Kültür
Giriş Tarihi : 20-01-2019 11:00   Güncelleme : 19-01-2019 15:50

Siyonistlerin Önündeki Son Engel: Anadolu

Siyonistlerin Önündeki Son Engel: Anadolu

Anadolu’nun etrafı ateş çemberiyle kuşatılmış vaziyette. 1999 senesinden beri, güneyimizde yer alan Ortadoğu coğrafyasında, Kuzey Afrika’da, İran’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda bütün taşlar yerinden oynadı. Bununla beraber yakın bir geçmişe kadar global çapta hükümranlık iddiası taşıyan Amerika ve Rusya gibi devletlerse, bugün bırakın dışarda cereyan eden bir meseleyi ele alıp çözüme kavuşturmayı, kendi içlerindeki meseleleri dahî çözmekten acizler... Tüm bu süreçte Uzak Doğu’da yükselen Çin ve Hindistan’ın ise dünyanın geri kalanına teklif edilebileceği alternatif bir fikir yok. 

Afganistan ve Irak’ın işgali, Suriye iç savaşı, Mısır askerî darbesi, Sudan’ın parçalara ayrılması, Libya’nın yönetilemez hâle getirilmesi, Türkiye’ye yönelik olarak gerçekleştirilen türlü teşebbüsler ve tüm bunlara eşlik eder şekilde yaşanan global ekonomik kriz, nihayetinde dünyayı kontrol edilemez bir noktaya getirdi. Kaba bir mantıkla cereyan eden hadiseler tek tek ele alındığında, bugün yaşanan süreçte, rol alanların makul bir çıkarının olmadığı görünüyor. Fakat detaylardan kafayı kaldırıp bütüne bakıldığındaysa, tek bir el tarafından birçok milletin, hem de kendi zararına olacak bir şekilde kullanıldığı da rahatlıkla anlaşılıyor.

Bahsi açacak olursak... Milletleri elinde oynatan gücün iki maksadı var. Bunlardan birincisi İsrail’in güvenliğini sağlamak… İkincisiyse, kendi elleriyle tahrif edip “esatir/mitoloji”ye dönüştürdükleri sapkın inançlarında kendi kendilerine vadettikleri topraklar olan Fırat ile Nil nehirlerinin arasında hâkim olmak. Bunun yolunun da Müslümanların yaşadığı devletlerin ortadan kaldırılması yahut karşı koyamayacak hâle getirilmesinden geçtiği açık. 1982 senesinde Siyon Liderlerinin Protokolleri’nin güncellenmesi olarak değerlendirilen Odet Yinon planı da zaten bu hesaba dayanarak kurgulanmış bir proje. Sudan, Libya, Cezayir, Tunus, Mısır, Suriye, Irak ve Türkiye’nin önce parçalanmasını ve akabinde de ortadan kaldırılmasını amaçlayan bu plan, 2010 senesinden beri, ırk ve mezheb ayrımına dayanan mahallî dinamikleri harekete geçirmek suretiyle Arab Baharı adı altında işletiliyor.

Bu plan, iş 15 Temmuz gecesi Anadolu’yu parçalamaya gelene dek bir şekilde yürütüldü. Ne var ki, Müslüman Anadolu İnsanı’nın göstermiş olduğu direniş ve yeniden dirilen akıncı ruhu bu saldırıyı püskürtmesini bildi. 15 Temmuz gecesi yalnız FETÖ tezgâhı değil, Siyonistlerin de 100 yıllık planları bu topraklarda Müslüman milletimiz eliyle bozulmuş oldu.

Her ne kadar FETÖ bertaraf edilmiş gibi görünüyorsa da, unutmamak gerekir ki, FETÖ’yü de bir maşa gibi kullanan Siyonistlerin planı hâlen yürürlükte ve hedef, Anadolu.

