Kültür
Giriş Tarihi : 16-06-2019 12:25   Güncelleme : 16-06-2019 12:33

Dursun Ali Tökel: Eğer insan, bir gün kendisini bilmeyi başarabilirse, Kendi Muammasını Da Çözebilir

​Merhaba Dursun Ali Bey. İnsan ile başlamak istiyorum. İnsan denilen muammayı çözmek mümkün mü?

Dursun Ali Tökel: Eğer insan, bir gün kendisini bilmeyi başarabilirse, Kendi Muammasını Da Çözebilir

Kadim kültürümüz “men arefe nefsehu, fekat arafe rabbehu” yani “ancak kendini bilen Rabbini bilir” hükmünü temel kabul ederek, insanın “kendisini bilmeden” hiçbir şeyi tam olarak bilemeyeceği ilkesini kabul etmiştir. Oysa insan, “kendi” dışında her şeyi bilmeye o kadar meraklıdır ki! Niye mi “kendi dışında” diyoruz? Çünkü irfanî bilgi, insanın bütün kötülüklerinin temelinde, yine insanın kendini merkeze koyması, hemen her meseleye ego’su çerçevesinde yaklaşması olduğunu söyler.
Mevlana’ya göre kişi, hakiki manada kendisini bilme çabası derdine düşerse, öyle bir çetin savaşa girişir ki, hiçbir kimseyle ve şeyle uğraşmaya mecali kalmaz, sadece kendisini kurtarma telaşında olurdu. Ancak şu da var ki, “insanın muamması” insanın bizatihi kendisinin kurduğu bir dizgenin sonucu olmadığına çözülmek için aşkın bir dizgeye ihtiyaç duyar. Bu yüzden bu sorunuza, “kendini bilmek” çerçevesinde cevap vermek isterim. Eğer insan, bir gün kendisini bilmeyi başarabilirse, kendi muammasını da çözebilir.

“Kendi olmak”tan ne anlamalıyız?
“Kendi olmak” insanın var oluş amacına doğru yapması gereken bir yolculuğu imler. Felsefenin de temelinde bu soru/n yok mudur? Kimiz, neyiz, nereden geliyoruz, niçin varız, nereye gidiyoruz ve ne olacağız? Bütün bunlar, kaç kişinin kendisine dert ettiği sorulardır? Kaç kişi bu soruların cevabını merakla kendisini helak edecek bir savaşın/savaşımın içine giriyor?
İşte bu savaşa girenler “kendi olmak”ın peşine düşenlerdir. Ve de malum olduğu üzere bu insanların sayısı çok, ama çok azdır. Pek çok insan hayatında bir defa bile bu soruların hakikati üzerine kafa yormadan ömrünü tüketir. Bu yüzden tasavvufun da felsefenin de en temel meselesi hep bu olmuştur: Kendi olmak.

Hatta tasavvuf için belki de şöyle bir “yan adlandırma” da kullanabiliriz: Tasavvuf, Kendiyoloji ilmidir; Kendi-bilimi. Yani kişinin kendini nasıl bulacağının hakikatini fısıldayan ilim. Buradan şu da anlaşılır ki, insan profesyonel bir yardım almadan “kendi olmak”ın hakikatine eremez. Çünkü insan bilinmeyenin peşindedir ve aslında peşinde olduğu şey de bilinmeyen değil, insanın ta kendisidir.
Kadim felsefedeki şu ilke buna derin bir göndermedir: “Bilinmeyeni bildiğimizde bildiğimiz o değil, aslında kendimizdir. ”Giorgio Agamben, Nesir Fikri, s. 19)

