Güncel
Giriş Tarihi : 25-07-2023 14:02   Güncelleme : 25-07-2023 14:02

Sayın Süleyman Ateş, ateşten sakın Banka Faizleri En Katmerli Zulüm ve Sömürü Aracıdır!

Elâzığ Yerel Televizyonu Kanal 23'te (12 Temmuz 2023) “Ayrıntı” programına konuk olan Sn. Süleyman Ateş bir soru üzerine: “Hz. Peygamberimiz dönemindeki RİBA ile bugünkü Banka faizinin aynı olmadığını, Kur’an’da RİBA'nın yasaklandığını” söyleyerek, dolaylı şekilde bugünkü faizci banka sistemini meşrulaştırıcı bir tavır takınmışlardı.

Sayın Süleyman Ateş, ateşten sakın  Banka Faizleri En Katmerli Zulüm ve Sömürü Aracıdır!

 

Aynı söyleşide "Hadislerin hangisinin sahih olduğunu Allah bilir!?" diyerek kayıtlı bütün hadislerle ilgili kafalara şüphe tohumları eken Sn. Süleyman Ateş, “Bir ayağı kabir çukurunda iken hâlâ fıtratının gereği, toplumun itikadını ifsat kasıtlı fırsatçılık mı yapmaktaydı?” soruları aklımıza takılmıştı. Yaklaşık 35 sene önce çıkardığı Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri kitabında, Nisa Suresi 24’üncü ayetindeki: “İstimta” (yararlanma) kelimesini “Belirli bir süre, para karşılığı bir kadınla cinsi münasebet ruhsatı” şeklinde yorumlayıp, ülkemizde ve üniversitelerimizde gençler arasında bu sapkın ilişkilerin “Dini fetva” perdesi altında yaygınlaşmasına yol açmıştı. O dönemde kendisine yönelik bir tenkit yazımızda, bütün Ehl-i Sünnet ulemasının “haram” saydığı, sadece bazı ŞİA mensuplarının caiz buldukları “Para karşılığı geçici (mut’a) nikâhı konusunda Sn. Süleyman Ateş; şayet olsaydı, dul bacıları ve kızları için bu maksatla yapılacak tekliflere de açık mıdır? Değilse, hangi vicdanla Müslüman halkımızı yozlaştırmaya çalışmaktadır?” diye sorduğumuzda bize mahkeme açmıştı...

 

GELELİM ASIL FAİZ KONUSUNA:

 

Kur’an-ı Kerim’de ve özellikle Bakara Suresi 275’inci ayetinde yasaklanan ve toplumun ekonomik, sosyal ve siyasi dengeleri için büyük tehlike sayılan FAİZ, bugünkü Banka ve Kredi faizleridir.

 

“(Farklı isimler ve sistemler içerisinde ve çeşitli şekillerde) Faiz (riba) yiyenler (ve faiz ekonomisini yürütenler; dünyada asla ayakta duramayacak, onurlu ve huzurlu yaşayamayacak, kıyamet günü ise) ancak şeytan çarpmış (sara nöbetine yakalanmış) olanın kalkışı gibi, (Allah’ın kahrına uğramış) olmaktan başka (bir tarzda) kalkamayacaklardır. Bu, onların: "Alım-satım da ancak faiz gibidir" demelerinden (faizi helâl görmelerinden ve faize fetva üretmelerinden) dolayıdır. Oysa Allah, (riskli ve zahmetli) alışverişi helâl, (emek sömürücü ve kan emici) faizi ise haram kılmıştır. Böyle her kime Rabbinden bir uyarı ve yasaklama gelip de (faize) bir son verirse, artık geçmiş (dönemdeki uygulamaları ve kazandıkları) kendisine kalır (ve bağışlanır; bundan sonraki) işi(nin başarısı ve bereketi) de Allah'a aittir. (Devlet ona helâl ve hayırlı kazanç yolları göstermelidir.) Kim de (cahili sisteme) geri dönerek (faizli muameleye devam ederse), artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. [Not: Bu ayette “Elleziy ye’külü-r riba” (Faiz yiyen kimse) denmeyip; çoğul olarak “Elleziyne ye’külune-r riba” (Faiz yiyen kimseler) buyrulması, yani, ismi mevsulün, cemi müzekker salim kalıbı ile getirilmiş bulunması; asıl tehlikeli ve tahrip edici FAİZ’in, ferdi riba muamelesinden ziyade, bugünkü gibi bir sistem halinde ve resmi müesseseler (banka şubeleri) eliyle yürütülen faiz cinsinin olduğuna dikkat çekmek amaçlıdır.]”

 

“Allah, faizi (faizci sistemleri ve halka zulmeden hükümetleri) yok edip (iflasa ve inkıraza sürükler) de, sadakaları (servet ve üretim vergisi olan zekât müessesesini, yani Kur’an’a dayalı adil bir düzeni uygulayan cemiyet ve devletlerin gücünü ve refahını ise) arttırır. (Bu nedenle adil devletin de faizi yasaklaması lazımdır.) Allah, (faizi mübah sayan) günahkâr kâfirlerin ve fırsatçı nankörlerin hiçbirini sevmez. (Onları hidayet ve inayetinden mahrum bırakır.)”