Siyonistler

Siyonistlerin iki önceliğe sahib bulunduğunu ve bunlardan birincisinin İsrail’in güvenliği olduğunu ifâde etmiştik. Büyük plan her ne kadar Anadolu’dan dönmüşse de, Yahudi, Filistin topraklarında işlediği cürümleri hız kesmeden sürdürüyor. 

Amerikan Başkanı Donald Trump’ın seçim sürecinde ortaya koyduğu vaadlerden biri de, ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaktı. Şirket yönetmekle devlet yönetmek arasındaki farka vakıf olmayan Donald Trump, seçimleri kazandıktan sonra, sanki şirketinin bir temsilciliğini şuradan buraya nakledecekmiş gibi İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaya kalktı. Haziran ayına doğruysa bu işin yalnız bir bina ve nakliyeden ziyade, zaten sunî olan dengeleri altüst ederek büyük bir kaosa vesile olacağını idrak ederek taşınma işini askıya aldı. Bu arada Katar ambargocusu devletlerin İsrail’le bir anda ilişkilerini düzeltmeleri, alttan alta pişirilen kirli ittifakın faş olmasına yol açtı. Türkiye ve Rusya’nın da dengeleri bozmamak adına çok seslerinin çıkamayacağı hesabıyla aniden operasyonu başlattılar. Hemen akabinde tahriklere başladılar. Kolay lokma gördükleri Filistin’e bir kez daha yöneldiler. Mescid-i Aksa’nın giriş kapılarına X-Ray cihazlarının kurulmasıyla başlattıkları provokasyon, 21 Temmuz günü Cuma namazı için toplanan Müslümanlara saldırılması üzerine çatışmaya dönüştü. 

İsrail’in saldırılarının maksadı, sözde başkenti olan Kudüs’ü Müslümanlardan arındırmak ve Mescid-i Aksa’yı yıkarak Süleyman Mabedini yeniden gün yüzüne çıkartmak... Ve tabiî ki bunlar Fırat ve Nil arasında kendilerine vaadedildiğine inandıkları toprakları elde etme yolundaki adımlardan. 

Anadolu ve Filistin’de cereyan eden hadiselere kısaca da olsa temas ettik. Öyleyse şimdi Anadolu’yu adeta bir ateş çemberi gibi kuşatmış coğrafyanın diğer taraflarında neler olduğuna şöyle bir göz atalım. 

Suriye

Türkiye’nin en uzun kara sınırına sahip olduğu ülke Suriye. Suriye Ehl-i Sünnet Vel Cemaat’in Anadolu’dan sonraki en önemli kalesi. Karakter ve seciye olarak da Anadolu İnsanına benzer özellikler taşıyan bir millet... Yaklaşık altı senedir devam eden savaş neticesinde Suriye, bölgesel ve global güçlerin bilek güreşi masasına dönüştü. Kimin kimle ne düzeyde ilişkisinin olduğunu dahî açıklamanın zor olduğu bölgede; ABD, Rusya, Türkiye, İran ve Suudi Arabistan arasında rekabet yaşanıyor. Taraflar doğrudan müdahil olmaktan kaçınırken, içeride yaşanan vesayet savaşı gün geçtikçe büyüyor. İran ve Rusya destekli Suriye rejimi ile Hizbullah, Türkiye destekli ÖSO, Amerikan destekli DSG, DEAŞ ve irili ufaklı birçok muhalif grup birbiriyle çatışma hâlinde. Suriye topraklarının büyük bir kısmı, Yahudilerin kendilerine vaadedildiği iddiasında olduğu Arz-ı Mev’ud’un içinde kalıyor. Savaşta milyonlarca Suriyeli memleketlerini terk etmek zorunda kaldı, milyonlarcası yaralandı ve yüz binlercesi hayatını kaybetti. Halep’inden İdlib’ine Suriye yerle bir edilerek resmen İsrail için alan açıldı. Suriye savaşı sırasında herkes doğrudan yahut dolaylı bir şekilde açıktan taraf olurken, İsrail ise tıpkı ölmek üzere olan hedefini sessizce yukarıdan izleyerek sırasını bekleyen bir leş kargası gibi sessizliğini korudu. 