Bir konferansınızda “Kesinlikle isimlerin anlamları ile hayatımız arasında bir ilişki vardır ve bizim karakterimize etki eder” diyorsunuz. Bunu okuyucularımız için de biraz anlatır mısınız?
Hem dinî hem de millî kültürden gelen inançlar, gelenekler bize şunu söyler: İnsanlara isim vermek çok ciddiye alınması gereken bir iştir. Peygamberimiz yaşadığı müddetçe, doğan çocuklara bizzat kendisi ad vermiştir. Bununla kalmamış, bazı isimleri yanlış bulmuş ve değiştirmiştir. Mesela bir sahabenin isminin Harb (Savaş) olduğunu öğrenince, bunu uygun bulmamış ve ismini Silm (Barış) olarak değiştirmiştir. Bir seferinde bir koyunun sağılmasını istemiş ve isminin Ateş anlamına gelen birisinin koyunu sağmasını müsaade etmemiştir. Bir koyun sağmakla, onu sağacak kişinin ismi arasında nasıl bir ilişki olabilir? Dede Korkut’ta çocuklara ana-babaları değil, bu iş için özel olarak davet edilen Dede Korkut isim verir. İsim vermenin bu kadar ciddiye alınmasını, biz dikkate almayalım mı? Neden Hz. Peygamber isimlerin anlamları üzerinde bu kadar ısrarla durmuştur? Bugün çocuklara isim verilirken bu ciddiyet dikkate alınıyor mu? Hiç zannetmiyorum. Şöyle bir söz vardır: “Manayı esma ruh-ı insana müessirdir.” yani isimlerin anlamları vardır ve bu anlamlar, insan ruhu üzerine etki eder. İsim deyip geçmeyin, isminizin bir anlamı var ve bu size bir karakter dayatıyor, ama siz bunu bilmiyorsunuz, bu vahim bir durumdur. Halk arasında “adı mülayim, sert olsa ne yazar.” sözü bu inanca gönderme yapar. Yine geleneklerimiz arasında yer alan, bir türlü iyileşemeyen çocukların isimlerinin ağır geldiği ve isminin değiştirilmesi inancı da nu düşünceye bir göndermedir. Atalarımız asırlar boyunca, Kur’an’ı da çok iyi bilmelerine rağmen, kesinlikle yeni bir isim arayışı içine girmemiş, klasik isimlerde ısrarcı olmuştur. Bu nokta önemli değil mi? O atalarımız Kur’an’da “Ahsen” kelimesini hiç görmemiş miydi de çocuklarına isim olarak vermek akılarına gelmedi? Ahsen, Kübra, Elif vb. kelimeler anlamca çok ağır olduğundan çocukta da büyük bir ağırlık oluşturacak demektir.

Ahsen anlam olarak en güzel demek. Bir çocuk ne yapacak da en güzel olacak? Olamayacağı kesin. Ama niyet bunu bekliyor. O zaman ne olacak? Olacağı şu: Böylesi, anlamca kişiden çok fazla beklenti içeren kelimeleri isim olarak taşıyan kişiler çatışmacı, ben merkezli, iletişimi zor, egoları yüksek, bulunduğu ortamda farkedilmek isteyen, farkedilmezse hemen kırılan, dominant karakterli, arkadaş bulmaları zor, uyumsuz insanlar olacaklar demektir. Bugün isim meselesi maalesef bir “komedi”, hatta traji-komik haline gelmiştir. İnsanlar “benim çocuğumun ismi kimsede olmasın” diye garip mi garip isimler buluyor ve bunun neticesi garip mi garip çocukları oluyor. O kadar garip ki, insan türünün daha önceleri böylesi sorunları ortaya çıkmamıştı. Her beklenti, her nimet muhakkak bir bedel ister. İsimler meselesine bu açıdan bakmak gerekiyor ve biz bu konuda ağır bedeller ödüyoruz. Çok geniş olan bu meseleye şimdilik bu kadarla değinmiş olalım.

Bilindiği üzere Divan şiiri daha çok İran esaslıdır. Ancak farklı milletlere ait mitleri de bu edebiyatta görmek mümkün. Sizin de Eski Türk Edebiyatı’nın mitolojik yönelimlerini Divan şiiri çevresinde ele aldığınız çalışmalarınız var. Bu çalışmaların edebiyatımız için önemi nedir, çalışmalar sonucunda nasıl sonuçlar elde ettiniz?
Mesela ilk elde ettiğim sonuç, “bilindiği üzere Divan şiiri daha çok İran esaslıdır” cümlesinin ne kadar tartışmaya açık olduğudur. Özellikle Tanpınar’ın ve daha sonraları da başkalarının ısrarla vurguladığı, “Divan şiirinin mitolojisi doğrudan Şehnâme’den gelir.” yargısının ne kadar genellemeci olduğudur. Aksine, Divan şiirinin mitolojisi Şehname’den gelmiyor, hatta mitolojik göndermeleri çoğunlukla Şehname ile örtüşmüyor. Divan şiiri, Çin, Hint, İran, Ortadoğu kavimleri, Yunan vb. pek çok mitsel kaynağa bizi refere ediyor ama mitolojisi doğrudan hiçbir kaynaktan veya milletten gelmiyor.

