....Hem telaşınız, Yaratıcı olunca mükellefiyetler, vazifeler, yasaklar var diye korkmanızla ilgili ise, korkmayın, telaş etmeyin. Vallahi “kulluk” o kadar zor değil. Paranız var ve çoksa o zaman Zekât verirsiniz. Sıhhatiniz yerinde ise Oruç tutarsınız. Paranız varsa ve yeterli ise Hacca gidersiniz.
Kala kala bir Namaz kalıyor ki inanın, ben denedim, siz de bir bakın; beş vakit Namaz abdestiyle beraber bir saat bile zamanınızı almıyor! Hele benim gibi abdestiniz çabuk bozulmuyor ve dizlerinizden rahatsız olduğunuzdan sandalyede namaz kılmak zorundaysanız, çok daha az zamanda namaz vazifesi bitiveriyor.
Hem Namazda, her şeye kudreti ve ilmi yeten, merhametli bir Zatın huzurunda olduğunuzun farkına vararak, O’nun bir davetlisi olarak huzuruna çıkıyorsanız, keyfinize değme gitsin! Psikologa gitmeye de ihtiyacınız kalmadı. İçinizi boşaltın, bütün derdinizi arz edin, her konuda yardım isteyin, hazinesi çok ama çok büyük hatta sınırsızdır O’nun.
Sabahları okul veya işinizde ne sıkıntılar olduğunu ona arz ederek güne başlayın… Üç-beş saat bir şeyler yaptıktan sonra da ruhun dinlenme ihtiyacı anında, güne bir namaz molasıyla ara verip O’nun Rahmetiyle dinlenmek, O’nun Kudreti sayesinde deşarj olmak, enerji toplamak, yeniden yüksek bir mantıkla ne olduğunuzu, neler yaptığınızı kutsi kaynaklarla hatırlayıp her şeyi öyle değerlendirmek ne kadar güzel oluyor bilemezsiniz!
Hele karanlık çökmeye başlayınca bütün mahlûkat adeta vefat edercesine görünmez hale gelirken, ruhunuzdaki beka feryadınız başlayacak. Ama yine O’nun kudreti önünde, her kış öldürdüğü mahlûkatını; tohumlarıyla, yumurtalarıyla ve hatta kemik gibi kurumuş dallarda kolayca diriltmesinden de cesaret alarak ölüm ve ayrılığa aklınız ve ruhunuzun derinliklerinde çare bulup susacak, huzura gark olacaksınız, emin olun…
Eğer iman ve İslamiyet’in şartları için, “Bin beş metre yükseklikteki Sipil’e günde on defa diklemesine yayan çıkıp ineceksiniz; sadece kuru ekmek ve su içeceksiniz!” denseydi, ben de çok düşünür, hatta “Vallahi ben bu işi yapamam” derdim. Hâlbuki İslam asla böyle demiyor. Zaten helal dairesi keyfe kâfi geliyor… Dan Brown ne yiyebiliyorsa biz de yiyebiliyoruz. Birkaç tane yenmeyen, içilmeyen şey var ki onları ilim de akıl da yasaklıyor zaten. Onların yerine çok daha iyileri de var ayrıca! Dan Brown’un ve Röportaj yapan sayın yazarımızın pantolonu varsa benim daha güzeli var. Ayakkabısı iyi ise, benimki ondan daha kaliteli! Arabası varsa benim de otomatik vitesli, koltukları deri kaplamalı, klimalı, 2000 motor Opel’im var. Gazla da çalışıyor. Hem de 35-40 kuruş yakıyor. Olsa olsa onlarda boyası biraz daha yeni ve genç bir arabalar vardır. Asla benim kadar lezzet alamazlar arabalarından.
