Kültür
Giriş Tarihi : 13-06-2019 11:52   Güncelleme : 13-06-2019 11:55

Âmâ üstad Cemil Meriç: “İnsanlar Kıyıcıydılar Kitaplara Kaçtım”

"Âmâ üstad" ifadesi fakirin 1979'dan bu yana ikinci bir adı gibidir. Kalbî bir bağlılıktı bu, hayâtına imrenmeydi… “Âmâ üstad” diye hitabım, görmeyen gözlerine rağmen şeyhülkitap makamına yükselişine ta’zimdir… Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Allah’ın, iç gözü iyi görsün diye dış gözünü kapadığı sahici münevver.”

Âmâ üstad Cemil Meriç: “İnsanlar Kıyıcıydılar Kitaplara Kaçtım”

“Âmâ üstadım Cemil Meriç'in şu sözü, falan kitabı” demeden sohbete başlamazdım. Her sözümün başında "âmâ üstadım Cemil Meriç'in dediği gibi" diyerek düşüncelerimi pekiştirirdim. Arkadaşlarla buluşmadan evvel kitaplarından bir kaç sayfa okur öyle çıkardım evden. Çünkü onun kelimeleriyle güçlenirdim. Onu okumayan milliyetçi, İslâmcı her kim olursa olsun, konuşmaya değer bulmazdım. Şehr-i Maraş’ta gıyabî tek şâkirdiydim.

Bütün gücünü kitaplara hasreden, yarın ölecekmiş gibi her ânını kitaplarla yaşayan, kitapları nikâhlı eşi gibi yanında hiç ayırmayan, kitaplara su, hava ve ekmekten daha fazla ihtiyaç duyan, bu uğurda otuz sekiz yaşında gözlerini tamamen kaybeden âmâ üstadım Cemil Meriç’in (vefatı 13 Haziran 1987) tefekkür mücadelesini bilir mi, zihinleri çürümüş şimdiki zaman aydınları?

On bir yaşında başlayıp ömür boyu devam eden kitapla mezcolmuş hayâtını kaç kişi biliyor? Gözleri görmez olunca her gün başkasına okuttuğu kitapları, gören gözlerle okuyan birinden daha kavî bir aşkla dinlemiş ve yazdırdığı notlarını kitaplaştırmış bir kahramandı o.

Kitapların yüzünü açmak için gelmişti dünyâya

Her insan dünyaya nasibine düşen bir vazifeyi icra için gelirdi. Kitap, ömür defterine yazılmıştı. Amel defteri kitapla açılmıştı. Her kitabın derûnuna inmek onun amel hânesine kaydedilen bir sevap gibiydi. Dünya hayâtında ona verilmiş bir vazifeydi kitapların “yüzünü açmak.”               

Şeyhülkitap âmâ üstadım daha çocukken nikâh kıymıştı kitaplarla. “Ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni” diyerek bir mâbede girer gibi girerdi kütüphânesine.

Hayâtında hiçbir ideolojik anlayışla aynîleşmedi, “izm”lere bağlanmadı. “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle mûnisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” diyerek, idraklere zulmeden kıyıcılardan uzak durdu.

“Hünerinin yasasından”, yâni kitapları fetheden fütûhatından zerre taviz vermedi. Gözüpek bir savaşçı gibi mücadelesinden geri kalmadı. Görememekten dolayı inançlarını kaybetme noktasına gelmişti. Okuyamamanın, kitaplara sarılamamanın isyanı idi bu. Buna rağmen kitaplarla ünsiyetini, kitapların derûnuna inmekteki marifet mertebesini aşkla korumuş ve kitaplar ikliminde ömrünü tamamlamayı azimle sürdürmüştü.

“Kitap bir limandı”       

Kitapların Mevlânâ’sıydı. Bütün kitaplara “Düşüncelerime, vicdanıma, inançlarıma ışık olabilecek bilgilerini ver” diyordu. Kitaplar bütün “yalanların peçesini sıyırmak” için düşüncelerin kapısını açan birer anahtardı. “Harâmî mağaralarının değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan” anahtar...

Âhirete göçmeden önce kitapsever câmiasına söyledikleri ne kadar hüzünlüydü: “Bu kitapları bütün dünya nimetlerinden feragat ederek bir araya getirdim. Size dost bir dünya hazırladım. Fırtınaya tutuldukça sığınacağınız tek liman bu. Bu kitaplar benim sevgililerim.”

Kılavuzu ve dert ortağıydı kitaplar. “Kaderini kitapların tâyin ettiğini” söylüyordu. “Kitap bir limandı benim için. Kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı” diyordu.

“Her kitap tılsımlı bir saraydır”  

“Her kitap tılsımlı bir saraydı.” Bu sarayda, yâni kitapların vaaz ettiği bir mâbedde yaşıyordu. Bu mâbed “fildişi kulesi”ydi, yâni kütüphânesi. Hiçbir zaman çıkmadı kütüphânesinden. “Kütüphâne bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleriyle dolu”ydu. “Bu ulular bezmine kabul edilmenin tek şartı: Liyakat”dı. “Mâbede bayağılar giremez”di. “Uluların hepsi fildişi kulede yaşadı. Fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemi”ydi.