 

“Şayet böyle yapmazsanız, (yani faizi, faizci düzenleri ve yöneticileri bırakmazsanız) Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı (adil devlet ve hükümet düzeninin temellerini yıktığınızı) bilip anlayın (ve ona göre davranın). Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. (Öyle ise mü’minler faizsiz düzene geçmek için çalışmalıdır.)” (Bakara Suresi: 275-276, 279 / Bak: Ahmet-Abdullah Akgül - Yüce Kur’an’ın Manası ve Mesajı)

 

Evet, bir kısım ilim ehli, “Bugünkü bâtıl ve bozuk sistemde, paranın değer kaybı (enflasyon oranı) kadar faizin günah sayılmayacağı”nı belirtmiş olsalar da, bunun geçici bir cevaz olduğunun ve şuurlu mü’minlere düşen asıl görevin, faizsiz bir sistem kurmak olduğunun mutlaka vurgulanması ve Müslümanların uyarılması lazımdır.

 

İşte Din istismarcılığı ve mağduriyet edebiyatıyla iktidara taşınan şu AKP iktidarında 21 yılda, içerideki rantiye baronlarına ve dışarıdaki Siyonist bankalara, tam 1 trilyon 543 milyar dolar faiz ödemesi yapılmıştır.[1] Aslında bu parayla Türkiye, dünyanın en kalkınmış ve tam bağımsızlığını kazanmış müreffeh bir ülkesi yapılırdı… Bu arada dış ve iç borç toplamının 1,5 trilyon doları aştığı gerçeği de, çeşitli rakam oyunlarıyla toplumdan saklanmaktadır. Ülkemizi bunca borca, sefalet ve esaret altına sokan, işte “Bu bankaların FAİZ’i Kur’an’daki RİBA sayılmaz…” diyerek meşrulaştırılmaya çalışılan Bankacılık ve faizli borç uygulamasıdır. Şimdi sormak lazımdır: Bu korkunç zulüm ve sömürü çarkının merkezinde bulunan Banka faizlerini, Kur’an’ın yasakladığı RİBA’dan ayrı tutmak ve halkımızı avutmak, dünyadaki sömürü sisteminin baronları olan bir avuç Siyonist-Haçlı Karunlara hizmetkârlık yapmak ve kolaylık sağlamak sayılmaz mıydı?

 

Değerli bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın "Ticaret ve Faiz" kitabından bazı bölümleri, hem yanlışlarını düzelterek hem noksanlarını gidererek, yani hem tebrik hem tenkit kasıtlı aktarmakta fayda görüyoruz:

 

FAİZ KAVRAMI VE SÖMÜRÜ ÇARKI:

 

Faiz, (yani bugünkü bankalardan alınan kredi faizleri) maliyetleri sürekli yükseltip para ihtiyacını artırarak enflasyonun en büyük amili (ve sebebi) olmaktadır. Kredi sisteminde sermayeye bir maliyet ödenir. Buna “finansman maliyeti” denir. Üretimden pazarlamaya kadar her safhada fiyatlara eklenen finansman maliyeti, kar topunun büyümesi gibi fiyatları sürekli yükseltir. Finansman maliyeti krediye ödenen faizdir. Sistemin etkili olduğu ekonomilerde kredi kullanmayanlar bile ürettikleri mal ve hizmetlere finansman maliyeti koyarlar. Çünkü banka faizi, meydana gelecek enflasyonun bir göstergesidir. Bu sebeple onlar, enflasyona karşı korunmak için buna ihtiyaç duyarlar. Böylece fiyatlar sürekli artarken, dar ve sabit gelirlilerin serveti hızlı bir biçimde erimektedir.

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk devirlerinde 1 lira, 7,364 g ağırlığındaki bir altın demekti. 1960’ta altının fiyatı 60 liraya, 1 Kasım 1999’da ise 35.750.000 TL’ye çıkmıştı. Paranın bu kadar değer kaybedeceğini 50 yıl önce söyleselerdi kimse inanmazdı. Bu değer kaybı fiyat artışı olarak halka yansıdı ve bu sayede birçok servet, sahibinin elinden çıktı ve haksız olarak başka servetlere katıldı.

 

Hatırlayınız; Türkiye’nin 2000 yılı bütçesi hazırlanırken vergi gelirlerinin 24 katrilyon olması hesaplanmış, bu yılda 21,1 katrilyon iç borç faizi ödenmesi öngörülmüştü. 1999 itibarıyla anapara borçları 18,5 katrilyona çıkmıştı. Türk hükümeti bütün harcamaları durdursa da vergi geliriyle iç borç taksitlerini ve faizleri ödese, alacağı verginin tamamını verdikten sonra 15,6 katrilyona daha ihtiyacı olacaktır. Bu tarihte Türkiye’nin 100 milyar ABD doları (50 katrilyon) dış borcunun olduğu ve bunun anapara ve faiz ödemelerinin de karşılanması gerektiği düşünülürse, FAİZ’in tahribatı ve bu nedenle ülkenin iflası ortaya çıkacaktır. Buna karşılık 2000 yılı bütçesinin 47 katrilyon olması öngörülmüştü. Bu demektir ki, Türkiye, ayakta durabilmek için 2000 yılı içinde yeni borçlara ihtiyaç duyacaktı.

