Samsun Haber
Giriş Tarihi : 02-12-2022 18:00   Güncelleme : 02-12-2022 18:00

Elimizdeki İmkân Bir Gün Gelip Her Şeyin Hesabını Vereceğimizin Bilincidir

Modern hayat sıkılan kimsenin hayatıdır. Her nedense bu sıkılanın hiç biz olduğunu düşünmeyiz. Kendini modernliği takip etmekle görevli sayanlara göre sıkıntıya düşenler hep başkalarıdır. Kabahati ne kadar başkalarında arıyorsak o kadar modern sayılırız.

Elimizdeki İmkân Bir Gün Gelip Her Şeyin Hesabını Vereceğimizin Bilincidir

Eksikliği, yetersizliği, kusuru ve yanlışı bizimkinden başkalarında aramak kendimizi merkezde saydığımız içindir. Bizi kolayca modernliğin kucağına çeken benmerkezci düşünceden başkası değildir. Descartes özne/nesne ayrımını mutlaklaştırdı. Bu ayrımı gözetmeden felsefe yapmak imkânsız hale geldi. Yalnız felsefe mi? Bilim de, sanat da bu ayrımı esas aldı.   

Ruh hastalarının tedavisinde bir ferde, Freud’a söz düştüğünde her şey olup bitmişti. Önce Immanuel Kant’ın “Kopernik Devrimi” olarak adlandırdığı şey gerçekleşti. Dünya kâinatın merkezinde değil güneş sisteminin gezegenlerinden sadece biriydi. Kozmologya açısından bakınca insan merkezden fırlatılıp atılmıştı. Bu atılmışlık Darwin’le pekişti. Tabiatın bir parçası olarak insan maymunlarla aynı ataları paylaşıyordu. Hıristiyanların yirminci yüzyılına gelindiğinde ise insan aklının kararlar almada güvenilir bir mehaz olmadığı iddiasının müdafii Freud oldu. Âdem ile Havva birer mitologya kahramanı kılığına sokuldu. Fizik varlığıyla itilip kakılmağa müsait sayılan insan akıl sağlığı bakımından da sakat olma ihtimaliyle yaralanmıştı. Sigmund Freud çocuğun cinsiyet bakımından etkisi altında kaldığı devrelerde sağlıktan sapmış bir karaktere sahip olduğunu savunuyordu. Carl Gustav Jung toplum bilinçaltının birey bilinçaltına zemin teşkil ettiğini öne sürdü. Alfred Adler bizzat çocuk olmanın bir aşağılık karmaşası yarattığı teziyle dikkat çekti.

Modernlik dünyanın ihmal edilebilir bir mekân oluşunun kabulüyle, insanın türlerden sadece bir tür olduğunu hazmetmekle, insanın gözünün ancak aklı başında bir karar alamayacak seviyede şartlandırmalar altında açılabildiğinin bilinmesiyle tamamlandı. Modernliğin tamamlanması post-modern bir çağın açılması anlamına mı geliyordu? Bu suale müspet cevap vermek modernliğe tuz biber ekmek demekti. Modernlik gündemde kalabilmek için bir tamamlanmışlık propagandası yapıyordu. Oysa çözülmeği modernliğin yerkürede kendine bir yer açabilmek için başlattığı bir hareket olarak görmek kavrayış yeteneğimizi geliştirebilirdi. XX. ve XXI. Hıristiyan yüzyıllarında çözülme istikametinde her davranış kendine uzun veya kısa, dar veya geniş bir saha açabilmişti. İnsanların bazı şeyleri mesele olarak görüp onlara “çözüm” arayışlarındaki gülünçlüğe düşünce dünyamızda hiç mi yer vermeyeceğiz?

Vermeyebiliriz. Bilin ki, insanların sıkıntı duymadan nefes alabildikleri dönemler sadece kalabalıkların baskısını def ettikleri veya kalabalıkların ne dediğini hiç duymadıkları dönemlerdir. Niçin kalabalıklar der demez menfi bir tutum benimsiyorum? Çünkü her kalabalık bazı değerlerin, belli değer dizilerinin ve nihayet çoğunluğun rahatına yol açan bir hegemonyanın muhafızıdır. Benim benimsediğim değerler yok mu? Elbette var. Ben belli değer dizilerinin korunması için bir uğraş vermiyor muyum? Elbette veriyorum. Yürürlükteki kapitalizme zemin teşkil eden hegemonyanın yerini kendi seçmelerimle örülmüş bir hegemonyanın almasını istemiyor muyum? Elbette istiyorum. O halde bıkmadan verilen savaş neyin savaşıdır?

Bazıları “savaş-mavaş yok; sürüp gitmekte olan sadece ekmek kavgasıdır” diyebilir. Demese daha iyi olurdu. Beşerden insana doğru yol almağı seçmişsek şerefimize bu yolda sahip çıkıyoruz demektir. Şerefimiz ağzımızı yiyeceğimize götürmekte değil yiyeceğimizi ağzımıza götürmemizde saklıdır. İnsan varlığı hatanın bilincine varma aşamasını yaratılışın kendisi şekline kavuşma denemesidir. Bu deneme sırasında rast geldiği her rüzgârla savrulan veya sadakatin kıymetine gerçekten ulaşmış dostlarımız ve düşmanlarımız olabilir. Edebiyat bize sadakat ve ihanetin girdi çıktıları hakkında malûmat sunacaktır. Edebiyatla ve bütün sanatlarla dünya hayatına biçtiğimiz kıymet nispetinde uğraşırız. Dünya hayatı küçümsediğimiz bir şeyse ilk planda estetik duygularımıza hitap etmeyen düzyazılar bizi ne bakımdan ilgilendirir? Ya hayatın kendilerine yüksek değer atfettiğimiz akışına açıklama getiren veya bizatihi kendi hayatımızın izahına yarayan metinlere sarılırız. Oysa bu metinler çelişkilerden arındırılmış değildir. Sosyologinin açtığı alana psikanalizi, psikanalizin açtığı alana sosyologiyi sığdıramazsınız. Hâlbuki hem psikanaliz ve hem de sosyologi hayatımızı tıka basa doldurmaktadır. Nasıl anne ve babamızı seçemiyorsak para hâkimiyeti yüzünden duçar olduğumuz belaları da kolayca başımızdan def edemiyoruz.

Dünya şartlarını bir nimet bilip hayatımızı şartların elverdiği ölçüde biçimlendirmeği veya dünyaya gelmekle bir belâya uğradığımızı düşünüp yeni bir yaşama biçimi uğruna kurulu düzenle çatışmayı göze alabiliriz. Biz hangi tavrı benimsersek benimseyelim dünya olduğu yerde duruyordur. Elimizdeki imkân bir gün gelip her şeyin hesabını vereceğimizin bilincidir. Bu bilinç bizi kalabalıklar içinde erimekten koruduğu gibi bir fert olarak değerimizi fark etmemizi sağlar.          

Kaynak: İsmet ÖZEL - istiklalmarsidernegi.org.tr

 

Recep YAZGANRecep YAZGAN