Kültür
Giriş Tarihi : 05-08-2018 13:00   Güncelleme : 05-08-2018 12:31

Kuşların Payı

Kuşların Payı

Kendi medeniyetinin en ince noktalarda bile aksetmesi için çalışmış ve eserlerini ortaya koymuş bir toplum kurmuşken bugün bir kuşu bir yana bırakın, insanı bile nesneleştiren “estetik harikası” binaların sahibiyiz.

Şehri bu kadar karmaşık bir yer hâline getirmeye gerek yok.

Şehir denilince medeniyet fikri ve şekillerinin müşahhas olarak gözler önüne serildiği ve gerçek düzeni belirten yeri anlıyoruz. Tabii olarak düzen bekliyoruz, çünkü temelinde her düşünce bir düzen belirtir. İnsan şehri tanzim ederken kendi ile diğer insanlar arasında, anlaşabileceği bir mekân tahayyülü ile hareket eder. Ancak, şehir medeniyete beşiklik ederken kendi iç düzenini insanın aleyhine kuramaz ve gelişemez. Fakat bu düzen-intizamdan asla, cetvelle kâğıt üzerinde çizilmiş gibi, sokak ve caddelerden oluşan, sadelik arayışı altında hiçbir kimlik ve aidiyet belirtmeyen ruhsuz evleri ve binaları anlamıyoruz.

Medeniyetimiz, kadim ve gerçekten büyük Doğu’nun bir parçası olarak ve asla belirli bir zaman diliminde birden bire peyda olmuş bir varlık değildir. Bazı vaka ve büyük hadiseler onu bozucu tesirler yapabilir, fakat izlerini tamamen silemez. Bugün, içinde bulunduğumuz zaman dilimi ve şartlarından birçok mevzuda şikâyet ediyoruz. Haksız da değiliz, fakat bunun sebeblerini de iyi tayin etmek gerekir. Muasır medeniyet seviyesi tutturmak adına kimlik buhranını oluşturacak şartları hazırlamak bozuk bir düzenin baş sebeblerdendir, denilebilir.

Kendi iç âlemimizin tezahürü diyebileceğimiz, günlük yaşayış ve şartlarımız bir bütünü, ev, sokak ve mahalleyi, yani şehri oluşturur. Kendi iç düzenimizi kaybedeli beri aynı karmaşayı dışımızdaki dünyada da yaşıyor ve bundan şikâyet ediyoruz.  O hâlde şikâyetlerimiz bir noktada haksız oluyor, zirâ asıl şikâyet etmemiz gerekenin bizi kendi öz benliğimize götüren yolları tıkayan fikirler olduğunu iyi bilmek gerekir. Kendimize sadece maddi bir âlem kurmak istediğimizde bize güzellik olarak kalacak olan şeyler çok kaba saba şeyler olabilir. Ki modern zamanların şehirleri ve yaşayışı bunu isbat etmiştir. Aslolan hayatın ruhi hayat olduğunu kavrayamamak bizi bugün içine düştüğümüz duruma sokmuştur. Doğrunun kaybedilmesi bütün cebhelerde (kültür, sanat, estetik ve mimarî) savaşı kaybetmek demektir. Bugün İstanbul başta olmak üzere elde ettiğimiz zevksiz şehirler âlemi bunun mahsulüdür.

Her ne kadar büyük bir “çaba” ile bu çirkinliğe erişmiş olsak da, bize ideali aramak, bulmak ve istikbale dair ümid beslemek adına geçmişten hiçbir şey de kalmamış değildir. Bugün hâlâ İstanbul sokaklarını dolaşırken, bir buçuk asır kadar evvel Edmondo de Amicis’i şaşırtan manzaralarla karşılaşabiliyoruz.

Eyüb’ü, Zeyrek’i, kendinden menkul müteahhitlerin hışmına uğramış Fatih’in diğer mahallelerini, Anadolu Yakası’ında Üsküdar ve Kuzguncuk’u dolaşırken hâlâ geçmişin taze nefeslerini bugüne taşıyan mimarî ve insanî güzellikler görmek mümkün. Huzuru sadece kendi evinin sınırlarına hapsederek yaşamaya çalışan bugünün hayatına zıt olarak mazinin evleri, pencerelerden bahçelere, bahçelerden sokaklara ve oradan bütün şehre ve gönüllere huzur taşımaya yönelik inşa edilmişlerdi. Saydığımız bu bütün semtleri dolaşırken bir köşebaşında her ân göçüp gitmeye hazır veya bugünün kaba saba beton binalarının arasında iki kabadayı tarafından sıkıştırılmış gibi duran ahşab veya taş binalara rastlar ve şaşırırsınız. Bu binalarda hemen göze çarpan ilk şey, bugün yapılan hiçbir örneğe benzememeleridir. Her birinde kendince bir güzellik, şirinlik ve zariflik görebileceğiniz bu binalar, bütün o “ilerlemeci” tekerlemelere rağmen zamanın hiç de insanın lehine işlemediğine şahidlik etmekte ve hâlimizi yüzümüze vurmaktadırlar.