 

İç borçların büyük kısmı ise, birkaç zenginden alınmıştır. Bunların 200 aileyi geçmediği konuşulmaktadır. Bu paralar, onların kullanım dışı tuttukları nakitlerine karşılık alacaklarıdır. 1960’lı yıllarda, gün gelip zenginlerin devletten alacaklarına, bütçenin yetmeyeceği söylenseydi kimse inanmazdı.

 

22 yıldır ülkenin başında bulunan AKP iktidarının "Faiz sebep, Enflasyon sonuçtur. Bu konuda NASS mevcuttur” şeklindeki istismar edebiyatı yanında tamamen faizci ve dış güçlere teslimiyetçi icraatları yüzünden, şimdi ülke ekonomisi iflas noktasına dayanıp tıkanmıştır...

 

“ENFLASYON”UN ANLAMI VE ARKA PLANI

 

Enflasyon, fiyatlarda görülen sürekli artış diye tarif edilebilir. Fiyatların artması demek, aynı mal ve hizmet için, eskiye göre daha fazla para ödenmesi demektir. Bunun sebebi ya paranın değer kaybetmesi ya da maliyetlerin artması olabilir. Birinci ihtimal geçerliyse “talep enflasyonu”, ikincisi geçerliyse “maliyet enflasyonu” olur.

 

Banka kredilerinin, dolayısıyla kaydi paranın artışı, kamu harcamalarının para basmak suretiyle karşılanması, bütçe açıkları ve paraya olan güvenin kaybolması gibi şeyler, talep enflasyonunun sebepleri arasında yer alır.

 

Maliyet enflasyonunun sebepleri ise; faiz, vergiler ve devalüasyon ile tekelci özellik taşıyan firmaların, ürettikleri mal ve hizmetin fiyatını haklı bir gerekçeye dayanmadan sürekli artırabilmeleridir.

 

TALEP ENFLASYONU VE ÖNLEME YOLLARI

 

Talep enflasyonu, mallara yönelik aşırı talebin fiyatları yükseltmesidir. Aşırı talebi doğuran şey piyasadaki para bolluğudur. Bu sebeple talep enflasyonu, dolaşıma ihtiyaçtan fazla para sürülmesinden dolayı paranın değer kaybetmesine yol açan olaydır.

 

İster madeni ister kâğıt olsun, her para değer kaybedebilir. Ancak dolaşıma ihtiyaçtan fazla para sürülmesine bağlı değer kaybı (Altına endeksli) madeni para düzeninde pek görülmeyecektir. Çünkü bu düzende para miktarı eldeki altın ve gümüşle sınırlı haldedir.

 

Kâğıt para düzeninde ise, para basmak kolaydır. Kâğıdın ağırlığı, kalitesi ve büyüklüğü önemli olmadığından para otoritesi, istediği kadar para basabilir. Piyasaya ihtiyaçtan fazla para sürme olayı, esasen kâğıt para düzeninde görülmektedir ve enflasyonun önemli bir sebebidir.

 

ENFLASYON BELASINDAN KURTULMAK İÇİN:

 

• Zirai ve sınai alanında yerli ve Milli kalkınmanın mutlaka başarılması…

 

• Herkese istihdam sağlayıcı tedbirlerin alınması…

 

• Milli Eğitimin “Her alanda yeterli ve gerekli teknik eleman hazırlayıcı, lüks ve fantezi bilgi hamallığından” gençliği kurtarıcı bir programa kavuşturulması üzerinde durulmaması, yani sorunların aktarılıp, çözüm yollarının ortaya konulmaması önemli bir noksanlıktır.

 

MALİYET ENFLASYONU VE SONUÇLARI!

 

Maliyet enflasyonu, mal ve hizmetlerin maliyetinde görülen sürekli artıştır. Bunun sebebi; faiz, mal ve faktör piyasalarında tekelci eğilimler, vasıtalı vergiler ve devalüasyon diye özetlenebilir.

 

Emek, sermaye ve tabii kaynaklar gibi üretim faktörleri, mal ve hizmetlerin gerçek maliyetini oluşturur. Bunların fiyatlarının artması, maliyetleri artırıverir.

 

Mal ve hizmet piyasalarının tekelci özellik taşıması halinde, tekelci firmalar keyfi bir biçimde ve sürekli olarak fiyatlarını artırabilirler.

 

Vergiler, maliyetlere eklendiğine göre, bunların enflasyonu artıracağı açıktır. Katma değer vergisi gibi satış sırasında alınan vergiler de fiyatları hemen artırır.

 

Milli paranın yabancı para karşısında değer kaybetmesi demek olan devalüasyon da ithal malların fiyatlarını yükselttiği için enflasyonu azdırır.

 

Maliyet enflasyonu ile talep enflasyonu tavuk ve yumurta gibi birbirinin hem sebebi hem sonucu sayılır. Her ikisinin sebebi de ekonominin normal seyri dışına çıkmasıdır.