Bugün için elimizde Şehname’nin tam olarak yapılmış bir çevirisi bile yok. Necati Lugal’in yirmi bin beytlik çevirisi zamanında dört cilt olarak yayınlanmış ama devamı gelmemiş. Şu anda da tam metin olarak 16. yüzyılda, Mısır’da Kavsu Gavri’nin Şerîfî’ye yaptırdığı manzum bir çeviri var. Bu çeviri ile Firdevsî’nin Şehname’sini bile kıyaslayınca ne kadar büyük farklar olduğunu görüyorsunuz. Peki, “Şehname’den değilse hangi kaynaktan yararlanılmış?” diye sorulacaksa, bizim Divan şiiri için İranî kaynakları hep güncelde tuttuğumuzu ama Arabî kaynakları ihmal ettiğimizi söyleyerek cevap vereceğim. Divan şairlerinin sıklıkla okuduğu ama bugün tam tercüme olarak elimizde olmayan büyük Taberî tarihinin en önemli kaynaklardan biri olduğunu söyleyeceğim. Divan şiiri üzerine yapılması gereken arketipal eleştirilerin bu edebiyatı ne kadar yüksek bir insanî özde tuttuğunu ortaya çıkaracağını söyleyeceğim. Ezcümle, bütün bu konular tekrar gözden geçirilmeli.

Çalışmalarınız daha çok Divan şiirine yönelik. Siz Divan şiirinin daha çok hangi yönünden etkilendiniz? Özellikle okumaktan keyif aldığınız Divan şairleri hangileridir?
Üniversitelerde, akademik çalışmalar birer akademik disiplin altında yapılır, buna bazen kürsü de denir. Benim çalıştığım alan Eski Türk Edebiyatı kürsüsü olduğu için haliyle çalışmalarımız da daha ziyade bu alanda oluyor. Eğer neden bu alanı seçtiğim sorulacak olursa, üniversite yıllarında gönlümüzün bu alandan yana nasiplendiğinden diyeyim. Bir de bu alana kanonik bakışın çok sert oluşu, asırlar boyu ağır töhmet altında bırakılışı, sahipsiz ve kimsesiz bir harabe haline getirilişi, hiç de hak etmediği basmakalıp yargılarla ötelenişi, hemen hemen hakkındaki her yargının aşırı genellemeci ve bayağı oluşu beni bu sahada çalışmaya sevk etti diyelim. Çünkü ne bu edebiyat ne de o büyük şairler bu haksız, garazkâr, küçümseyici ve aşağılayıcı yargıları kabul etmiyor. Buna bizler sahip çıkmayacak da kim sahip çıkacak?
İnsanlığın öz macerası ve kendisini helak eden bütün soruların cevabı bu edebiyatın o büyük şairlerinde var, beni bu cezbetti diyelim ve ayırmaksızın hepsinden nasiplenmeye çalıştığımızı ilave edelim.

Tasavvufun edebiyatımıza katkıları nedir?
Suyun balığa katkısı nedir diye bir soru sorulsa acaba ne cevap verilirdi? Bir balık için su neyi ifade ediyorsa Türk edebiyatı ve kültürü için de tasavvuf onu ifade eder. Bizler, Ortaasya’da, Yesevi dergahında, Ulu Pir’in ocağında İslam olduk ve dünyaya oradan dağıldık. Türk’ün Müslümanlığının temelinde tekke, aşk, gönül ve şiir vardır ve bunların dördü de Tasavvuftan beslenir. Onu çektiğiniz zaman ortada sadece vezin, kafiye vs. kalır. Tasavvuf anlaşılmadan da ne Türk şiiri, ne Türk Müslümanlığı ne de Türk kültürü anlaşılabilir.

Atalarımızın da yıllardır bu şekilde okuyup yazmasına rağmen eski edebiyatı n’için anlamıyoruz?
Eski edebiyatı geçtik, Yeni edebiyatı, hadi onu da geçtik günümüz edebiyatını anlıyor muyuz? Mesela bugün Sezai Karakoç yaşıyor, İsmet Özel yaşıyor; Atila İlhan, Cemal Süreya, Cahit Zarifoğlu, Necip Fazıllar daha aramızda yeni ayrıldılar, onları anlıyor muyuz? “Divan edebiyatı halk tarafından anlaşılmıyordu.” diye basmakalıp bir yargı vardır. Allah aşkına Fuzulî veya Şeyh Galip anlaşılmıyor da, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Cahit Sıtkı, Cahit Zarifoğlu hemen şıp diye anlaşılıyor mu yani?
Bu ne kadar temelsiz bir yargılamadır! Sanat, doğası gereği anlaşılmak için büyük çabalara muhtaçtır. Sanatın inşası için bir sanatçı ne kadar azim ve şiddetli emekler veriyor ve alın terleri döküyorsa, anlamak için de en azından o kadar bir emek ve ter ister. Mimar Sinan’ın yaptığı bir camiye, Karahisarî’nin yazdığı bir hat levhasına, Levnî’nin çizdiği bir minyatüre, Picasso’nun bir tablosuna, Dostoyevski’nin bir romanına, Mozart’ın bir senfonisine bir bakışta ne anlıyorsak Divan şiirine bir bakıştan da onu anlarız. Anlamak, Sisifosvari bitimsiz bir çabanın ürünüdür ve hiçbir şey mutlak anlamda zaten anlaşılmaz. Yolda olmaktır kutsanan, varmak değil.

