Genel
Giriş Tarihi : 07-07-2016 15:54   Güncelleme : 07-07-2016 15:54

Kırmızı Bir Bayram Sabahı Berzahtan Mektubunuz Var

Saatin akrebi, mıhlamış gibi bilinmez bir vaktin muzip yaşam döngüsünde sanki bu anlarda! Kuşluk vakti, sır vakitlerinde… Ilık esen rüzgârın ıslığı nağme nağme gezinirken kentin boş sokaklarında, dağıtıyor, vaktin sükûnetini, bir inleme sesi, bölüveriyor aydınlığın kızıl mavi ahengini

Kırmızı Bir Bayram Sabahı Berzahtan Mektubunuz Var
Saatin akrebi, mıhlamış gibi bilinmez bir vaktin muzip yaşam döngüsünde sanki bu anlarda! Kuşluk vakti, sır vakitlerinde… Ilık esen rüzgârın ıslığı nağme nağme gezinirken kentin boş sokaklarında, dağıtıyor, vaktin sükûnetini, bir inleme sesi, bölüveriyor aydınlığın kızıl mavi ahengini. Güneşin dudaklarında bayram hüznü yaraların çatlaklarına takılıyor gözüm. O çatlaklardan sızan kıpkızıl kelimeleri yakalıyorum seher bülbülünün ah-u zarında. Gelenleri, gidenleri, duranları, aceleci adımları, yaşamın seyirlik her ne hali varsa seyrediyorum penceremin gerisinden. Bu seyirler bayram sabahlarında daha bir anlamlı oluyor nedense. Tam sekiz yıl önce bir bayram sabahının seyrinde tanışıyorum onunla da. O gün bu gündür ne zaman başımı ona çevirsem bana bakar buluyorum gri mavi gözlerini. Saç diplerimden topuklarıma değin tüm bedenimi ter basıyor bu anlarda. Gözlerinde ki gri kedere dayanamıyorum, yüreğim acıyor her defasında. Bir aklım sus diyor anlatma kimselere, bir aklım bilsin istiyor cümle alem, onu anlatmak istiyorum her gördüğüme… Yine bir bayram sabahı pencereme dayamışım başımı, aklım ve duygularım firarda. Bilinmez bir zamanın bize ait gayblarının bedenleri arasında dolaşıyorum sığ düşüncelerimle. Camdan kendi aksimi görüyorum. Boşluğa bakan gözlerimin yeşiline karışan, gri mavi gözlerin bakışını neden sonra fark ediyorum. İşte yine bana bakıyor gözleri gözlerimde. Bir garip soğukluk sarıyor bedenimi. Bir garip, bir ince, bir soğuk sızı. Dokunuyor yüreğime onun kimsesizliği. Dokunuyor ya! Yüzümün de alı mora dönüyor. Dizlerimin bağı çözülüyor. Takatim kesiliyor. Nefesim boğuluyor. İçimde melankolik kıpırdanışlar hızla uzaklaşıyorum camdan. Esrar-ı Hak zahir oluyor diyorum güpegündüz 9.Atlastan! Korkup kaçmaya meyilli cesaretim, dikiyor gözlerini üzerime. Onca yıllık tanışıklığa yakışmıyor bu tavrın der gibi. Zaman, siyah elbiseli kadın, yaşam, mersinler, yıllar, solmuş güller, mevsimler, sonbaharın sarı hüzünleri uçuşuyor hafıza göğümde. Kaldırımdaki itiş kakışlar gönül gözümün gerisinde. Ne çok insan hikayesine şahit oldum bu pencereden. Aydınlık ile karanlığın birbirine hükmetme zamanlarında, içimi ezen ezinç duyguların çarpıştığı en acıklı hikayeydi onu gördüğüm ilk anlar. Hayatın davetsiz misafirine yakalandığı günün, hüzün kokan rızasının şahitliği idi. Suretimin gülümseyen aksi donmuştu da nefesimin sıcaklığını buğu yapıp nefesi kesilenin hayalini tutup elimle kazımıştım camdan. İçimden bir şeyler kopuyor gelip tıkıyor boğazımı… Kalkıp kalkıp bakıyorum camdan, yarım bırakıp sözlerimi. Saldırgan oluyorum an ve an o hiç tanımadığım kadına. Bir aklım Fatma’da bir aklım berzahta bir aklım bayramda… Soranso Dükü mü?  