Yetmişli yılların başında Allah rahmet eylesin Hacı Yılmaz ...... ile tanıştık. Ben üç yıl Gediz’in köylerinde ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra Diyarbakır’da üniversitede tekrar öğrenciliğe başlamıştım. O da aynı ilde lise öğrencisi idi. Diyarbakır/Karacadağ’da bir Zaza aşiret reisinin oğlu olan Yılmaz, selvi boylu, masmavi deniz gözlü, çelik gibi bir gençti. Lise iki veya üçte okuyor, arka sıralarda hacı takkesi ve belinde silahıyla oturuyordu.
Bir öğrenci grubuyla Bağlar semtinde tek katlı bir evde kalıyorduk. Birkaç defa akşamları Nur Sohbetlerine getirmişlerdi. Derslerin etkisi O’nda çok çabuk görüldü. Bizimle ciddi bir dostluk oluşturdu. Kısa bir süre sonra bizimle daimi kalmak istedi. Zengin bir ailenin evladıydı. Gariban bir öğrenci evinde kalması zor olur diye düşündük. Fakat o kadar ısrar etti ki reddedemedik. Bir beyefendi olan Yasin ağabeyi gelip kendilerinin de kalmasını istediğini, bizleri çok sevdiğini, çok değiştiğini anlattı. Ancak çok sert mizaçlı olduğunu, dikkatli olmamızı belirtti. Çok hür mizaçlı idi. Asla baskı altına alınamaz, hakaretin en küçüğünü bile kaldıramazdı.
Okul derslerine önem vermemeye başlamıştı. Bir Nur Talebesinin sınıfın en çalışkanı olması gerektiğini, örnek bir gençlik sergilemesinin doğru olacağını anlattık. Biraz zorla da olsa beraber ders çalışıyorduk. Zengin bir aile evladı olması sebebiyle rahat yaşamaya alışması yüzünden ve bilhassa geceleri geç yattığından sabah namazına kalkamıyordu. Birkaç gün namazı kaçırınca “Ne yap yap beni muhakkak namaza kaldır. İstersen su dök, istersen bir iğne ile dürtüver” diye tembih edip, ısrarla, muhakkak kaldırmamı istedi. Ben kaldırmak için uğraşıyor, koltuk altından çekip divana oturtuyor, yüzüne hafif su serpiyor onu muhakkak kaldırıyordum. Namaz kıldığına çok seviniyordu.
O zamanlar Silvan ilçesi çok karışıktı. Orada Nurlu kitaplar satılamıyordu. Yılmaz oraya Risale satmaya gidebileceğini söyledi. Gitti, bazen dağıttı bazen sattı da. Çok cesurdu. Korku nedir bilmezdi.
Bir gün Dershanede şakalaşırken arkadaşlar güreş yapmaya başlamıştı. Ben de ona sataştım. Beni çok sever ve sayardı. O da gayr-i ihtiyari istemeye istemeye güreşe karıştı. Fakat hiç güreş yapmadığı belliydi. Büyük ihtimal gururundan bu tür şeylere bulaşmıyordu. Daha ilk harekette altıma düşünce sanki sara nöbeti geçirircesine sarsılıp ağlamaya, feryada başladı. “Sen olmasan, eğer sen olmasan vallahi öldürürüm” diye yemin ederek ağlıyordu. Çok şaşırdım. Hemen kendimi yere atıp “İşte ben de yenildim “ deyip onu sakinleştirmeye çalıştım. Ancak onu ikna etmek zor oldu. Uzun süre kendine gelemedi. Böyle şeylere tahammül edemeyeceğini anlattı, durdu. Çok şaşırmış, çok korkmuş fakat onu da iyice tanımıştık.
Yıllar sonra bu olayı anlattığımda Urfa/Suruç yakınlarında askerlik yapan bir ağabeyim de bana o döneme ait bir hatırasını nakletmişti. Bir topçu bataryasında vazife yaptıklarını, boş zamanlarında spor yaparak eğlendiklerini ifade etti. Zaman zaman da güreş yaptıklarını anlattı. Bu arada kendisinin yenildiği bir zamanda kendisi gibi molla olan şarklı bir asker arkadaşı ”Hoca, sen ne yaptın. Yahu senin göbeğin havaya geldi.” demiş. O da bunun normal olduğunu, bazen yenip bazen de yenilmenin olabileceğini anlatmış. Molla arkadaşı ise “Vallahi biri benim sırtımı yere getirse, onu öldürürüm.” diyerek oradaki Egelileri şaşırtmış. O hoca ağabeyimle bu iki hatırayı değerlendirince demek bu halet-i ruhiye şarklıların yapısında genellikle var, diye düşündük.
Bu Yılmaz kardeşim daha sonraları liseyi ve Erzurum Üniversitesinde Coğrafya bölümünü bitirdi. Bu yiğit arkadaşımın çok ciddi bir takıntısı vardı. Askerlik! Askere gitmek istemez, ciddi ciddi çekinirdi. Korku nedir bilmeyen çelik iradeli bu kardeşim askere gitmekten maalesef çok korkuyordu. Baskıya, tahakküme asla dayanamayacağı için rencide olmaktan, buna dayanamayıp fevri bir şeyler yapmaktan endişe ediyordu. Biraz sünnet gayeli, biraz da kamuflaj düşüncesiyle sonraki yıllarda sakal bırakmış. Hizmet içinde bölünmeler olunca o bu sert mizacıyla ikamet ettiği Şarkın bir büyük şehrinde bir tarafta yerini almış ve bir büyük Dershanenin kapısına durup ”Burası bizim, müdahale edemez, giremezsiniz…” demiş. Kimse karışmamış, karışamamış. Onu ve mizacını iyi bildiklerinden o binayı o grubun kullanmasına razı olmuşlar. Ben bunu öğrenince bu kadar sertliğin kardeşler arasında yanlış olduğunu anlatmak için yanına gitmek istedim ancak pek çok mâni sebebiyle yıllarca o taraflara gidemedim. Telefonlarına da ulaşamadım.