Peki, modern edebiyatın hakkını verebiliyor muyuz?
İşte bu soru çok anlamlı. Yukarıda kısmen değinmeye çalıştım. Eski edebiyat, Divan edebiyatı anlaşılmıyor da sanki modern edebiyat hemencecik anlaşılıyormuş gibi konuşuluyor, yargılamalarda bulunuluyor. Sokağa çıkalım, halkımıza soralım, yaşayan bir şairimizden bir kaç mısra okuyalım bakalım ne anlayacaklar? Bir de şu var, anlamaları mı gerekiyor? Tabii ki hayır, sanatla iştigal çok profesyonel bir ilişki ağını gerektirir. Bana sorulsa eski insanların yüksek sanatlarla bugünkü insandan çok daha fazla içli dışlı olduğunu söylerim. O insanlar Mimar Sinan camilerinde namaz kılıyor, Karahisarî, Yesarî hatlarıyla göz göze geliyor, evinde, düğünde, seyranda, nişanda, nikâhta, ölümde, doğumda dünyanın en nitelikli şiirlerinden olan Mevlid’i dinliyor/okuyor; Yunus ilahileriyle kulaklarını terbiye ediyor, gönlünü diri tutuyordu. Bu anlamda bugünkü insanın bu yüksek sanatlarla irtibatı, alakası nedir?

Donanımlı bir okur olmak için nasıl edebiyat okumaları yapmalıyız?
Okumayı “boş zamanınızda ne yaparsınız?” sorusunun bir faaliyet alanı olarak gören modern insan için bu soruya cevap vermek ve davada haklı çıkmak çok zor. Okumak, ömrümüzün olmazsa olmaz bir işi, dışındaki hayatımızı da okumaktan arda kalan zamanların çeperinde geçirilen bir faaliyet alanı olarak düşünmedikçe hiç kimse donanımlı bir okur olamaz. Goethe, okumak için seksen yılını harcadığını, yine de bu işi tam olarak başaramadığını söyler. Okumak, ilk soruya verdiğimiz insanın kendisi arama çabasının en asli faaliyet alanı olarak algılanmaz, kabul edilmezse onda “donanımlı” sıfatı boşuna aranacaktır. İnsan ya vahiyle, ya ilhamla, ya da okumak ve dinlemekle beslenebilir ve o büyük sorulara cevap arayabilir. Vahyi enbiyaya, ilhamı da evliyaya bırakalım, bize kala kala bir okuma ve dinleme kalıyor. Eğer onlarla da iştigal etmiyorsak bizden geriye “insan olarak” ne kaldığını tartışmanın bir manası yok sanırım.

Dilhâne’nizde yer alan bir beyiti bizimle paylaşır mısınız?
Bu söyleşi Divan şiiri merkezli olduğu için, Divan şairinin Niyazî-i Mısrî’nin şu beytiyle çağlara hitap ettiğini ve nasıl anlaşılacağı sorusuna bu beyit eşliğinde cevap vereceğini ifade etmek isterim:

“Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek
Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi”
Kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Asıl teşekkürü bizler edelim. Çünkü çeşitli konularda düşüncelerimizi ifade etme imkânı bahşediyorsunuz. İnşallah cevaplarımız, bu söyleşiyle amaçladığınızı karşılamış ve okumaya da değer olmuştur.

Dursun Ali Tökel Kimdir?
1962 yılında Samsun’da doğmuşum. İlk, orta ve lise eğitimimi Amasya ve Samsun şehirlerinde farklı yerlerde tamamladım. 1983 yılında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydoldum ve adı geçen bölümü 1987 yılında tamamladım. 1987-1991 yılları arasında Bolu-Mengen; Tokat-Çamlıbel; Samsun-Alaçam şehirlerinde Anadolu lisesi, ortaokul, lise öğretmenliği yaptım.

1992 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne Araştırma Görevlisi olarak girdim ve bu bölümde 1994 yılında  Futûhî Dîvânı: Metin-İnceleme-Sözlük adlı eserle Yüksek lisansımı; 1998 yılında da Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar: Şahıslar Mitolojisi adıyla doktoramı bitirdim. 1999 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalına Yardımcı Doçent olarak atandım.

Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesinden 2015 yılında emekli oldum. Temmuz 2015 tarihinde İstanbul Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak göreve başladım. Halen aynı fakültede çalışıyorum.

adminadmin