Anadolu’yu kendine has bir iklim ve vücuda kavuşturanlar bütün bir yaşayış ve şehirlerini tam da olması gerektiği gibi inançlarını merkeze alarak inşa etmişlerdi. Bu meyanda Batılı bir devletin kendi kapitalist anlayışına göre bütün bir toplum hayatını tanzim etmesi tabiidir. Fakat bizim için asla böyle olmamış ve olmayacaktır. Biz evvela inanışımızla ayrılırız ve sonra kelimenin bir hamili ve mücessem örneği gibi “Doğu”luyuz. Bu asla değişmeyecektir. Bazıları kendilerini Batı yaşayış ve anlayışına uydurmaya çalışsalar da, elde edebilecekleri şey Batı nezdinde kapı bekçiliğinden başka bir şey olmayacaktır.

Kendi inancını merkeze alarak yaşamını tanzim eden bir anlayış kadar dürüst olanı yoktur. Bizim hayatımızın merkezinde bir cami etrafında kurulmuş mahalle  olurdu. Cami önce mabed sonra mektebdi, olması gerektiği gibi. Her şey bu merkeze alınmış mihver etrafında toplanarak yöneleceği yönü de tayin etmiş olurdu. Bugün gökdelenlere göre tanzim edilen şehir planlamalarını ve hayatımızın yöneldiği mânâyı düşünün. Paraya göre şeklenmiş bir şehirde insan için yapılmış pek fazla bir şey yoktur. İnsan bu plazalar ve araçların geçmesi için yapılmış devasa yollar arasında, bir kaldırım kenarındaki çatlak içine yuvalarını kurmuş ve insanların ayakları altında ezilmemek için çabalayan karıncalardan farksızdır. Makinenin ve teknik ilerlemenin insan hayatına getireceğini söyledikleri kolaylık nerededir? Mesafelerin kısaldığı ise bir efsaneden başka bir şey değildir. Doğru, altı aylık yolu birkaç saat içinde gidebiliyoruz, fakat gidecek insan ve şartlar nerede? Bu gün seyahat etmek isteyen insanın önüne çıkarılan bürokratik işler geçmişinkinden kat be kat fazladır. O zamanki insanın yaşayışı da elindeki imkânlara göreydi. Ve dolayısıyla hiçbir şeyden geri kalmıyordu, denilebilir. Şehirde seyahat için, seyahati kolaylaştırmak için yapılan yollar, artan ihtiyaca göre daha da genişliyor ve neredeyse bir mahalleyi ve ilçeyi diğerinden ayıran koca bir nehir gibi geçilmesi zor engeller oluşturuyorlar. Yolların, seyahati sadece araba kullananlar için kolaylaştıran unsurlar olmaktan başka nasıl bir fonksiyon icra ettiğini şehir planlamacıları ve mimarları ortaya koymalılar.

Bir şehrin evvela sakin ve aceleciliği teşvik etmeyen bir yer olması gerektiğini düşünüyoruz. Tabii bunun önündeki en büyük engel, artan nüfus yoğunluğudur. O halde bir şehir için günümüzde düşünülmesi gereken ilk şey nüfus dengesi olmalıdır. İnsan kendi hayatını etrafı ile birlikte tanzim edecekse bunun için önce sükûnete ihtiyacı var. Bu onun için kendini bir koşuşturmaca içinde bulmaksızın hayatıyla ve diğer insanlarla olan münasebetlerini daha düzgün, daha sıkı ve doğru şekilde yapabileceği bir zeminin oluşmasına sebeb olur. “İnsan içinde bulunduğu zamanın şartlarının mahsulüdür” denmiştir ki, geçen zamanla mekân üzerinde yaptığımız bütün değişiklilerin bizden sonraki neslin hayatları üzerine tesir edeceğini bilmeliyiz.

Mimarlar bir şehrin silueti güzel görünsün diye eserler meydana getirmezler. Zaten estetik görünüşe sahib olan eserleriyle şehrin bütününde bir uyum, ahenk oluşturması ile bu silueti tamamlarlar. Anadolu’da veya İstanbul’un herhangi bir yerindeki  geçmişte hayatın merkezini oluşturan camilerin daha avlusuna girer girmez sizi içine çeken ve kendi aleminde eriten bir havası vardır. Bu eserlerin ilahî olana hasredilerek yapılmış olmaları onlara insanlara karşı ayrıca tesir eden bir üstünlük vermiştir. Fatih’te bir yarımada gibi üç tarafı yollarla ve tabii araba gürültüleri ile çevrilmiş olan Nişanca Camisi’nin bahçesinde birkaç nefes almak için durur ve oturursanız, etrafındaki bütün menfiliklere rağmen geçmişin ikliminden bir nefes alabilmek ve sükûneti tadabilmek bahtiyarlığına erişebilirsiniz.  Caminin bütün şekli ile insanı ilahî olana hazırlamak gibi bir gaye ile inşa edildiğini anlayabiliyor, bu taşlardan müteşekkil binanın insana tesir eden kuvveti karşısında hayranlık duyuyorsunuz. Büyük veya küçük, geçmişte yapılmış olan eserlerin kahir ekseriyetinde kendini duyduran bir tesir yapabilme kudreti var. Bir camiyi, köprüyü, kasrı yahut ahşab bir evi meydana getiren fikir ve ellerin hala aynı canlılıkta, ilk günkü azametini koruyabilen bu eserlerde bıraktığı izleri mimarî bir bilgiye sahibi olmasanız da hissedebiliyorsunuz. Tam da bunun için yapılmışlar: Bir arada yaşama kültürünün parçası olarak insandan insana geçebilen ve arada vasıtalık eden bir nevi konuşabilen, taşlarla, süslemelerle, renkler kurulan ve devamlılığı sağlayan ilişki.

Bu eserlerin hemen ilk bakışta fark edilmeyen, fakat çok mühim ayrıntıları vardır. Kimi temellerindeki şaşırtıcı özellikleri ile kimi duvarlarında saklı hususiyetleri ile bir kez daha kendine hayran bıraktırır. Sanki gösterebileceği hünerin bu kadar olmadığını isbat etmek isteyen ustalar işi biraz daha ileri götürmenin yollarını aramış gibidir. Bunlardan biri de artık hepimizin çeşitli vesilelerle öğrendiği ve bildiği camilerin duvarlarına kondurulmuş kuş evleridir. Dünyada bilinen ilk kuş hastanesini kurmuş olan bir medeniyetin mimarları, ustaları şehrin dört bir yanına bunlar gibi binlercesini yapmak imkânına sahibken niçin böyle usûl takib etmişlerdir? Niçin sadece birkaç kuş için değil de, binlerce kuş için böyle ebediyete varacakmış gibi kalıcı evler yapmamışlardır, niçin müstakil değil de, cami duvarı veya bir eserin üzerinde?

Gerçek bir estetik eser kendi güzelini ve ahengini diğer insanlara duyurması kadar, onu doğuran doğruların da aksettiricisidir. Kuşlar için bu ebedi inanışın mabedlerinde yuvalar yapan insanların, “kuşların yuvalarının” bozulmasının büyük günah olduğuna dair inançlarının da bunda pay sahibi olduğunu düşünmek lâzım. Esasında sanat tarihi araştırmacılarının mistik kıymetleri de göz önünde bulundurarak bu eserleri incelemeleri gerekir. İlâhi mabedlerin sadece süslemek gayesi ile bu yuvalarla donatıldığını düşünmek bönlük olur.

Bugünün şehirleşmesinin insan tabiatına karşı olduğunu artık kabul etmek gerekir. Çünkü çarpık olandan güzel bir şey çıkmaz. Gelişi güzel olarak kurulmuş olan mahalle ve şehirlerin oluşmasında en az paya sahib olanlar burada yaşamak zorunda bırakılan insanlardır. İnsan âdet ve geleneklerinin hızla yozlaşmasına sebeb olan bu tip bir şehirleşmenin bırakın bir şehir kültürü oluşturmasını en tabii insan muaşeret ve adabını öldürdüğünü an be an yaşayarak görüyoruz. Her güzelliği bünyesinde toplamak ve doğurmak vazifesinden her türlü çirkinliğin menbaı olma durumuna gelmiş olan şehirlerin aslına rücu etmesi geçen her günle biraz daha imkânsızlaşıyor. Gayesinin ufkuna sadece dünyevi olanı koyarak ulaşılabilecek toplum ve devlet şekli, insan olmak gayesinden ve ebedî olandan uzaklaşmaktan başka bir netice doğurmaz.

Kendi medeniyetinin en ince noktalarda bile aksetmesi için çalışmış ve eserlerini ortaya koymuş bir toplum kurmuşken bugün bir kuşu bir yana bırakın, insanı bile nesneleştiren “estetik harikası” binaların sahibiyiz. Bu “estetik harikaları”nı meydan getiren ana fikir, mekânda yer kazanma ve daha fazla alan açma düşüncesiydi. Artık o mekânlarda insanın bedenine olsa da ruhuna yer yok. Kuşlar mevzu bahis bile olamaz…

Zeynel Abidin Danalıoğlu

Aylık Dergisi 164. Sayı

adminadmin