İnsan, ölümden korkar. Çünkü ölüm, bilinmezlik içerir. “Ölüm bir yok oluş mudur?” sorusu, bu bilinmezliğin en bilinen sorusudur.
Korku, bu bilinmezliğin içinde adeta bir gölge gibi takip eder insanı.
Şair Cahit Sıtkı Tarancı, ölümün içindeki bu gizemliliği şöyle ifade eder:
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Psikanalist Irvin Yalom bu konuda şöyle der:
“Her anı, tamamen ölümün farkında olarak yaşamak, hiç kolay değildir. Bu, güneşe doğrudan bakmaya benzer, fazla dayanamayız; o nedenle hayatımızı korkudan donmuş bir şekilde geçiremeyeceğimiz için ölüm korkusunu yumuşatacak yöntemler üretiriz. Evlenip çocuk yapmak, zengin ya da ünlü olmak, göz önünde olup bilinir olmak, ölümle baş etmenin en kolay yoludur.” (Yalom, 2008: 12)
İnsanın bütün bu çabası, ölüm korkusuna teselli aramaktır.
İnsan, küçük de olsa bir olasılığın var olduğuna inanıp umudunu sürdürmek ister.
Çünkü umut, yaşamın anlamı, ölümün ise tesellisidir.
Tarihte nice insanlar, bu umut yolculuğuna çıktı ve ölüme teselli aradı.
Sümer ve Akad metinlerinde geçen Gılgamış, ölüme teselli aramak için ölümsüzlüğü bulmayı umut etmişti.
Gılgamış destanında o, Utnapiştim'i (Nuh’u) bulmak üzere yola çıkar. Ölüme bir çare bulmak ister. Ölümsüzlüğü bulamaz ama suda yetişen ölümsüzlük otuna sahip olur. Bu bitki yaşlıları gençleştirmektedir. Yolculuğu sırasında Gılgamış, bu otu bir gölün kenarına bırakır ve bu serin gölde yüzerken bir yılan gelir, otu kapıp kaçar. Bu yüzden yılan ölümsüzlüğü temsil eder.
Hz. Musa ise teselliyi, ölümsüzlük suyunun aktığı iki nehrin birleştiği yeri aramakta bulur. Kur’an da Kehf Suresi (18/60-64) ayetleri arasında Hz. Musa ve bilge adam iki denizin birleştiği yerdeki ölümsüzlük suyunu bulmak üzere birlikte yolculuğa çıkarlar. İki denizin birleştiği yere geldiklerinde yiyecekleri olan tuzlu balıklar canlanır ve denize karışıp gider. Fakat onlar, balıkları orada unuttukları için orayı fark etmeden geçip gitmişler ve balıklar akıllarına gelince de aradıkları yerin burası olduğunu anlamışlardır.
Gılgamış ve Hz. Musa’nın belirsizliğe yönelik teselli arayışındaki ortak nokta; kavuştuklarını zannettikleri teselliyi tekrar kaybetmiş olmalarıdır.
İşte bu da, insanın en büyük trajedisidir.
Ölümlü olduğu halde, ölümsüzlüğü bulmanın umuduna sarılmak…
Onların bu teselli arayışındaki başka bir ortak nokta, ilk adımın, hayal, duygu, imge ile başlayıp, mitoloji ile devam etmesi, akıl ile son bulmasıdır.
Bilince varınca insan, aradığı şeyin kavuşulamayacak bir şey olduğunun farkına varıyor. Ve başka yöntemler arıyor.
Tanrıya yaklaşmaya ve sıfatlarına benzemeye çalışmak, ölümsüzlüğe kavuşmak gibi midir? Sorusunun cevabı bu yöntemlerden biridir.
Platon, Devlet eserinin, Theaitetos diyalogunda “Tanrılar doğru olmaya çalışan, elinden geldiği kadar tanrılara yaklaşan bir adamı yüzüstü bırakmazlar, kendilerine benzeyen bir adamı unutmazlar” der. (Devlet: 613a).
Yasalar’da ise “öyleyse tanrıya dost olacak kişinin olabildiğince ona benzemesi zorunludur. Bu temellendirmeye göre içimizden ölçülü olanı, kendine benzediği için tanrı sever.” demektedir.(716c).
Ve Timaos diyalogunda ise Platon şunları söyler:
“Eğer bir adam dikkatini, arzularına ihtiraslarına yöneltirse ve bunları geliştirmek için ıstırap duyarsa, mecburen sadece ölümlü olmuş olur. Kendisinde mümkün olabildiğince tamamen ölümlü olan kalır. O sadece ölümlü tarafını beslemiştir. En başından beri ölümlülüğünü geliştirmiştir. Diğer yandan, eğer bir adam, kendini ciddi anlamda öğrenme sevgisine ve hakiki bilgeliğe adarsa, kendindeki tüm bu yönler üzerine alıştırma yaparsa, o zaman kesin olarak, onun düşüncelerinin ölümsüz ve tanrısal olmasını engelleyecek bir şey kalmaz. İnsan doğası, bu ölçüde ölümsüzlükten pay alabilir. Bunu becerememesi için hiç bir sebep yoktur: Sürekli tanrısal yönüne bakarak, kendi içinde yaşayan tanrısal rehbere sürekli özen gösterirse, gerçek anlamda mutlu olacağı kesindir.”(Timaios: 89e- 90e).