Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 08-07-2013 15:24   Güncelleme : 08-07-2013 15:24

Heinrich Von Kleist

Heinrich Von Kleist - Kelimelere Tanınan Ayrıcalık   Her zamankinden farklıydı, bu sefer edip seçme işi, kelimelerin inisiyatifine verilmişti bir kere

Heinrich Von Kleist
Heinrich Von Kleist - Kelimelere Tanınan Ayrıcalık
 
Her zamankinden farklıydı, bu sefer edip seçme işi, kelimelerin inisiyatifine verilmişti bir kere. Edip mi dedim şair diyecektim aslında. Çünkü kelimeler kendi başlarını belaya sokacak birini arıyorlardı onlar arasından? Dağlar ormanların keskin kokusuna doğru daha bir ayılıyorlardı artık. Bu alışıldık bir şeydi tabii. Her şey kendi detaylarınca çoğalmaya başlıyordu değişik bir biçimde. Kısaca faklı olan neyse onu çoğaltacak bir kelime bulunurdu cümle coğrafyalarda, çünkü bu uçsuz bucaksız zeminin edip yüreğine uzanan, hep bir patika yolu bulunurdu.
 
Değişik bir rayihası vardı havanın, havanın ve solunan her nefesin değişik bir sarmalayışı vardı insanı. Ormanların dile gelen ağaçları, ağaçların da rüzgara nazire olsun diye şarkı söyleyen dalları vardı. Rüzgar ve dallar milyonlarca senelerdir farklı bir dil üzerinden birbirlerinin kulaklarına şarkı mırıldanırlardı.
 
Kleist’tan bahsediyoruz, bırakıp gitmenin dilini en muhkem şekilde kuran kişiden. Her kelimenin bir kurşun gibi ete değdiği ve muhatabından sonra dönüp sahibini yaraladığı adamın, Alman yazınındaki adı; Kleist’tan.
 
1777 yılında Frankfurt'ta doğdu. Varsıl bir ailenin çocuğu değildi. Ayrıcalıklı bir eğitim almamış olmakla birlikte Prusya ordunda askere kaydolmuş, 7 yıllık bir sürenin sonunda yüzbaşı rütbesiyle oradan da ayrılmıştı. Alışıldık bir dünyaya dikiş tutturamayacağı daha bu yaşlarında belliydi. Yine de hukuk ve felsefe eğitimi tahsil ettikten sonra devlette memur olarak göreve başlamıştı. Dağınıktı ve hiçbir şeye karşı umarı yoktu, belki de kendi sevgisinin yerine yine kendi tutkularını geçirmişti. Yüzyılının bütün rüzgarları onun üzerinden esiyordu sanki. Sevmek, tutkulanmak, aşırıya gitmek ve ihtiras, kısacası rüzgarı olan ne varsa esmeye ondan başlıyordu. Ajanlıkla suçlanmasından tutun da cezaevinde yatmaya, düello etmekten tutunda gazete çıkarmaya kadar her türlü hayat meyvesinin tadını tatmıştı. Onu hayatta şaşırtacak bir şey kalkmamıştı artık. Bu kısa ömür yolculuğunda; her olumsuz istasyonda bir müddet kalmıştı ya, onun için olmanın en dişe değer biçimi acı ve tutkuydu artık. Nişanlanmış ve nişanını bozmuştu. Bu kısa süren mutluluk zamanlarından sonra, ülke ülke dolaşmaya başlamıştı.
 
Prag, bildik şehirlerin en gri olanıdır ve o da Prag’dan biraz karamsarlık rengi almaya gitmiştir. Sonra, onunla olan ilgisinin ölümle yazgılanacağı anlaşılan, yani başkent olmanın en belalı elbisesini giyen Berlin’le, ilişkilerin en esrarengiz olanıyla ilgilendi. Avrupa’nın bütün önemli şehirlerinin acıyla bulaşan kaderleriyle bir tür ortaklık kurdu. Sevdiği her şehrin ufkunda tutkulu bir ölüm görülüyordu artık. Her şehrin ve her şeyin.
 