Not: Suriye ordusunun çoğunluğu Sünnî, komutanları ise Şiî’ydi. Ordu bütünlüğünün korunamaması ve böylesi bir iç savaşın yaşanmasının altında yatan temel sebep de buydu. Devlet yönetimi Nusayrî azınlığın elindeydi. Millet ile devlet ayrı ayrı şeylerdi. Dolayısıyla fitil ateşlendikten sonra infilak kaçınılmazdı. Bunun şuurunda olanlar da tuzağı bu denklem üzerinden kurdular ve Suriye’yi düşürdüler. Bugün en azından üç parçaya bölünmesi konuşulan Suriye’de, Siyonistler şimdilik amaçlarına erişmiş gözüküyorlar. 

Irak

2003 yılında ABD tarafından işgal edilmesinin ardından Irak’ta istikrar bir türlü sağlanamadı, devlet tesis olunamadı. Saddam Hüseyin’in şehadetinin ardından üçe bölünmüş bir görüntü veren devletin güneyinde İran destekli Şiiler, orta bölgesinde Sünnîler ve kuzeyinde Kürtler bulunuyor. Amerika’nın Irak’ı tabir-i caizse İran’a altın tepside hediye etmesinin ardından başlayan Müslüman katliamı DAEŞ’le mücadele kisvesi altında devam ediyor. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi Irak’ın Sünnî bölgeleri de gelişigüzel bombardımana tâbi tutuluyor, İslâm medeniyetinin mirasları ve bölgenin Müslüman halkı yok ediliyor.

Not: Suriye’de olduğu gibi devlet ile millet arasındaki ahenksizliğin bir örneğini de Irak teşkil ediyordu. Devlet Sünnî, Arapların yarısı ise Şiî’ydi. Komuta kademesi Sünnî iken, orduda ciddi bir Şiî kitle vardı. Dolayısıyla Amerika’nın Irak’ı işgâl etmesi beklenenden de kolay oldu. Devlet ile millet arasındaki bağ hızla koptu. Bugün Irak da parçalara bölünmeye hazırlanan diğer bir devlet. 

Libya ve Yemen

Arap Baharı denilen projenin en önemli duraklarından birisi Libya idi. Kaddafi’nin isyanı bastırma çabaları üzerine Batılı emperyalistler (DAİŞ’in de desteğiyle) müdahale ettiler. Tabiri caizse “bize karşı gelenin sonu böyle olur” dercesine linç ettirildi ve bu görüntüler dünya basınına servis edildi. Kaddafî, Saddam Hüseyin’e müdahale edilmesinden sonra Birleşmiş Milletler’de çok sert konuşmalar yapmış ve meydan okumuştu. Libya’nın durumu şimdi ortada, devletin kaç parçaya bölündüğünün açıklaması bile yapılamıyor, çatışmalar devam ediyor. 

Yemen’de ise Osmanlı’dan kopuşun ardından hiçbir zaman sular durulmadı. Çatışmalar hep devam etti. Arap Baharı ile birlikte çatışmalar bir iç savaşa evrildi. Savaş uluslararası güçlerin de dahliyle devam ediyor. Bilhassa İran ve Suudi Arabistan ülke üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyor.

Not: Libya, hiçbir zaman gerçek bir devlet olamamıştı. Bu sebeple de Mısır ve Suriye gibi gerçek bir devletle birleşmek suretiyle hakiki bir devlet olmaya çalıştı; fakat muvaffak olamadı. Bugün Libya’da parça parça bile olsa bir devlet düzeni teşkil ettirilemiyor. Dolayısıyla, Siyonistler bu ülkede amaçlarına erişmiş bulunuyor. 

