşamaktan, ah bir özgürlük elime geçse, kimseye muhtaç olmadan yaşasam” diye hem dua eder, hem iç geçirirdim. Anamdan duyduğum en muteber dua; “değil düşmanıma, dostuma bile muhtaç etme Allahım”dı. Velhasıl kısmen de olsa en azından maddi olarak bu minnet altında yaşamaktan 41. Yaşımda kurtuldum. Böylece her şeyin daha iyi olacağını düşünüyordum. Öyle ya yıllarca minnet duymaktan ezilmiştim. Lakin öyle değilmiş… Öyle olmadığını yaşamayana anlatmak belki de imkânsız. Bu durumu yaşamadan birisi bana anlatsaydı emin olunuz ki “he hee” der geçerdim.  Ben de anlamazdım…

Evet dostlar,

Yukarıda sözünü ettiğim halam, amcam, dayım, teyzem bil umum akrabamın bir şekilde ben de emeği oldu. Hepsinin minneti altında kaldım. Biri yolumu açtı, biri önümü açtı, biri sanat öğretti, diğeri başka şekilde yardım etti hakeza… Velhasıl o süreçlerden geçerken bazen çocuk kalbim rencide oldu, ağladığım ıssız geceler, hayallere daldığım uzun yollar oldu, gençken gururum incindi, çocukken kalbim kırıldı…  Ben bunları yaşamımda derin yaralar saydım. Hep bu minnet duygusundan kurtulacağım bir hayat temenni ettim. Bu istediğim şey bireysellik denilen şeyin ta kendisiydi… “Kimseye eyvallahı olmayan bir hayat”. Bunun özgürlük olduğunu zannettim. Acaba bu zannı sadece ben mi ettim?

Oysaki şu yukarıdaki minnet dediğim şeyler sayesinde bugün akrabalarım benim için manen yaşıyorlar. Her birine belki onların arzu ettiği boyutta olmasa da derin bir sevgi ve saygı duyuyorum. Ölmüşlerinin ruhuna daima Kur’an okuyorum. Onları görmekten hala gerçekten haz alıyorum. Çeşme’ye tatile değil de onları görmeye gitmek bana daha çok haz veriyor. Bunda o kadar samimiyim ki… O minnetmiş meğer bizleri sosyal yapan, o minnetmiş bizleri insani yapan, o minnetmiş meğer hayata değer ve anlam katan. Yoksa bireysel yaşamda sevgi yok, hoşgörü yok, yardım duygusu yok, acıma hissi zayıf kısacası sosyal hayat değimiz şeyin artık sosyalliği yok. Tam bir bencillik üzerine kurulmuş. Sadece haz var, tatmin olmak isteği var ama tatmin yok… “komşu komşunun külüne muhtaçtır” anlayışından bugün geldiğim yer  “nerede inceyse orada kopsun” anlayışı. İşte bu bir yıkım, çöküş ve yok oluş… Ruh darlığım sırasında sohbet ettiğim yârim: “ben minnet duygusu yaşamaktan bıktım” diye bir cümle kurunca o zaman kendime geldim. Minneti mihnet zannediyorduk oysaki minnet duygusundandı ilişkiyi koparmamak, alttan almak, bazen de yutkunmak. Ne zaman ki o minnet ortadan kalktı evlat anaya, gelin kaynaya sen yoluna ben yoluma anlayışı baş gösterdi ve anladık ki bireysel değil, kolektif yaşamak hayatı değerli kılıyormuş. Ama artık tren de kaçtı, arkasından el salla… Ya da koştur ki yetişesin ya da bekle ki tekrar dönsün…