 

Maliyet enflasyonunun en önemli unsuru faizdir. (Yani günümüzdeki sömürü çarkının merkezindeki bankalardan alınan kredi faizleridir.) Faiz, ham maddeden pazarlamaya kadar her safhada devreye girdiğinden maliyetleri büyük oranda artırır. Kredi kullananlar tedbirli olmak için yüksek kâr elde etmek zorunda kalırlar. Çünkü ödemelerde bir aksama olursa iflasa varan sıkıntılar doğacaktır. Bu da fiyatları artıran bir başka unsur olmaktadır.

 

Banka ise bir taraftan kaydi para çıkararak para arzını artırır; diğer taraftan aldığı faizle maliyetleri artırıp para talebini kışkırtır ve böylece iki taraftan enflasyona sebep olur.

 

• Katılım Bankaları

 

“Tasarrufları, faiz ödeyerek toplayıp faizli borç verme sistemine” Kapitalist düzende kredi sistemi denir. Bu işi ise daha çok bankalar yürütmektedir.

 

Ancak, parayı, ortaklık sermayesi olarak toplayıp bir tüccar sıfatıyla işletmek de mümkün ve münasiptir. Bunun için mudârebe, yani emek­sermaye ortaklığı kurmak gerekir. Emeği temsil eden tarafa “mudârib”, sermayeyi temsil eden tarafa da “rabbu’l­mal” denir.

 

Mudâribe, bankacılık hizmetleri yapma yetkisinin verilmesiyle faizsiz bankalar türemiştir. Türkiye’de bunlara, önce “Faizsiz Finans Kurumu” sonra “Katılım Bankası” adı verilmiştir. Bunlar, bankacılık hizmetleri dışındaki tüm işlerini bir tüccar sıfatıyla yapmakla mükelleftir. Katılım bankalarının mudârebeye dayalı olarak uyguladıkları sisteme bu kitapta “ortaklık sistemi” adı verilmiştir.

 

Katılım bankası ile para sahipleri arasında bir “mudârebe” yani emek­sermaye ortaklığı kurulur. Buna Türkiye’de kâr/zarar ortaklığı denir. Katılım Bankası, bu şekilde topladığı paraları bir tüccar sıfatıyla işletmeyi ve elde edeceği kârı ortaklarıyla paylaşmayı kabul ve taahhüt eder. Eğer zarar olursa ortakların sermayesinden gider. Bu durumda onun zararı, yaptığı işten gelir elde edememekle sınırlı kalır. Bankacılık hizmetlerinden sağlayacağı gelir ise kendine aittir. Çünkü o iş, kâr/zarar ortaklığı kapsamına girmez.

 

(Çağımız Kapitalist ekonomisinin veba mikrobu olan) Faizli borç, öteden beri bilinen bir uygulamadır. Önceleri çok parası olanlar faizli borç verebilirken, kredi sistemi sayesinde az parası olanlar da faizli borç verebilir hâle gelmişlerdir. Onlar borcu bankaya verirler; banka da topladığı diğer paralarla birleştirerek talep eden kişilere, faizli olarak borç verir.

 

“Mudârebe” de öteden beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri, ancak çok parası olanlar ortak bulurlarken, ortaklık sistemi sayesinde az parası olanlar da ortak bulur hâle gelmişlerdir. Katılım bankası, mudârebe akdi ile onların paralarını alır, topladığı diğer paralarla birleştirir ve iyi bir tüccar sıfatıyla kullanır.

 

“Katılım bankası kredi veremez. Çünkü krediden elde edilecek gelir faiz olur. O, bir yardım kuruluşu olmadığı için faizsiz borç da veremez. Zaten faizsiz borç, küçük yardımlaşmalar dışında verilemez. Çünkü bir kimseye sermaye verip kazanç sağlamasına yardımcı olmak, ama elde edeceği kârdan pay almamak insan tabiatına uymaz. Bu sebeple faizsiz kredi yoluyla sermaye toplayıp iş yapmak hemen hemen imkânsızdır.”

 

Bu yorum, Sn. Yazarın yanılgısıdır. Çünkü Akli, İlmi, Tarihi, Vicdani ve İslami esaslara dayalı ADİL DÜZEN’de "Hakkı mükteseb” kredisiyle... Yani faizsiz Devlet Bankalarına yatırılan, Karz-ı Hasen cinsinden ihtiyaç fazlası paraların miktarı ve bankada kalış zamanı oranında, Kredi çekme imkânı sağlanacaktır. (Bu konu; “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya” kitabımızda detaylarıyla anlatılmıştır.)

 

Faizsiz sermayeyi toplamanın tek yolu ortaklık kurmaktır. Para sahibini işe karıştırmadan kurulacak tek ortaklık çeşidi de mudârebedir. Bu sebeple katılım bankaları bu yolu kullanırlarsa caiz ve yararlıdır.

 

Ancak kâr-zarar ortaklığının esas alınması şarttır. Fikren ve fiilen, sadece kâr payı dağıtılması, FAİZ’e başka bir kılıf hazırlanmasıdır.