İran

Batı ile sürekli sürtüşüyormuş gibi görünmesine mukabil Batı’nın bölgede yaptığı her şey İran’a yarıyor. İran her geçen gün nüfuzunu artırıyor ve daha da yayılıyor. Batı, İran’ı bir yandan Sünnîlere karşı kullanmak üzere destekler ve alan açarken, diğer taraftan da karşılıklı münasebetlerindeki menfaat çatışmalarında güçlü taraftaki konumunu muhafaza edebilmek adına ipleri de bir an olsun bırakmıyor. Irak, Suriye ve Yemen buna misal. İran, zaten İslâm birliğinin tesis edilmesi önünde tabiî bir engel teşkil ettiği için Siyonistlerin sadece amaçlarına ulaştığı ülke değil, bu vasfı dolayısıyla aynı zamanda suç ortağıdır.

Mısır

Arap Baharı’nın ardından İslâm’ın bir diğer merkezi Mısır’da idare, Müslüman Kardeşlerin eline geçti. Türkiye ile Mısır bu süreçte yakın ilişkiler geliştirirken herkes bir “Sünni blok” mu oluşuyor diye aklından geçiriyordu. İsrail üzerindeki baskı da bu dönemde tabiî bir şekilde arttı. Tam böyle bir konjonktürde, Amerika-Suud destekli bir darbe ile Müslüman Kardeşler iktidardan indirildi. Bugün Mısır’da siyasî belirsizlik sürerken, iktidardaki Sisi, ABD ve Suud’un emrine amâde şekilde yoluna devam ediyor.

Her ne kadar Mısır bugün izlediği siyaset dolayısıyla Siyonistlerin dümen suyuna girmişse de, Yahudi’nin hesabı kapanmış değil. İllâ ki Mısır’ı da bölüp parçalamak isteyeceklerdir. Çünkü bugün bastırılmış olsa da Mısır halkı er yahut geç tekrar ayağa kalkmak isteyecektir.

Körfez Ülkeleri ve Katar 

İslâm coğrafyasında Şia’dan sonra ikinci kesretin ifadesi olan ve emperyalizmin finansörlüğünü yapan Körfez ülkelerinin üzerinde uzunca durmak gerekirdi; fakat sayfalarımız sınırlı olduğundan birkaç noktaya temas ederek geçeceğiz. Suudî Arabistan başta olmak üzere, Körfez’deki devletlerin içerisinde taht oyunları bitmiyor. Bu iç siyasî mücadelenin yanı sıra, birkaç senelik süre zarfında ABD’den uzaklaşan Körfez, Batı’nın desteğiyle güçlenen İran sopasıyla korkutularak yeniden Batı ve İsrail’in kucağına itiliyor. 

Trump’ın Arabistan ziyaretinde alınan kararlar doğrultusunda Katar’a bir operasyona başladılar. Katar’ın diğer Körfez ülkelerinden farkı ise Türkiye, Müslüman Kardeşler ve Hamas’a olan yakınlığı ve desteği… (2013’e kadar Körfez ülkeleri Türkiye ile yakın pozisyon alırlarken, her ne olduysa son 4 senedir aramız limoni… Tecahülü arif yapıyoruz, anlaşılmıştır herhalde.) Müslüman Kardeşler ve Hamas’ın müşterek paydası İsrail için bir tehdit unsuru olmaları; Türkiye’nin hususiyeti ise topyekûn sisteme bir tehdit oluşturabilme potansiyeli… Böyle düşününce “niçin Katar?” sorusunun cevabı da kendiliğinden beliriveriyor.

Doğu Akdeniz Doğalgazı

Bölgede hararetli bir şekilde devam eden savaşın bir diğer boyutu da, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarının stratejik önemi. Şu an bölgede birçok devletin sismik araştırma gemileri faaliyet gösteriyor, petrol ve doğalgaz arıyor. Son olarak Fransa bölgeye bir gemi gönderdi. Rusya’nın Suriye’ye inmesinde de bu kaynaklar önemli bir etkendi; keza savaşın bir türlü sona erdirilememesinde de… Şu bilinmelidir ki, Doğu Akdeniz havzasındaki tabiî kaynaklar, Türkiye, Suriye ve Filistinlilerin hakkıdır. Şimdilerde, bir oldu-bittiye getirmek suretiyle tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi bize ait olanı paylaşmanın hesabını yapıyorlar. “Müslüman aynı delikten iki defa ısırılmaz.” İçinde bulunduğumuz konjonktürde, Suriye ve Filistin’in içinde bulunduğu şartlar ortada olduğuna göre, Müslümanların hakkı olanı korumak ve almak da Türkiye’ye düşüyor. 

Siyonist Taarruz, Mescid-i Aksa ve Kudüs

Geçtiğimiz haftalarda Siyonist İsrail, Müslümanların maruz kaldıkları haksızlıklara karşı düzenlediği protesto gösterilerini bahane ederek, yine mukaddesatımıza saldırdı ve Mescid-i Aksa’nın kapılarını Müslümanlara kapattı. Çok uzun zaman sonra ilk kıblemiz olan Mescid-i Aksa’da Cuma namazı kılınmasına müsaade edilmedi. Daha sonra devam eden protestolara da sert bir şekilde mukabele edildi ve üç Filistinli Müslüman şehid düştü.

Takribî iki milyar Müslüman’ın yaşadığı dünyada, Müslümanların yaşadığı onlarca devlet arasından biri de çıkıp; “Mescid-i Aksa’yı boşaltmazsanız ülkenizi başınıza yıkarız” deme cesaretini gösteremedi. 

Düğüm Anadolu’da Çözülecek

İslâm sancağının düştüğü topraklar olan Anadolu’nun etrafı, yazımızın girişinde belirttiğimiz üzere, uzunca bir süredir ateş çemberi… Müslüman milletler içinde uzun bir aradan sonra “devlet olma” vasfını elde etmiş ilk ülke olan Türkiye, aynı zaman zarfında birçok operasyona muhatap kaldı ve hâlen çevrelenmeye devam ediyor. Türkiye’nin, Siyonistleri bu bölgeden söküp atabilme potansiyeline sahip tek devlet olduğunu ve Müslümanların Türkiye etrafında kenetlenmesi durumunda işlerinin ne kadar zor olacağını biliyorlar. Buna mâni olmak için de her şeyi yapıyorlar. Yapıyorlar yapmasına da, mukadder olan, hem onların saldırılarına, hem de idarecilerimizin acziyetine rağmen yavaş yavaş yaklaşıyor. 

Hiç şüphesiz İslâm coğrafyasının bu hâlde olmasının en önemli sebebi, Osmanlı’dan sonra Müslümanlara liderlik edebilecek bir gücün ortaya çıkmamasıdır. Ve yine şüphe yok ki, o güç, hem mazideki yönetim tecrübesi ve hem de potansiyel gücü sebebiyle Türkiye’dir. Anadolu’nun “iç oluşu” tamama erdirilmeden İslâm dünyasının kurtuluşundan bahsedilemez. Bugün İslâm dünyasını baştan sona dolaşan zincirlerin düğümlendiği ve kilitlendiği mekân Anadolu’dur. Biz bu kilidi çözersek, bütün zincirler bir ân da boşalacaktır. 

15 Temmuz, Anadolu’da akıncı ruhunun yeniden dirilmesi ve yeni bir şuur seviyesine tekâmül edilmesinin vesilesi oldu. İnsanımızdaki değişimi gözlüyor, pörsüyen ruhların yeniden cihad aşkı ile yanmaya başladığını görüyoruz. Müslüman Anadolu halkındaki bu ruh hâlinin devlete de bir an evvel sirayet etmesi ve Ehl-i Sünnet Vel Cemaat merkezli bir vahdet zemininin oluşturulması elzemdir. Müslümanların kurtuluş reçetesi budur.

Bizim hızlı bir şekilde hareket etmemiz gerekiyor. Kaybettiğimiz her lahza aleyhimize işliyor.

Bir kere en başta ordu… İçeriye yani millete karşı teşkilâtlandırılmış NATO ordusu artık Türkiye’yi daha fazla taşıyamaz. Bir ân evvel anlayışı, tarzı, tavrı, teşkilât yapısı yeni bir ordu tesis edilmesi gerekiyor. Bununla beraber diplomasi de bir diğer mesele. Belli bir dönem Batılılar tarafından Türkiye bir ortak olarak görüldüğü için medya başta olmak üzere milletlerarası platformda estirilen müsbet rüzgâr, yerini menfi cereyanlara bırakmış vaziyette. Hâl böyle olduğu için de, milletlerarası platformda derdimizi anlatmak bize düşmüş bulunuyor. Diplomatlar, STK’lar ve ticaret örgütlerinin bu bağlamda izledikleri politikaları bir an evvel yenilemeleri elzem. Yine Türkiye’nin senelerdir ruhunu ve kanını emen bürokratik oligarşinin sermayeden siyasete, odalardan STK’lara değin sökülüp atılması gerekiyor. Ve elbette ki adalet... Bizim tarihimize bakıldığında, tesis etmiş olduğumuz bütün hâkimiyetlerin temel dayanağının adalet olduğu bedahet. Dolayısıyla bir an evvel millî bir hukuk sistemine geçmemiz de öncelikli meselelerimiz arasında. Yine hedefimiz istikâmetinde, o hedefe hizmet edecek şekilde ekonomiden eğitime kadar pek çok planın yenilenmesi olmazsa olmaz. 

Not: Siyon Liderlerinin Protokolleri’nin güncellemesini yapan Odet Yinon, 1982 senesinde İngilizcesi yayınlanan makalede meâlen diyor ki; “Sosyalizm ve Komünizm maskaralığa dönmüştür. Bununla beraber Rönesans’tan günümüze kadar Batı medeniyetinin temel taşı niteliğindeki akılcı ve hümanist bakış açısı çökmüştür. Bu esastan yayılan politik, sosyal ve ekonomik görüşler, ferdin kâinatın merkezi olduğu ve her şeyin onun maddî ihtiyaçlarını gidermek için olduğu misalinde olduğu gibi, artık yok olmaya yüz tutmuş gerçeklere dayanmaktadır.” O döneme yönelik olarak yaptığı bu muhasebeden hemen sonra da ırk ve mezheb ayrılıkları üzerinden Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Anadolu’yu nasıl bölüp parçalayacaklarını uzun uzadıya anlatıyor. 

Devirmek noktasında pek mahirler de, yapmak noktasında inanın ki bir hiçler. Devletler ve milletler birer tabela değil ki, onu indirip yerine bir yenisini asınca mesele çözüme kavuşsun. Yıktığın her şeyin yerine bir yenisini inşa etmen gerekiyor. Ve emin olun ki, tıpkı Rönesans’tan kalan Batılı mücerret idrak zemini tükendiği gibi, bunların elinde de içinden verim elde edilebilecek mücerret bir idrak zemini yok. İşte meselenin bam teli tam da burası. Bir tek Anadolu, Büyük Doğu-İbda vesilesiyle insanlık için yeni bir mücerret idrak zeminine ve bu zemini meydana getiren orijinal fikir ve anlayışa sahib. Zahire bakıldığında şartlar her ne kadar onların lehine görünüyorsa da, aslında inisiyatifi elinde tutan biziz. Yeter ki devlet ve millet olarak bunun şuuruna erelim ve hedefimizi belirledikten sonra, kendimizi yeniden tertib edebilelim. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

Faruk Hanedar / Aylık Dergisi

adminadmin