NELER SÖYLENDİ?
@
Arif 4 yıl önce
Selamünaleyküm abi yazını büyük keyif alarak okuduk, okurken sanki seninle sohbet ediyormuşum gibi geliyor yazıların bazen sanki sesin kulağımda oluyor. Kalemine sağlık abi
hüseyin çınar 4 yıl önce
selamünaleyküm. yazının başlığı; ""bireyselliğin panzehiri minnet duygusu olabilirmi"" diye düşündüm. uzun yazınızı iki kere okudum.tesbitleriniz güzel lakin çözümlemenizin daha fazla açıklanması gerekir diye düşünüyorum. bir de haddim olmadan bir isteğim var sizden. o da şu: ülkemizdeki adalet ve hakkaniyet sistemi üzerine düşüncelerinizi kaleme almanızı istirham ediorum. biliyorum konu çok büyük ve hassas. özellikle sosyal adalet ve adli adalet hakkındaki düşüce ve tesbitleriniz nedir.
Yusuf yıldız 4 yıl önce
Müthiş çok mükemmel inan çok duygulandım rabbim şükrümüzü ve muhabbetimizi artırsın Aleykümselam
filiz 4 yıl önce
Merhaba kardeşim eline yüreğine kalemine sağlık çok güzel olmuş Geçmişin izi yada dünden kalanlar olabilir mesela naçizane fikrim tabi ki siz daha iyi bilirsiniz
ömer göksu 4 yıl önce
kolektif yaşamak . VEYA komşu komşunun külüne muhtaç -------- başlığı atılabilir .... bence... dursun kardeşim...
yusuf 4 yıl önce
Çok duygusal yazmışsın kardeşim. Başlık da yazının içinde zaten. Mihnetti minnet zannediyoruz...
cengiz 4 yıl önce
Senin bakış açın ve fikriyatın da gayet isabetli, biraz daha üzerinde çalışmak, düşünmek gerek.
cengiz 4 yıl önce
Minnet deyince aklıma bu şarkı geldi. https://www.youtube.com/watch?v=PU3fkxsRq2M&ab_channel=AyferVardar
cengiz 4 yıl önce
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem Arabi,Farisiyi bilmem, dile minnet eylemem Sırat-ı Müstakim üzre gözetirim Rahımı İblisin talim ettiği yola minnet eylemem Bİir acayip derde düştüm, herkes gider karına Bugün buldum bugün yerim,hak kerimdir yarına Zerrece tamahım yoktur şu Dünya'nın varına Rızkımı veren Hüda'dır , kula minnet eylemem Oy Nesimi Can Nesimi ol gani mihman iken Yarın şefaatlarım Ahmed-i Muhtar iken Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken Yeryüzünün halifesi h
şakir 4 yıl önce
ancak maalesef çocuklarımın nasıl büyüdüklerini anlayamadım. Birde baktım ki karşımda hiç istemediğim insan olmuşlar benim geçmişimde ebeveyninden aldığım dünya ve ahiret inancı maalesef onlarda yok. Dediğimi tekrar etmek istiyorum geçmişini unutan geleceğine ışık tutamaz. yazını çok beğendiğimi tekrar eder. Selam ve dualar ederim. Başlık istersen benim fikrim GEÇMISINI UNUTAN GELECEGINE ISIK TUTAMAZ...
şakir 4 yıl önce
sonuç bizler hakikatten yokluktan fakirlikten geldik fakat çocuklarımızı yetiştirirken gözlemlediğim birçok yanlışlarla büyütüyoruz.biz yaşamadık biz fakirlik gördük onlar edilmesin yokluk fakirlik görmesin derken kendimizden birçok ödünler veriyoruz. Bir de bakmisiz ki karşımızda hiçte istemediğimiz gençlik profili eyvah eyvah deyip duruyoruz. Geçenlerde çok Yakın olduğum bir kişiden şöyle bir öz eleştiri dinledim çalışmaktan para kazanma arzusundan (hatta bayağı bir servet kazanmış)
şakir 4 yıl önce
Çok beğendim yazını tebrik ederim. Geçmişini bilmeyen veya unutan geleceğini göremez ve gereği gibi yaşayamaz. İnsan nerden geldiğini unutmayıp bulunduğu ortamın Cenabı Allah in bir lütfu olduğunu unutmamak gerektiğini aklından çıkarmak lazım. Bizlere uzatılan yardım elleri hem unutmamak hem de onların arkasındaki yaratıcının bizlere ihsanını anlamak insanligimizin gereği diye düşünürüm.
aysu 4 yıl önce
Yazının başlığına gelince ; Bireysellik Adına Terkedilmiş Maneviyatımız
aysu 4 yıl önce
Çok güzel yazı olmuş hayatta herşeyin maddiyat olmadığını ve kendinden bir parça birşey vermenin eksilmek olmadığını hatta artmak olduğunu . Manevi değerleri maddi değerler için terketmemek gerektiğini çok güzel anlatmışsın Dursun abi . Çünkü insan dünyalara da sahip olsa söylediğin gibi tatmin yok oluyor bazen bence bu noktada maneviyat çok önemli. İnsanın gerçekten mutluluk duyduğu şeylerin her zaman manevi değerlerde gizli olduğuna inananlardanım. Yazının başlığına gelince ;
Aysu Görken 4 yıl önce
Çok kıymetli bir yazı olmuş . Tebrikler .
ömer 4 yıl önce
Hepsini okudum abi öncelikle eline sağlık yazın çok güzel olmuş keyifle okudum diyebilirim yerk geldiğinde hoş bir sohbet yeri geldiginde insani düşündüren ve ders veren bir yazı olmuş ve üslup acısından da akıcı bir yazı olmuş
emine hemşire 4 yıl önce
Şimdi bitirdim yazınızı Eline sağlık çok güzel olmuş Tamda güncel bir yazı olmuş Hemen her gün hepimizin mutlaka sohbetin bir yerinde değindiğimiz konu Bireysellik günümüz yaşantısında çok bariz öne çıkardığımız ve her daim çok belli ettiğimiz bir durum maalesef Maalesef diyorum çünkü ben kendi adıma şikâyetçiyim
KÖŞE YAZARLARI TÜMÜ
NAMAZ VAKİTLERİ
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
BURÇ YORUMLARI
  • KOÇ
    Koç Burcu
  • BOĞA
    Boğa Burcu
  • İKİZLER
    İkizler Burcu
  • YENGEÇ
    Yengeç Burcu
  • ASLAN
    Aslan Burcu
  • BAŞAK
    Başak Burcu
  • TERAZİ
    Terazi Burcu
  • AKREP
    Akrep Burcu
  • YAY
    Yay Burcu
  • OĞLAK
    Oğlak Burcu
  • KOVA
    Kova Burcu
  • BALIK
    Balık Burcu
ANKET OYLAMA TÜMÜ
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA