Kültür
Giriş Tarihi : 23-09-2018 18:00   Güncelleme : 23-09-2018 18:00

Şükür ve Nankörlük

Şükür ve Nankörlük

“Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!” (İbrahim, 14/7)

İsrailoğulları bir zamanlar Firavun’un baskı ve zulmü altında hayat sürüyor; onun, ailesinin ve yakın çevresinin çeşitli işkencelerine maruz kalıyorlardı. Bir defasında kâhinler kendisine, Beni İsrail’den bir çocuğun saltanatına son vereceği haberini verince, erkek çocukları öldürtmeye başlamıştı. Kadınları özellikle sağ bırakıyor; bunu da onları çocuklarından ve erkeklerinden ayırarak acı çektirmek, köleleştirmek, tahkir etmek için yapıyordu. Nihayet Allah’ın lütfu ile baskı ve zulüm dönemleri sona erdi. Ancak İsrailoğulları zaman içinde, geçmişte yaşadıkları olayları unuttular; dini hayatlarında zafiyetler yüz göstermeye başladı. Bunun üzerine Hz. Musa kendilerine, geçmişte yaşadıkları baskı ve zulüm dönemlerini hatırlattı; sonra da kıyamete kadar dünya semasında yankılanacak şu uyarıda bulundu:

“Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!” diye bildirmişti. (İbrahim, 14/7.)

Hz. Musa, İsrailoğullarını, bu zor zamanlardan kurtulmalarının şükrünü eda etmeye çağırmaktadır. Çünkü sahip olunan bütün nimetler şükrü gerektirmektedir. Şükür sorumluluğunu yerine getirebilmek için, öncelikle nimeti nimet olarak bilmek gerekir. Kişi, sahip olduğu şeyin nimet olduğunu kabul ederse şükredebilir. Şükredince, nimeti veren ile arasındaki bağ güçlenir. Şükretmediği takdirde ise nimeti verenden uzaklaşır; belki zamanla aradaki bağın tamamen kopması söz konusu olur. Hz. Süleyman, Sebe kraliçesinin tahtının göz açıp kapayıncaya kadar yanı başına getirildiğine şahit olunca, bunu Allah’ın bir lütfu olarak görüp derhâl şükretmişti. (Neml, 27/40.) Hz. Peygamber de (s.a.s.) sevinçli bir durumla karşılaştığında şükür için secdeye kapanırdı. (Ebu Davud, Cihad, 162.)

Şükür sorumluluğunu yerine getirebilmek için gerekli olan bir diğer husus da elindeki nimete kanaat etmektir. Nitekim “Şükrün hakikati, aza razı olmaktır.” denilir. (İbn Faris, Şkr Mad. III, 208.) Hz. Peygamber de kanaatkârlığı şükrün en ileri derecesi saymıştır. (İbn Mace, Zühd, 24.) Kişi maddi yönden kendisinden daha yukarı olanlara değil daha aşağı olanlara baktığında Allah’ın verdiği nimeti küçümsememesi gerektiğini anlar. (Müslim, Zühd, 9.) Şükür sayesinde, olumsuz görünen şeyleri olumlu bir bakış açısı ile yorumlayabilme imkânı bulur. Hırs ve kanaatsizliğin sürüklediği umutsuzluk ve mutsuzluk duygularının cenderesinden kurtulabilir. İçinde bulunduğu kısır döngünün dışına çıkıp geniş bir perspektiften olaylara bakabilir. Sanılmasın ki şükür onu miskinliğe, tembelliğe, nemelazımcılığa yöneltir. Tam aksine, olumsuz duygulardan kurtularak ulaştığı bu rahatlık ve huzur hâli, ona hayata yeniden sarılmak için güç verir. Artık o bu mücadelesini, sahip oldukları için kanaat,  sahip olmak istedikleri için tevekkül duyguları ile kuşanmış bir şekilde, dengeli bir ruh hâli ile sürdürür.

Şükreden kişi, nimete; iman, ibadet ve itaatle karşılık verir. Nimeti, veriliş amacı doğrultusunda, Hak Teala’nın razı olduğu şekilde kullanır.  Bu yüzden şükrün, sadece kalp ve dil boyutu değil, aynı zamanda davranış boyutu da bulunmaktadır. “Ey Davud ailesi! Şükür için çaba gösterin.” (Sebe, 34/13.) ayeti, bu gerçeği ifade etmektedir.   Kur’an’da Hakk’a davet konusunda büyük mücadeleler veren peygamberlerden bazıları, şükür konusunda örnek gösterilmiştir. Mesela Hz. Lut, kavmini Allah’a karşı gelmekten, kadınlar yerine erkeklere yaklaşma çirkefliğine saplanmaktan sakındırmış; ancak kavmi onu alaya almış, onun uyarılarını reddetmiştir. O, peygamberlik görevini tam olarak yerine getirebilmek için canhıraş bir mücadele içindedir. Bu azgın insanların kötülüklerini engellemek isterken yaşadığı sıkıntı ve zorluk Kur’an’daki ifadelerine yansımıştır. (bkz: Hud, 11/77, 80.) Sonunda kavmi helak olmuştur. Kur’an’da onun bu mücadelesinin fiili bir şükür olduğu şöyle ifade edilmiştir: “Katımızdan bir nimet olarak onları seher vaktinde kurtardık. Biz şükredeni işte böyle mükâfatlandırırız.” (Kamer, 54/34-35.) Şükür konusunda bir diğer örnek de Hz. Nuh’tur. Kur’an da Hz. Nuh için “Bilesiniz ki Nuh çok şükreden bir kul idi.” (İsra, 17/3.) denilmektedir. Hz. Nuh, kavmini putperestlikten uzaklaştırıp tevhid inancına döndürmek için çok mücadele etmiştir. Ancak kavmi ona inanmamış, kendisine itham, tehdit ve meydan okumalarla karşılık vermişlerdir. Hz. Nuh uzun mücadelelerin sonunda kavminin putperestlikten vazgeçmediğini görmüştür. İnanmayanları cezalandırması için Allah’a ettiği dua kabul edilmiş, eşi ve oğlu dâhil inanmayanlar tufanda boğulup giderken Hz. Nuh ve ona inananlar selamete ermişlerdir. Şükrü ile övülen diğer bir peygamber olan Hz. İbrahim; nimetin küçüklüğüne bakmadan her nimete şükretmekte (Nahl, 16/121.) Allah’ın emir ve yasaklarına tam olarak riayet etmede büyük hassasiyet göstermektedir. (Necm, 53/37.) Kendisinden başka iman edenin olmadığı bir zamanda yaşamış, tek başına iman etmiştir. İnkârcılarla olan mücadelesinde onların delillerini çürütmüş, her tehlikeye göğüs germiştir. Bu itibarla Allah’ın elçileri, gösterdikleri büyük çaba, giriştikleri amansız mücadele ile risalet nimetinin gereğini yerine getirmişler; fiilen şükretmek suretiyle ilahi övgüye mazhar olmuşlardır.

Şükrün ve nankörlüğün çeşitli sonuçları bulunmaktadır. “Eğer şükrederseniz, elbette size artıracağım.” ayetinde belirtildiği üzere şükrün sonucu, nimetlerin artırılmasıdır. Söz konusu cümlenin yapısında nesneye yer verilmemiş; dolayısıyla artırmanın kapsamına dair bir sınırlama yapılmamıştır. Kul maddi nimetlere daha çok şükrederse bu nimetler kendisine daha çok ulaşır. Şükür bu nimetleri daim kılar. Nimetlerin artırılması manevi nimetler için de söz konusudur. Dolayısıyla Yüce Allah, daha dünyada iken şükründen dolayı kulunu ödüllendirmektedir. O’nun güzel isimlerinden biri olan “şekür” kelimesi, kulun yaptığı az amele kat kat karşılık vermesi anlamına gelmektedir.

Şükrün zıddı olarak nankörlük, iyiliğin kıymetini bilmemek, günahlara dalarak şükrü terk etmek;  nimetleri razı olmadığı şekilde kullanmak, anlamlarına gelmektedir. Sonsuz kerem sahibi Allah, önceki cümlede vadini açık açık ifade etmişken, “Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!” (İbrahim, 14/7.) cümlesinde ise tehdidine sadece işaret etmekle yetinmiştir.  Zira tehdidin işaret yoluyla zikredilmesi daha etkili bir üsluptur. Nankörlüğe karşılık O’nun vereceği ceza, bu dünyada nimetlerin ellerinden alması, ahirette de bu nankörlüklerinden dolayı acı verici bir şekilde cezalandırılmalarıdır.

Yüce Allah Kur’an’da nimetlerine nankörlükle karşılık verenlerin akıbetine dair örnekler vermektedir. Bu örneklerden birinde güven içinde hayatlarını sürdüren, rızıkları kendilerine bol bol ihsan edilen bir şehir halkının durumu zikredilmektedir. Bu şehir halkı peygamberi yalanlamış, Allah’ın emirlerine muhalefet etmiş, imkânlarını ihtiyaç sahipleri ile paylaşmayı reddetmiş, nimetlere şımarıklık ve nankörlükle karşılık vermişlerdir. Bunun üzerine nimetler ellerinden almış, daha önce bilmedikleri açlık ve korku duygusunu şiddetli bir şekilde tatmışlardır. (Nahl, 16/112.)

Netice olarak İbrahim suresinin 7. ayetinden anlaşılmaktadır ki;  nimetler insana şükretme sorumluluğu yüklemektedir. Şükür, kalp ve dil ile yetinilmeyip davranışlarla desteklendiği takdirde, tam olarak eda edilmiş olur.

Allah sadece şahıslara değil milletlere de nimetler ihsan etmektedir. O yüzden milletler de geçmişlerini unutmamalı, nimetlerin kendilerine yüklediği sorumluluğu ifa etmelidir. Aksi takdirde ahiretten önce dünyada bu nimetlerden mahrumiyetle karşı karşıya kalacaklardır.

Dr. Abdülkadir Erkut / Diyanet Dergisi

adminadmin