O da kim? Demek bir aklım da onda. Lüsiyen diyorum hiç yakıştı mı sana? Seni onca çok seven adamı elinin tersi ile itip gidip evlenmek Dük Soranso ile? Bilemedin değil mi sende aşkın o tılsımlı mutluluğunun sırrını? Kim bilebilmiş ki dünyada? İşte bak o siyahlı kadında bilememiş! Bilse koyar mıydı öksüz sevdiği adamı bir başına selvi gölgelerinin altında. Üstelik gülleri de soldu nicedir. Ben fark ettim o etmedi. Yolları mı kapandı gelemedi? Oysa ne üzgün görünüyordu adamın beyaz gövdesine ilişip saatlerce sinesini döve döve ağladığı günlerde. Demek bu kadarmış her şey! Kulağımda Hafız Burhan’nın “Mecnun gibi ben onu severken” diyen sesi, zamandan mekandan uzaklaştırıyor beni. Yürek tutulması yaşadığım. Bu kadar neye içerlediysem artık? -Her yerde aydınlık üstelik! Sarsılışıma şahit Zühre yıldızı bu kırmızı bayram sabahı seher vaktinde. Hathor Ra’ya kızıp terketmeseydi Mısır’ı bu vuslatsız ayrılıklar hiç yaşanmayacaktı. Bu özlemler hep onun suçu! Derin bir sessizlikte işitiyorum çınlayan sesini: Neden burada değil(ler)? Ben bu kadar hasret çekerken on(lar)a? -Sen diyorum sen burada değilsin artık? -Dünyalık o! Hasret duygusu dünyalık… -Rahatsızım bu konuşmalardan. Bir gören olsa maazallah! -Çiğ ağızlar, aldırma diyor! Onunda suçu yok. Artemis atmasaydı Ate’yi Olimpus Dağlarından, insanlık hatalarda var olmayacaktı? İnsanlık hata değil ki bu. Bu, ömürlük vefasızlık! -Ah! diyor. Ömrüm, ömrüm beyhude geçmiş ömrüm! -Onun ömrü, benim, bizim ömrümüz hepsi beyhude(mi) şimdi? İçimde, en derinimde mahşer kaynıyor sözlerinin ağırlığından. Kalbimin kıvrımlarında fırtınalar kopuyor. Ruhunun acısını alma derdim. Oysa ruh acısı nasıl alınır öğretmediler bana Yaşamın düşmüşlüğüne bir kez daha yıkılıyorum. Tutup ellerimden beni o kaldırıyor, kırk yıllık kadim dost sıcaklığında elleri. Elleri, halen sıcak diyorum… -Onun elleri de sıcaktı avuçlarımda diyor. Bir gözleri vardı ahu ahu bakardı aşkla! Tuttu vurdu can evimden beni son kertede. Eğilmez dediğim başım bir onun önünde eğildi de gam etmemiştim ben yine… O! Arnavut kaldırımlı yolların bir ucunda sahipsiz bıraktı beni bir başıma. Aşk… Aşkım zapt etti beni buralarda. -Yoksa durabilir miydim bu dar yerlerde bir dakika, koca dünyayı dar etmişken kendime? Ettim ya sığamadım dünyaya, zor attım kendimi bu son durağın penceresiz çukuruna. -Ben öldüm… Sitemkâr sözleri içimi dağlıyor. Gül tutuşuyor gönül hanemde, bir can yanıyor içimde. Yağmur başlıyor yine ince ince. Gözyaşlarımın çilesine kefaret kara toprağın bağrına. Uzatıyorum ellerimi. Tut diyorum tut. Ellerim boşlukta kalıyor. Başlayan, Son bulan, Yaşam… Boşlukta bir el elime uzanamayan… Hayat ile ölüm arasında yaşanan bir ömürlük aşk göçeği, ölüm ile hayat arasında son bulup unutulan göçeğin yükünün ağırlığı çöküyor, felek atlasın gölgesine… Tutuk dilimde aynı soru; hayal misin ey can yoksa beşer mi? Gözünden yaş akar mı gidenlerin yoksa akan pişmanlık seli mi? Oysa gidenleri hep mutlu bildik biz. Marifet geride kalıp dayanmaktaydı. Hoş büyüyü bir kurbağa sesi bozdu da dağların dayanamadığı yüke talip olduk aciz halimiz ile ya ne söylesek yersiz. İçli dudak kıvrımlarında