 

ENFLASYON FARKI VE FAİZ

 

Allah; alım satımı helâl, faizli işlemi haram kılmış ve şöyle buyurmuştur: “Eğer faizcilikten vazgeçerseniz anamallarınız sizindir. Böylece ne (fazla alarak) haksızlık edersiniz, ne de (noksan alarak) haksızlığa uğrarsınız.” (Bakara Suresi: 279)

 

Kâğıt para ile olan borcu, eksiği ve fazlası olmadan ödemenin tek yolu, para değerini dikkate almak, verilen para ile borçlanılan para arasında eşitliği sağlamaktır. Çünkü kâğıt parada denklik ancak böyle sağlanabilir. Bu sebeple bütün dünyada ilgili kanunlar değiştirilmeli; kâğıt paranın, üzerinde yazılı rakama göre değil, temsil ettiği satın alma gücüne göre işlem göreceği hükme bağlanmalıdır. O zaman, bu yolla yapılan haksızlıklar büyük ölçüde önlenmiş olur.

 

(Bu konuda en gerçekçi ve geçerli çözüm Adil Düzen’deki değeri değişmeyen, emeği ve üretimi simgeleyen SAĞLAM PARA’dır.)

 

DEĞER KAYBI İLE İLGİLİ OSMANLI UYGULAMASI

 

Osmanlılar altın karşılığında kâğıt para basmışlardı. “Kâime” adı verilen bu para zamanla önemli ölçüde değer kaybına uğramıştı. Para değer kaybının bazı ödemelerde dikkate alınması için 13 Rebiülevvel 1298 (13 Mart 1881) tarihinde şu irade­i seniyye (Padişah emri) çıkarılmıştı:

 

“Eytam sandıklarından kâime olarak idâne edilen mebaliğin ve kâime ile bey’ olunup müşteri zimmetinde kalan semen­i mebiin hîn­i idâne ve akd­i bey’de kâime ile altun ve gümüş sikke rayici her ne ise o hesap üzre istifası mukarrerdir.”

 

SADELEŞTİRİLMİŞ ŞEKLİ:

 

Eytam sandıklarından kâime olarak verilen borçlar ile kâime karşılığı satılan malların bedellerinden ödenmemiş olanların, borçlanma gününde ve satışın yapıldığı sırada altın veya gümüş paraya göre değeri her ne ise onun ödenmesi kararlaştırılmıştır.

 

Değer Kaybı Nasıl Hesaplanırdı?

 

Değer kaybı; altına, gümüşe ve enflasyon oranına göre hesap edilebilir. Bugün altın ve gümüş, para olmaktan çıkmış, diğer mallar gibi olmuştur. Artık o da değer kazanmakta ve zaman zaman ucuzlamaktadır. Mesela 1980 yılının ilk aylarında bir ons (31 gram) altın 850 dolarken, 9 Mart 1982 günü 335,5 dolara düşmüştü. İki yıl içinde doların da değer kaybettiği dikkate alınırsa, altının değer kaybının daha büyük olduğu görülür. Ancak altının borsalarda dalgalanması ve değerinin inip çıkması kısa vadelidir. Altın, uzun vadede değerini koruyabilecek özelliktedir. Para değer kaybının altına göre hesaplanması çok defa zararı karşılayabilir. Para değer kaybını enflasyon oranına göre hesaplamak en uygun yol olsa da enflasyon oranının tam olarak tespiti zor görülmektedir.

 

Üçüncü yol, piyasada geçerli yabancı paraların esas alınmasıdır. Onlar da birer kâğıt para olduğu için hem enflasyona uğramakta, hem de uluslararası borsalardaki genel eğilime paralel olarak dalgalanmaktadır.

 

Bu konuda her yerde geçerli bir prensip koymak zordur. Bunu, her yerin kendi durumuna ve şartlarına göre tespit etmek gerekir.” diyen Sn. Yazar bu konuda da yanılmaktadır. Adil Düzen programlarını iyi bilmemenin sıkıntılarını yaşamaktadır.

 

Para değer kaybının ödenmesi için tarafların önceden anlaşmaları gerekmez. Çünkü bu bir haktır, ama borcun özelliğine göre bazı farklı uygulamalar olabilir.

 

Borç ödeme, borçlanma günündeki değer üzerinden yapılır. Çünkü denklik (mümâselet) ancak bu şekilde sağlanabilir. Böylece ne borçlu haksız kazanç sağlar, ne de alacaklı zarara girer.

 

Enflasyonun normal seyrettiği dönemlerde veresiye mal alıp borcunu zamanında ödemeyen, ödeme gününden itibaren meydana gelen değer kaybını karşılar. Çünkü böyle bir ortamda vadeli fiyat belirleyenler, paranın ödeme gününe kadar uğrayacağı değer kaybını dikkate alırlar. Ama enflasyon oranı beklenmedik bir şekilde artarsa, vaktinde ödenen borçlarda da bu artış dikkate alınır. Mesela enflasyon %5 civarında iken %10’a çıkarsa %5’lik artış borçludan talep edilir.

 

Para değer kaybedince, ücret ve maaşların satın alma gücü düşer. Bu sebeple ücret ve maaşlara para değer kaybı oranında zam yapmak icap eder.