Onu yıllarca göremedim.
Uzun süre sonra hemen yakınında olan iş yerimden Manisa Devlet Hastanesinin acil servisine bir öğle tatilinde, her zaman yaptığım gibi gelen yaralı ve hastaları ibret için görmeye gittiğimde, şarklı bir arkadaşla karşılaştım. Biraz oturup hizmetlerden, Nurlardan tavsiye edilen hastane, hapishane ve kabristan ziyaretlerinin ehemmiyetinden konuştuk.
Bir ara bana “ Ağabey sen Diyarbakır’da çalıştın. Hacı Yılmazı tanıyor musun” dedi. Tanıdığımı ve onla olan hatıralarımı kısaca anlattım. Güreş ve askerlik korkusunu da onun o mizacını ortaya koymak için anlattım. “Senin galiba haberin yok. Üzüleceksin amma Hacı yılmaz öldü. Ve daha fecisi intihar ederek öldü.” Deyince bütün vücudum sarsıla sarsıla “İnanmam. Mümkün değil. O kendisini öldürmez, öldüremez. Bir şey olmuştur. O çok kuvvetli bir imana sahiptir” diye ağlayarak, bağıra bağıra ona itiraz etmişim.
Fakat haber gerçekti. Yılmaz asker kaçağı olarak yılarca kendini saklamış. Fakat bir müddet önce onun adresini bulup yakalamışlar, askere almışlar. Ancak maalesef orada onu anlayamamış olacaklar ki bir haftada aklî muvazenesi bozulmuş. Çok feci bir hale gelmiş olacak ki ailesine haber vermişler. Yasin ağabeyi onu alıp Bursa’ya tedavi ettirmeye getirmiş. “Hacı merak etme, servetimi harcar seni tedavi ettiririm. Hastaneden rapor da alırız. Askere gitmezsin. Sen çok hastasın. Ama üzülme. Bunlar da geçer “ diye saatlerce yalvarmış. Ancak yalnız kaldığı bir an kendini asarak intihar etmiş. Artık bir haftada nelere maruz kaldı kimse bilmiyor. Fakat sonuç olarak, benim Yılmazım gitti. Gitti. O Kur’an için korkusuz koşturan, izzetli Yılmaz artık yok. Kaybettik onu!
Ahmet Kaya'nın bir kasetinde ”Yılmazım” türküsü vardır. Sanki benim deniz gözlü, selvi boylu Yılmazım için söylenmiş gibi yanık bir türkü. Size bir şey ifade etmeyebilir. Ama beni yakar. Arabamda zulada durur. Yollarda o türküyü defalarca dinler, ağlar ona dualar gönderirim. Muhakkak maruz kaldığı davranışlardan şuuru gitmiş bu feci hareketi yapmıştır, diye düşünürüm. İnşallah da öyle olmuştur. Allah onu affetsin. Yıllarca yaptığı büyük hizmetlerinin, kıldığı namazların yüzü suyu hürmetine onu bağışlasın. Amin, amin, amin…
R.Nurlarda da beni ciddi üzen ve çok düşündüren aynı anlamda bir konu vardır. Peygamberimizin O’na en çok yardımı yapan amcası Ebu Talib’in, her şeye rağmen pek çok alimin düşüncesi olan sahih bir iman yapamayışı beni hem çok üzer hem de bir türlü anlayamam.
Mektubat’ta “… Ebu Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi…” ifadelerini okuyunca yüreğim yanar.
Demek ki “Hicab ve Asabiyet-i Kavmiye” çok kötü ve çok tesirli bir hal. Biz Garplılar bunu pek bilemiyoruz. Algılamamız da tam olamaz. Fakat elhamdülillah dinimiz, Mezhep imamları bu mizacı, bu karakteri, bu baskı kaldıramaz yapıdaki ruhları tam anlamış olacaklar ki Şafiler namazda imamın arkasında Fatiha’yı müstakil okuyorlar. Keşke Hacı Yılmaz’a da böyle buna benzer haklar verilebilseydi…
Belki devletimizin başındaki şark probleminin altında bunu anlayamamanın da bir hissesi vardır.
Bütün büyükler, anne-babalar, idareciler, hatta hizmet gruplarının önde gelenleri bu olaydan ciddi ders almalı. Kimsenin izzetine zarar vermemeli. Tabi ki hepimiz hem kendimizde, hem eğitim mesuliyeti üstümüzde olanlarda gururun, izzet-i nefsin sınırlarını bilmeli, bildirmeli; öğrenmeli, öğretmeliyiz!
Allah hepimizin idraklerini açsın,
Bizleri sınırsız gururdan, ona benzer yanlış hislerden korusun.
Amin
Selam ve dua ile
Halil KÖPRÜCÜOĞLU