acılı sözler kalmış, o yar(lı)alı söz yaşları şimdi ulaşamadıklarına geç kalmış sitem mi? Sesin diyor, bana gerek şimdi. Bir çığlıklık feryada. Atılamamış son bir çığlığa, hak etmediğim unutuluşa ses olacak sesin gerek bana! Göremediklerime, görüp de söyleyemediklerime, riyakâr insanların sahteliklerine, arkamdan vuran vefasızlığa, yokluğa, hiçliğe, fedakârlıklarımı kötüye kullanan zaman hırsızlarına, çaresiz son çırpınışıma, “yaşamın geçmişinden” ses olacak senin sesin şimdi bana… Allah’ım aklıma mukayyet ol diyorum! Kuşlar gökyüzüyle, Ağaçlar bulutlarla, Ve ben, ben seninle konuşuyorum. Ateş yanığı bir ses avuçlarımda. Acısı, ruhumun etinde yanıyor, alevi damarlarımda akıyor, kokusu buram buram yükseliyor “Sema” ya! Korkumu yatıştırıyorum ilahi tılsımlarla. “İza tehayyertüm fil_umur Feste’inu min ehlil_kubur” “Ve Esselamü aleyküm,ya ehle daril_kavmil müminin” Taşa selam verdim, işitirsin elbet selamımı! Soluksuz nefesin ile konuşamazsın ya şimdi, anladım ben seni, kimselerin anlamaya çabalamadığı yerden anladım. Bırak sen dertlenme oralarda. Sonsuz zaman yanında sandığın o en çok sevdiceğin bak “Kırmızı Bayram Sabahında” yoldaş olmuş eloğluna! Bırak Allasen burası dünya. Burada işler bu kadar! Sen Tuba ağacının gölgesinde dinlenmene bak, ellerin Kevser suyunun serinliğinde. Ahiret keyfine kafi gelir amellerin inşallah. Bir zamanlar kalbinin çukurlarında sevginle büyüttüğün lotus çiçeklerini ben sular yaşatırım gözyaşlarımla ıslata ıslata. Bağrına ekilen siyah güller soldu diye sakın sen hayıflanma… Fatma! Ya ruhumu seninle birleştir; ya da toprağa ver yok olayım” diyen, Hamit’in sözleri kulaklarımda. -Pür nur o mevki… Mağrip mi yoksa makber mi Ya Rab! diye devam eden… Bir büyük aşka “Makber” olmuş sözlerin hüznü bunlar azizim, acısı topu topu kırk gün süren! Yol belli sende ey başını dinlen berzahta ki evinde! Hüzünler evi asıl bura sen dert etme kendine… Camdan kendi aksimi görüyorum mermer taşın üzerinde. Sonra “sen” geliyorsun aklıma; “Sonsuz aşkım” diyen sözlerin kanatlanıp uçuyor Taç Mahal’in üzerine. Geride taş plaktan gelen “her yer karanlık” nağmesi gönül telimi titretiyor benimde. Hayat, yaşamın acımasızlığının tutup çekiyor küflü telini, içim param parça… Elimi cama vuruyorum; “Kimse hayat kadar sert vuramaz” derken, yaşamdan kendine düşen acıyı satın alıp gitmiş, ruhu ruhumun aynası sırdaşımın, mezar taşındaki dünyaya son mesajını okuyor gözüm defalarca: Sana yanan bir aşk bıraktım yar, İki vakitte söndürdün küle döndü. Sana bir kalp bıraktım yar, Değiştirdin taşa döndü. Karşımda kentin bol kara selvili asri mezarlığı, mezarlığın ana kapısının karşısında hastane morgu, yan cephemde, Yıldırım Beyazıt camii avlusunda musalla taşı! Onca yıl bu manzarada oturduktan sonra, hala hayatın anlamı üzerinde kafa yoruyorsun ya sen de bir sorun var diyorum camın aksinden ruhuma tefekkür ile! Daha da ne insanlara ne kendime söyleyecek sözüm yok. Koca bir  “Hiç” ten başka! HİÇ…Yaşamın düşmüşlüğü, insanların dünyanın önünde diz çöküşü… Zenne, sende kes kızım artık gerdan kıvırmayı, sizde dağılın Tuzsuz Külhanbeyleri, Pişekar havlu attı, cümbüş bitti…
adminadmin