 

Para değer kaybettikçe, kiraların da o oranda yükselmesi gerekir. Vadeli satıştaki prensip burada da geçerlidir. Yani enflasyon normal bir seyir takip eder ve kira, zamanında ödenirse fazla bir şey talep edilemez. Ama enflasyon beklenen oranın üzerinde olursa, kirayı öderken bu oran dikkate alınır.

 

ADİL DÜZEN’DE “SAĞLAM PARA” KAVRAMI:

 

Önce "SAĞLAM PARA" kavramını açıklayalım; bilindiği gibi canlı varlıklar çalışarak yaşamını sürdürürler. Bu çalışma bir "üretim", yaşamak için harcanan şeyler ise bir "tüketim" olayıdır. Bir anlamda, canlılar kendi varlıklarını kendi gayretleri ile sürdürmek zorundadır.

 

Arılar ve karıncalar örneği, pek çok canlı türleri gibi insanlar da tek başına değil, "Topluluk" halinde yaşamak durumundadır. Topluluk halinde, devamlı ve düzenli olarak yaşayabilmek için de, o toplulukta üretilen "toplam malın", birlikte tüketilen toplam maldan fazla olması lazımdır. Yok, eğer "tüketilen mal" toplamı, "üretilen mal" toplamından daha fazla olursa, o zaman "üretilmeyen bir malın tüketilmesi" gibi bir durum ortaya çıkar ki; bu dengesizlik, sosyal ve ekonomik tıkanışa ve tükenişe yol açacaktır.

 

Aslında, bir ülkede, herkes ürettiği kadar tüketirse, "topluca üretilen, topluca tüketilene eşit" olacağından, “tabii bir denge” kurulmuş olacaktır.

 

Ancak bu dengenin sürekli olabilmesi için, o toplumda ayrıca “biriktirilmiş fazla malın” bulunması da şarttır. Çünkü kıtlık, savaş, deprem ve yangın gibi felaketlerde, bu “depolanmış fazla malın tüketilmesi” ile ancak denge sağlanıp korunacaktır. Ayrıca çocuk, hasta, ihtiyar, sakat, memuriyet ve hizmet sektöründe çalışanlar gibi, devamlı tüketici durumunda olan kimselerin açtığı boşluğu doldurmak için de yine “fazla üretime” ihtiyaç vardır. Demek ki toplumda ekonomik dengenin kurulması ve korunması için "üretim toplamının, tüketim toplamından mutlaka fazla olması" lazımdır. Karıncalar ve arılar gibi toplu yaşayan hayvanlar âleminde durum genellikle böyledir. Yapılan gözlem ve incelemeler sonucu, mesela arıların kendi ihtiyaçlarından çok daha fazla bal ürettikleri saptanmış, hatta kovanda bal azalınca, arıların iştahı ve yemek arzularının kesildiği, açlıktan ölseler bile geride birikmiş bal bıraktıkları saptanmıştır.

 

İlahi fıtrat ve tabiat düzeni gereği canlı varlıklar, hem çalışıp üretmekten, hem de yaşamaktan (harcayıp tüketmekten) hoşlanırlar. Ancak dengenin korunması için, "çalışma arzusunun, yaşama arzusundan daha fazla olması" gerektiğini yukarıda belirtmiştik. İşte hayvanlarda durum böyledir. Yani karınca ve arılar gibi hayvan cemiyetlerinde çalışma ve üretme gayesi ve gayreti, yaşama ve tüketme isteğinden fazladır.

 

Ama insanlarda durum bunun tersinedir. İnsanoğlu, yaşama ve tüketme zevki, çalışma ve üretme isteğinden fazla olan bir varlıktır. Yani insanlar, emek vermeden ve zahmet çekmeden, rahat yoldan geçinmeyi, üretmek için sıkıntı çekmeye ve sorumluluk yüklenmeye tercih etmeye yatkındır. İnsandaki bu aşırı tüketim ve rahat yaşama eğilimi, biraz da insanın sadece bir topluluk üyesi olarak değil, aynı zamanda “tek başına yaşayabilecek özellik ve yeteneklerle yaratılmış olmasından” da kaynaklanır.

 

Yani insan; bir taraftan toplu düzenin bir parçasıdır ve toplumun bütün nimetlerinden yararlanabilmektedir. Ama diğer taraftan da, her fert ayrı bir varlıktır ve topluluk dışında kendi başına yaşayabilme imkânlarına sahiptir. Belki bu özellik, bir bakıma insanın kendi onurunu ve özgürlüğünü koruyabilmesi ve topluluk içinde erime ve kişiliğini yitirme durumundan kurtulabilmesi bakımından da önemli ve gereklidir.

 

Bu nedenle insanlar sadece "tam bir toplu düzen"de yaşayabilecek özelliklerle yaratılmamış, bunun yanında; tek tek yaşayan canlıların da yararlı yönlerini almış olduğu için, toplu yaşayan hayvanlarınkine benzer, "birlikte üretim; birlikte tüketim, her şey ortak" hayaline dayanan ve kişilerin ferdi hürriyet ve haysiyetini öldüren "Komünizm düzeni" insanlar arasında kurulamaz, kurulsa da uygulanamaz. Zaten insan fıtratına uygun olmadığı için, daha bir insan ömrünü bile doldurmadan Komünizm iflas etmiş ve çökmüştür.