“Kitap, kâinata açılan kapı”

Kitap, kâinata açılan kapı ve bütün peygamberlerin mucizesiydi. Ehramlar ahmak taş yığınıydı, yalnız kitap konuşurdu. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran kitaptı. Soyumuzun hâfızası ve kaybolmayan mâzimizdi. Binlerce yılın ötesinden gelen binlerce yıl öteye taşan sesti. Hepimiz maddenin mağarasına zincirlenmiştik, kitap, mağaramıza akseden ışıktı. 

“Kahrını çekeceksin kitabın”

Kitabın bir şahsiyetinin olduğunu söylüyordu: “Kalbi var kitapların, onları bir kerhâne sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin. Uğrunda kaç gün aç kaldın? Hırsızlık yaptın mı? Hangi zillete katlandın? Bütün canlı hayâletlerden uzak onunla bir mağarada yaşayabilir misin?”

“Her toplum bir kitaba dayanır: senin kitabın hangisi?”

Gençliğinde kitap bir tiryakilik, bir afyon, bir kaçıştı. Kitaba kitap olduğu için perestiş ediyordu. l950’li yıllara kadar “Yabancı bir dünyada ilk kanat çırpınışları” dediği tercüme faaliyetleriyle uğraştı ve Avrupa’nın pozitivist düşünürlerinin ve Türkiye’nin müstağrib aydınlarının kitaplarına doymak bilmez bir tecessüsle sarıldı. Maddeciliği ve boşluğu gördü bu kitaplarda. Avrupa medeniyetinde insanın, yâni eşref-i mahlûkatın olmadığını öğrendi ve â’râf’ta kalanların, agnostiklerin, seküler olanların uykularını kaçıracak bir sualle başladı yeni hayatına: “Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler Neşidesi veya Kur’an. Senin kitabın hangisi?”

Karanlıkları devirme ve ışığa ulaşma vasıtasıydı kitap

“A’râf’tayım” diyordu. Fakat kalben ve fikren a’râf’tan çıkmaya azmediyordu. 1960’larda kitaplar zihnî hayâtın bizzat kendisi değil, zihnî ve fikrî tekamülün uyandırıcısı ve hakikatlerin yolunu açıcı birer rehberdi. “Karanlıkları devirme” ve ışığın kaynağına ulaşma vasıtasıydı.

“Konya yolculuğundan” sonra kitap, eski Yunan filozoflarının can sıkıntısından kurtulmak için iltica ettikleri “tefekkür için tefekkür” ve Tanrısız Batı’nın “sanat için sanat gibi bir yalan” vasıtası değildi. “Bir nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak, mukaddeslerin emrinde olmak” içindi. 

“Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabıyla Hind’e yöneldi. Neşideler Neşidesi ve Vedaları okudu. Doğu’nun kitaplarında ışığı gördü. Geç kaldığını anlayan vicdanı ve selîm aklı onu Şark-İslâm’a kanatlandırdı. “Işık Doğu’dan Gelir” kitabıyla İslâm’ın “Defter-i Âmali” önünde diz çöktü.

“Bir çağın vicdanı olan” kitaplar yazdı

1970’li yıllarda, “Bir çağın vicdanı olmak”, “İdrakimize vurulan zincirleri kırmak” ve “Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak” için yüz elli yıllık bozgun ve inkırazımızı anlatan kitapların müellifi oldu. “Bu Ülke” kitabında ıstıraplarını ve vicdan muhasebesini veciz cümlelerle yazdı. “Umrandan Uygarlığa” kitabında Batılılaşmanın edebiyatımıza vurduğu darbeleri ifşa etti.

“Mağaradakiler” kitabında, bir müddet kendisinin de içinde bulunduğu maddeci düşüncenin karanlığını, yâni Batılı ideolojilerdeki tehlikeyi gösterdi ve “aydınlanmacıların” maskelerini bir bir düşürdü. Avrupa’nın pozitivist aklını ve düşüncesini zâlimin zulmünü ifşa eder gibi anlattı. “Göz kamaştıran Batı medeniyetinin aslında bir fuhşiyattan ve sömürgecilikten” ibaret olduğunu yazdı.

“Avrupa kültürün vatanı, Asya irfanın” diyordu “Kültürden İrfana” adlı kitabında. Fikir mâbedinin Osmanlı olduğunu söylüyor, Avrupa’nın maddeci kültüründen Osmanlı Türk irfanına dönüyordu. “Muhteşem bir mâziyi, daha muhteşem bir istikbâle bağlayacak köprü olmak” için “târihine vecidle eğildiği” muazzez medeniyeti kuran hâdimülharameyn olan asil millete intisap etmişti. 

Artık, “Bir devrin şuuru olmak” ve “Bütün hakikatleri yoklamak” için bir mürşiddi kitaplar. Âhirette kendisini kitaplardan da sual edeceklerini bildi ki, âhir ömründe mukaddeslerin emrinde olan kitap ve fikirlerin yazıcısı oldu.

Ahmet Doğan

adminadmin