Sipil Dağındaki Kâinat Sempozyumuna, Canlılar Defilesine Katılmalıydınız...
Bir zaman önce önüme hissiyatıma örtüşen şu satırlar düşüverdi:
Hiç “kimse” yok “kimsesiz”
Herkesin var bir “kimsesi”
Ben bugün “kimsesiz” kaldım
Ey kimsesizler “Kimsesi”
Eskiler, zaman zaman dağlarda mağaralara çekilir, kendi iç dünyalarına rahatlıkla sirayet ederlermiş. Peygamberim ASM’ın Hira günleri hiç unutulmaz. Üstadım Bediüzzaman’ın tevahhuş, bunalım denebilecek zamanlarda mağaralara kapanmak istemesi de beni hep etkilerdi. Benim için çok iyi bir rehber, örnek olmuş M. Fırıncı abimin de Nurtaşı’ndaki odasına, o belki de sahibinin taşıdığı manevi yükten çökmüş yatağına sığınması, saatlerce, bazen günlerce namaz dışında dışarı çıkmaması, mizacıma, halime uyar, beni çok düşündürür, tesir ederdi. Bende de bu kapanışlar, halden kaçışlar, içime dönüşler hep oldu, geldi!
Son yıllarda acz ve cehlimden olacak ki ruhum
“Bu terazi bu sıkleti çekmez...!” diye bağırıyor. Hadisat, insanların, devletlerin hali, iman davasında beraber olmaktan şeref duyduğum dostlarımın bile bu kadar farklı tezahürlerle hâle yansımaları beni ezdi, dizlerimin üstüne çöktürdü.
“Hadisat ziyadeleştikçe Nurların gözüyle bakmak...” tavsiyesine uyup, çoktandır medet arardım. Zaman zaman ayni kaynaklardan beslenen; fırtınalara, tehlikelere kapalı limanlar mahiyetindeki ağabeylerime de sığınıp huzur, şifa, hakikat aradım.
Şehirden, Ramazanı da vesile ederek “eneyi kabul etmeyen, edemeyen dağlardan birisi olduğunu sandığım Sipil dağının üstlerinde, bin metrelik bir rakımındaki mağara hükmünde bir dağ evine o şaşkın ene’m ile beraber sığındım. Daha ilk gecelerde Kamer haşmetiyle tam karşımızdan, ondördündeki, başkasından alsa da, bütün halkası ışıkla, nurla dolu olarak, şevkle etrafı neredeyse gündüz gibi aydınlatarak ortaya çıktı. . Adeta bana bağırıyordu. “Benim gibi milyarlarca taş ve ateş parçası cirimleri bir semavi denizde kaptansız, dümensiz, frensiz olarak müthiş bir nizamla, yakıtları bitmezcesine, çok yüksek hızlarda çarptırmadan çeviren bir Güçlü Zat varken, neden ümitsizmiş gibi boynunu büküyorsun!” deyiverdi... Ruhumu ve aklımı aydınlatıverdi. Birileri içimi okuyor gibi irkildim, etrafa göz attım. Bütün kainat bir Sempozyum Tebliğcileri gibi manayı harfleriyle avaz avaz ve hikmetle bağırıyorlardı!
Dağlar, “Bugün, otuz-otuz beş santigrat derecenin çok üstünde sıcaklıkta Manisa yanarken, bizim üstümüzdeki serinlik, sana soba yaktıran gece ayazı, ne kadar kıymetli dedirtmedi mi. Bizi yaradana fikren taşımadı mı seni! Bugün Beşpınar çeşmelerinden aldığın o soğuk suların binlerce km. Uzaklardan, belki taaa Atlas Okyanusundan bulutlaşarak, havaya binip gelen, deniz sularını, içimizden süzerek bu kaynak sularının zengin mineralleriyle size takdim edişimizi de anlayamadın mı?” diye kızgın ve gücenmişçesine haykırdı.
Etrafımdaki binlerce çam ağacı adeta birer vazifedar canlı fabrikalara dönüştü! “Bizler sizin ve hayvanların artıklarınız olan Karbondioksiti havanızdan temizlerken, o zehirli maddeden size oksijen üretirken de Merhametli Rabbimizi hala idrak edemediniz mi?” deyince utandım.
Bunları biz okumuştuk, ama neden böyle anlayamadım diye düşünürken
“Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim” diyen Sultanlar Sultanının mesajı adeta kâinat sayfasının her tarafında yazıldı!
Sabahın ilk ışıklarında Kiraz ağaşları mikrofonlarını ellerine almıştı:” Sizin panel dediğiniz bu yapraklarımızla, klorofil diye bize lütfedilen cihazlarla, kimsenin henüz başaramadığı o karmaşık Fotosentezi bizim yaptığımızı mı sanıyorsunuz? Oksijene kavuşmanız yanında, besinlerle beslenmenizin sebebi, bizim gibi aciz cahiller mi sandınız? Saplarımızdaki idrar söktürücülüğün Şafi-i Hakiki dışında birilerinden mi kaynaklandığını sandınız. O renkler, o tadlar, mineral ve vitaminleri biz yapabilir miyiz? İlimleriniz de bunu haykırır iken, bu Kudret, İlim, İrade sahibinin huzurunda bu karamsarlık neden? Utanman lazım! Ümitsizlik İslam’da küfür derler! Bunu da mı duymadın? O Zatın kudreti her derde deva olurken, sen gündüzü gece yapmışsın!” diye bana acıyarak, ikaz ettiler...
Kayısı, Armut, Ceviz ağaçları da onların arkasında bu manaları alkışlayarak adeta tekrar ettiler. Mahcubiyetimi kat kat artırdılar. Rüzgarla sallanan dalları, yaprakları, dile gelen eşcârın, jest ve mimikleri gibi göründü bana!