 

Eğer insanlardaki "çalışma ve üretme arzusu, yaşama ve tüketme arzusundan fazla" olsaydı, Marks'ın komünizm hayali belki gerçekleşebilirdi. Ancak İlahi kudret ve hikmetin, insanı böylesine "yaşamaya ve tüketmeye istekli, çalışıp üretmeye karşı ise tembel" yaratmış olması; hem imtihan sırrına uygunluğu, hem de insanlar arasındaki "yarışma düzeni"ni gerçekleştirmesi bakımından gereklidir. Bu yarışma isteği ve özelliği, maddi ve manevî yönden devamlı ilerlemeyi ve yenileşmeyi sağlayacak, yeni karakter ve kabiliyetler ortaya çıkacak ve herkes çalıştığının ve hak ettiğinin karşılığını alacaktır.

 

İnsanlardaki "çalışmadan kazanma, üretmeden tüketme ve yorulmadan yaşama" arzu ve isteğini, zararlı halden yararlı hale çevirmek için; ADİL BİR DÜZEN ve DİSİPLİN’e ihtiyaç vardır. İşte Adil Düzen’deki "mülkiyet sistemi" bunu gerçekleştirmiştir. Bu sistem "herkesin ancak ürettiği kadar tüketmesi" esasına dayanır. Buna göre; her fert helâl ve meşru yoldan, gücü ve aklı yettiği kadar çalışıp kazanmak, yani “üretmek ve çalışıp ürettiği kadar da tüketmek” hakkına sahip olacaktır. Öyle ise kim daha iyi yaşamak ve daha çok tüketmek istiyorsa, o halde daha çok yorulmak ve daha fazla üretmek zorundadır. Hiç kimseye "üretmeden tüketme" veya "ürettiğinden daha fazla tüketme" hakkı ve fırsatı verilmeyecektir. Bu sistemi; düzenlemek, denetlemek ve disiplinize etmek ise Adil Devletin görevidir.

 

Toplumdaki her bireyin ne kadar ürettiğini belgeleyen ve çalışıp kazanarak topluma teslim ettiği malın miktarını gösteren bir "senet"e ihtiyaç vardır ki, buna da PARA denir. Yani para; insanlara, ürettiği kadar tüketme hakkı ve imkânı sağlayan geçerli ve resmi bir belgedir.

 

Toplumda bu ekonomik dengenin ve Adil Düzen’in korunması için "herkesin ürettiği kadar tüketmesi" esası yanında bir kurala daha ihtiyaç vardır. O da; "önce üretme, sonra tüketme" esasıdır. Çünkü; önce tüketip sonra üretme durumunda "borçlu yaşama" düzeni ortaya çıkar ki, bu durum toplumun dengesini bozacaktır. Özellikle FAİZ, borçlu yaşama düzenini doğurmaktadır. Faizle kredi alan kişi, henüz üretmediği bir malı tüketmeye başlamış sayılır. Bu durum ekonomide doğal dengeyi bozacaktır. Faiz ve borçlu yaşama düzeniyle bir ülke; önce kendi milli servetini tüketip harcayacak, sonra da mecburen dış ülkelere borçlanmaya başlayacak ve sonunda çözülüp çökmek kaçınılmaz olacaktır.

 

Faiz ise, insanlara "üretmeden tüketme hakkı" vermektir. Daha doğrusu çalışıp üretenlerin hakkını, çeşitli hilelerle alıp başkalarına peşkeş çekmektir. Örneğin; bankaya bir milyon koyup, yıl sonunda bir buçuk milyon alan kişi, fazladan aldığı bu yarım milyonu hak edecek hiçbir üretimde bulunmamıştır. Faiz olarak alınan bu yarım milyon lira, ya çalışarak üretenlerin hakkından kesilerek kendisine ödenecektir ki, bu açıkça bir zulüm ve haksızlıktır. Veya karşılıksız para basılarak kendisine verilecektir ki, bu da paranın değerini ve alım gücünü düşüreceği, enflasyon ve pahalılığı körükleyeceğinden yine haram ve haksızlıktır.

 

Adil ekonomideki herkesin ne kadar mal ve hizmet ürettiğini ve bunun karşılığında ne kadar tüketmeyi hak ettiğini gösteren bir senet durumundaki "sağlam para" adalet ve saadetin anahtarıdır.

 

Sağlam Paranın:

 

1- Üretmeden tüketme hakkı verilmesi demek olan FAİZ uygulaması,

 

2- Servetten ve üretimden değil, gelirden ve ücretten alınan DENGESİZ VERGİ haksızlığı,

 

3- Milli para değerini yabancı paralar karşısında devamlı düşüren, KAMBİYO çarpıklığı,

 

4- Karşılıksız para basan DARPHANE anlayışı,

 

5- Halktan ucuza topladığı mevduatları zenginlere pompalayan BOZUK BANKA ve KREDİ yanlışlığı gibi beş ekonomik mikrobu özünde taşıyan bu HAK ölçüsü PARA’nın; Kapitalist köle düzenlerindeki kâğıt banknottan, bir diğer tabirle; durduğu yerde eriyen "buz paradan" ve diğer senet çeşitlerinden üstün farkları şunlardır:

 

a. Sağlam para, asla değerini kaybetmeyen bir paradır. Çünkü para, hak ölçüsüdür. Paranın değerini düşürmek, helâlinden kazanılmış haklara tecavüzdür. Emeğe ve alın terine saygısızlıktır. Bir nevi hırsızlık ve kalpazanlıktır.