Bu sırada kelimeler de birer birer sevdalanıyordu. Hepsinin kendine karşı bir güveni ve başkalarına karşıysa farklı bir duruşu vardı. İki kelimeyi birbirinden ayırt etmek, kelime dünyasının sakini olmakla eşdeğerdi. Bu doğrultuda hangi kelime, kendisini uçuruma taşıyacak olan bir yazın adamını, bir dil ustasını severdi, bunu bilmek başlı ve sonlu bir iş, bir didişme gerektirirdi insanlar arasında. Bazen soruverirdi insan; uçurumları güzelleyecek şairlerden bir kelime, ne öğrenilebilir diye? Cevap, belki de hayatın kendisindeydi. Belki de bütün kelimeler, dil ustalarıyla birlikte kendi yüzlerinde bulunan, fakat o zamana kadar görmedikleri ve göstermedikleri, kader çizgisini yeniden keşfediyorlardı. Hepsi, kendi önlerinde yeni bir anlam haritası açılsın istemiyorlar mıydı? Onların bu serüveninde, dili çapraz geometriden seven, ona farlı alanlar açan, edip veya şair; farklı olan herşeyin imkanı ve dilin eşyayı yeniden kavradığı yırtıcı bir yolculuk değil miydi?
 
Belki de bütün kelimeler, dil ustalarıyla birlikte kendi yüzlerinde bulunan, fakat o zamana kadar görmedikleri ve göstermedikleri, kader çizgisini yeniden keşfediyorlardı. Hepsi, kendi önlerinde yeni bir anlam haritası açılsın istemiyorlar mıydı? Onların bu serüveninde, dili çapraz geometriden seven, ona farlı alanlar açan, edip veya şair; farklı olan herşeyin imkanı ve dilin eşyayı yeniden kavradığı yırtıcı bir yolculuk değil miydi?
 
Sevdiği çok az şeyin arasında bir de kızkardeşi vardı Klest’ın. Uğruna hayatını adadığı bilimden, olanca gücüyle tiksinmiş, insanlarla kendi arasına üşüten bir mesafe koymaya başlamıştı. Kleist İsviçre’ye giderek orada bir köye yerleşti ve bir müddet köylü gibi yaşadı. Geç yaşlarda şiir yazmaya arzu duydu ve dilinin en önemli şairlerinden biri haline geldi. Sonra Berlin. Başıbelalıların her şeyiyle bu yüzyılda tanıklığını yaptığı bu şehir, onu notaların üzerinden Henrietti Vogel’le tanıştırdı. Henrietti Vogel (soldaki resim), Berlin’in en estetik ölümü gibiydi, Kleist’in ömür kitabında.
 
İntiharın yakasına takılan kırmızı bir gül gibi duruyordu, solmanın hemen yanıbaşında duran en etkili silah olduğunu ondan daha iyi bilen biri daha yoktu onun çağında. Sararıp solmak daha bir etkili kılıyordu onu. Bir tür zamansızı oynuyordu. Hayata hep sert davrandığından olacak yerküre üzerinden ona yansıyan ne varsa hepsi bir intikamı onun yüzüne karşı okur gibiydi. Henrietti Vogel 1811 yılının yüzünde, ölüme giden bütün yolların yansımasını görüyordu. Notaların ve kelimelerin yardımıyla iki arkadaş birlikte olmanın rüyasına yattılar önce. Erkek, tutku ve kadın; bu üç kelime akıbeti belli olmayan bir son olmuştur tarihin bütün devirlerinde; Kleist, evvela Vogel’i öldürdü daha sonra da kendisi intihar ederek, finali iki kişiye eşlik eden en kanlı eserini yazdı. Şiirin bütün kıtalarında ölüm; estetize edilebilir bir eylem olmuştur artık.
 
Şair 18 Ekim 1777 de doğmuş olup, 21 Kasım 1811 de ölmüştür. İki tarih arasında kalan kısımlar şaire aittir.
 
SÖZLERİ:
 
“Pişmanlık, düşmüşlerin masumiyeti demektir.”
 
“Dua ile başlayan her şey; iyilik onur ve zaferle taçlandırılır.”
adminadmin