Zaman zaman kıyafet defileleri seyreder, çok garip kıyafetleriyle geçen mankenlere güler, açık saçıklıkla vücutlarını da sergilemelerine kızıp başka kanallara geçerdim.
Fakat ağaçların altında çok daha kapsamlı, şaşaalı bir defilenin yapıldığını adeta kalp gözüyle, imanım ve iz’anımla müşahede etmeye başladım. Bazen geceleri teleskopumla uzaklara nazar ederken şimdi de yakınlarımdaki bitki ve böceklerin resmigeçidi gibi tahayyül ettim, öyle gördüm. Onların pek çok çeşidinin, mucizâne hallerini, Yaradanlarına arz ederek geçişleri, beni tamamen ayrı bir boyuta taşıdı. Çanım Peygamberim Muhammed ASM’a bütün mahlukatın serfuru etmesi misüllü, onunla mukayese edilemeyecek kadar olmasa da, size göre çok zayıf olsa da, inanın kalp gözü beni cennetlere uzandırdı. Perdeler çok inceldi. O gelinlikler, o çok nakışlı sanatın zirvesinde elbiseler, abiyeler, meyve çiçeklerinin yere düşmüş parçaları arasında yürüyen eşsiz mankenler halindeki bitkilere aşık olurcasına başka bir nezih âleme taşıdılar beni.
Papatyalar değişik gruplar halinde raks ederken, ismini bilmediğim Afrikalılar gibi Hacda Şeytan taşlamaktan dönerken ritimli yürüyüp ilahiler, telbiyeler söylüyor gibi hissettim onları. İşte şu pembelere bürünmüş merasim kıyafetindeki grup bana yeminle sanki el sallıyor. “Memleketin Kula’da bizim ayni kıyafetteki akrabalarımızı hatırladın mı” dercesine, “ayni ustanın eseri olduklarını” lisan-ı halleriyle haykırdılar.
Kimisi bizim Hacda ayıp olur diye kaçındığımız, başlarını kazımış, kına sürmüşler, rüzgara ayak uydurup zikrediyorlar, hiç de telaş, ümitsizlik emaresi göstermeden, Güneşe “ya nâri kûnî berden ve selâmen” âyetını okuyorlardı!
Çoğunun yağmursuz uzun zaman geçirmeleri, kendini buraların sahibi sananın(!) çevreyi sürmemesi, çapalamaması sebebiyle toprağa girmekte zorlanmış “fe gul nadrip, bî âsâkel hacer...” âyâtıyle Halıklarınden yol açmasını talep için, zikre devam ediyor, havanın rutubeti bile, Fotosentez maharetinin anında lütfuyla, biraz cılız olarak da olsa, şen şakrak bu defilede yerlerini alıyorlardı.
Kimisi, insanın dünyaya teşrifi sırasından beri 35.000 senedir tohum üretip, paraşütü insandan önce icad etmiş! Nesillerini her tarafta devam ettirmesi, oralardaki canlılarında beslenmesi için tohumlarını ilginç tüycüklü paraşütlerle rüzgâra bindirmiş, sevkiyat yaparak çalışıyorlardı.
Defiledeki böcek, bitki vb. İsimlerle ünlenen, asla müstehcenliğe cüret etmeyen mucizevî mankenlerin yanlarına dürbünümü ters çevirerek ve büyüteçlerimle yaklaştım. Yapraklara, çiçeklere, tohumlara, anten ve duyargalarla kanatlara, sinek ve arılara, iğnelere, havaya binişlerine, kanat çırpışlarındaki maharetlerine.... Kalp ve aklımla nazar ederken, kendimi tutamadım, Rablerinin, hepimizin Rabbinin İlmi, Kudreti, İradesi, Hikmeti, Mezeyyin, Musavvir oluşunun farklı bir tezahürü ile bu mankenleri ellerimle, incitmeden sevmeye başladım. Yarım asırdır okuduğum, dinlediğim, anlattığım, yazdığım bütün Esma birikimimi bu defilede ihtiyarım dışında mütalaa ettim. Kimseyi sıkmak istemem. Kısa anlatmak gerektiğinden kendimi frenliyorum...
Bunları görecek göz, hakikatlerini anlayacak ruh, beyin, kalp verdiği için; 124.000 Peygamber göndererek bize anlattırdığı için, bilhassa Peygamberim ASM’ı Rehberi Ekmel olarak bize lütfettiği için, bize O’na ulaşmada aracı olduğu için de Mevlana, İ. Gazali, İ. Rabbani ve Bediüzzaman’a bin teşekkür ettim. Hıçkırıklarım, gözyaşlarımla karıştı. Ulaştığım zevki anlatamam. Bütün bunların Ustasını, Halıkını binbir esmasıyla tanımak,, O’nun ilmini, kudretini adeta bizzat görürcesine idrak etmek, beni öyle bir imana taşıdı ki küre-i arz bomba olup patlasaydı, tüylerim ürpermeyecekti.
Kalp ve ruhumun müşahedâtına dilim ancak bu kadar tercüman oluyor. Hem Rabbimle aramdaki bu hissiyatın raha gazla ifadesi adaba da uygun değil. İnşallah bütün okuyucularımız, bundan daha ince hissiyatlarıyla, cennet gibi Manisa’mızın tabiatında yüksek tefekkürlerle, âli lezzetlere ulaşırlar. Bütün dertlerden uzaklaşıp, rahatlarlar. Bu müthiş sanatkârın güç ve ilmiyle teneffüs ederler.
Her gününüzün saadet ve bereketle geçmesini dilerim.
Halil KÖPRUCÜOĞLU