 

b. Bu senedin (sağlam paranın) üzerinde, karşılığında hangi tür malın alınacağı yazılmamıştır. Sadece alım gücü miktarı yazılan bu senetle, kişi istediği malı alabilecek durumdadır.

 

Yani para, aynı zamanda ortak bir değer ölçüsüdür. Aslında para, hem kişilerin “ürettiğine karşılık, tüketme hakkını belgeleyen bir senet” olmakla beraber, hem de malları birbiriyle karşılaştırıp ölçebilen ortak bir araç konumundadır.

 

c. Paranın diğer senetlerden bir farkı da karşılığının her çeşit mağazadan ve istenilen cins maldan tahsil edilebilme olanağıdır.

 

d. Paranın diğer bir özelliği de üzerinde ödeme tarihinin bulunmaması, her zaman ve her yerde devamlı geçerli sayılmasıdır.

 

e. Paranın diğer senetlerden bir farkı da bu senedin bir kere ödenmekle bitmemesi, karşılığı ödendikten sonra da yine "senet ve kıymet" olarak kalması ve fonksiyonunu yürütmüş olmasıdır.

 

f. Bu paranın mevcut senetlerden farklı bir üstünlüğü ve önemli bir özelliği de şahsa yazılı olmaması, yani borçlu ve alacaklının üzerine yazılmamış olmasıdır. Bu senet bir nevi hamiline yazılıdır ve kim taşırsa ona ait sayılır.

 

Yalnız şu durum vardır ki, paranın üzerinde özel borçlu ve alacaklı belirsizdir ama genelde "bütün borçlularla bütün alacaklılar" bellidir, o da toplumun ve milli servetin kendisidir. Bu para karşılığında ödenecek mallar ise, ülke piyasasında ve mağazalarda zaten mevcuttur. Çünkü o toplumda, ancak üretilen toplam mal kadar para bulunmaktadır. O halde, bir bakıma herkesin her parada hissesi vardır.

 

PARA, "çalışıp üretilerek topluma teslim edilen mallara karşılık alınmış bir senet" olduğuna göre; Ülkedeki Para Miktarı, Ülkedeki Mal Miktarına Eşit Olacaktır. O ülkede üretilen mal çoğalmadan, para da çoğalmayacaktır. Yeni mal üretmeden, darphanede basılarak piyasaya sürülecek yeni para, karşılıksız olacağından, tabiatıyla mevcut paranın değerini ve alım gücünü düşürecek, dolayısıyla ENFLASYON, zam ve pahalılık gündeme gelecektir.

 

Para gibi "ortak ve denkleşmiş değer ölçü birimleriyle" bir ülkedeki mevcut bütün mallar, fiyat olarak toplanabilir. İşte bir ülkedeki bütün malların para cinsinden toplam değerine MİLLİ SERVET denir. Milli servetin, milli paraya eşit olacağı açıktır.

 

Adil ekonomide fiyatlara müdahale edilemeyecek, serbest fiyat esas alınacaktır. Şöyle ki; toplumda tüketilen ve ihtiyaç duyulan mallar azalınca, haliyle bunların fiyatı yükselecektir. Bunun üzerine o malı üretenler çoğalacak veya o cins malların üretimi artacak, bunun sonucu giderek talep azalacağından fiyatlar da normale düşecektir. Fiyat ucuzlayınca, yeniden talep ve tüketim artacak, böylece arz ve talep, (üretim ve tüketim) durumuna göre kendiliğinden oluşan bir fiyat dengesi kurulmuş ve korunmuş olacaktır. Adil Düzen’de fiyatları düşürmek için, "üretilen ihtiyaç fazlası malların imhasına" veya piyasadaki malı toplayıp depolamak suretiyle sun'i bir yokluk ve pahalılık meydana getirmek şeklindeki ihtikâra, asla izin verilmeyeceği için ve de para, değeri düşmeyen sağlam para olduğu için, hazır malı olan bunu bekletmektense paraya çevirmeyi tercih edeceğinden, tabii bir denge ve deveran sürüp gidecektir. Ancak bugünkü gibi paranın devamlı değer kaybettiği bir ülkede ise, kimse özellikle dayanıklı tüketim mallarını satıp paraya çevirmeye istekli olmayacaktır. Çünkü bekledikçe mal kıymetlenmekte, paranın ise her gün değeri düşmektedir.

 

Böyle bir ortamda kimse kimseye borç para vermediği gibi, bugünkü fiyatla borç (veresiye) mal da vermeyecektir. Dolayısıyla faiz ve vade farkı gündeme gelecek, bunlar da daha beter felaketlerin sebebi olacaktır.

[1] Bak. Adana Milletvekili Burhanettin Bulut. Yazılı açıklaması – 19 Eylül 2022

Kaynak: Abdullah AKGÜL - millicozum.com

Recep YAZGANRecep YAZGAN