Ben köy öğretmenliğimde merkeple şehre indiğimden, derelerden yayan geçtiğimden, ayrı ve yüksek mukayeselere sahibim. Hınıs’ta -44 derecede arabaların buzlu zeminde kullanılamadığı bir ortamda düşe düşe çok yayan yol gittiğimden, önceki otom Anadol’umda hastaneye yağmurda ıslanmadan gitme safhalarını, gözyaşlarıyla şükrederek yaşayan birisi olarak öyle yüksek bir şükre ulaşıyorum ki onlar o lüks sandıkları otolarından bizim kadar asla keyf alıp ve dahi lezzetle şükredemezler! Benim şimdiki otom da daha 19 yaşında ve henüz askere gitmedi! İsterse Dan Brown Manisa’mıza gelsin de, İzmir-İstanbul otobanında bir yarışalım… Hem dokuz saatte gidilen zor gidilen yolu devletimiz nasıl üç saatlik müthiş bir otobana çevirmiş, bir görsünler! İnançlı, Rabbine tereddütsüz inanan, bütün kâinattan O’nun varlığına deliller devşirerek Marifetullahta yıllardır terakki etmeye çalışan biri olarak aldığım lezzetlere hayalleri bile ulaşamaz…
İnanç benim lezzetimi noksanlaştırmadı; çok az olan vazifeler beni perişan etmedi; tam aksine çok harika bir lezzet-i ruhaniye taşıdı.
Dünyada bile cennetleri yaşatıyor. Dan Brown’ın ve arkadaşının göbeği varsa benim de var. Onun evi varsa benim saray gibi evimle boy ölçüşemez. Frankfurt’taki lüks olarak algıladıkları(!) otelin ne salonları, ne yatakları, ne yer minderleri benim ailemle birlikte yaşadığım cennetlerden farkı olmayan 30 yıllık evimden, asla ve kat’a daha huzurlu olamaz. Daha üstün bir saadet bahşedemez. Torunlarıma at olurken, mısır patlatırken, ayvaları ızgarada pişirirken, arapsaçı veya şevket-i bostan lezzetine mazhar olurken ulaştığımız lezzetlere esrar ve eroinle bile, haram lezzetlerle vallahi ulaşamazlar, yanaşamazlar. Bizler kendimizi orda sultanlar gibi hissediyoruz. Ben eşimin hizmetkârı(!) o benim kölem (!) gibi, her şeye rağmen mes’uduz ve ebedi saadete ebedi arkadaşlar olarak koşuyoruz. Borcumuz yok, karnımız da doyuyor elhamdülillah. Bütün ailem de mesut. Ha… onlar belki dışarıda yemek yerler! Ben de ailemi dışarıda bir şeyler yemeğe götürebiliyorum. Magnezya’da 20-30 liraya yenen filan marka makarnadan çok daha lezzetli ve ucuzunu yapıp, karınlarımız ağrıyacak kadar evde daha huzurla yiyebildiğimizi fiilen gördük. Hele pizza ve tost çeşitlerinin çok daha zengin şeklini çok daha lezzetli şekilde evde yapıp; devletimizin açtığı tünelden kısa sürede deniz kenarına geçip, portatif masa ve koltuklarımızda kumlar üstünde Amma esasen ben yakınlarıma kendim harika köfteler de yaparım… Patates püresini, patlıcan közlemesini, harika Kula tarhanasını, Menemeni, sarımsaklı yoğurtlu makarnayı, Arnavut ciğerini, Üstünü zar kaplamış parmaklarınızı yiyeceğiniz lezzette zeytinyağlı kuru fasulyeyi, çoban salatayı vb yemekleri öyle güzel yaparım ki o inanışta zavallı halde diyebileceğimiz yazarlar bunların lezzetlerine asla ulaşamazlar. Evimdeki mütevazı masamda asla ama asla benim keyfime de yetişemezler... Ben biraz yaşı ilerlemiş, biraz rahatsızlıkları olan eşimin nefesinden bile cennet lezzetleri alacak kadar sadık bir mümin olarak, bütün rezil ilişkilere tenezzül de etmem, ihtiyaç da duymam, bütün hastalıklarım, içtiğim pek çok ilaç ve her gün yaptığım 3–4 insülin iğnesiyle; devletlerin bile kudurduğu ahirzamanda, iddia ediyorum ki benden, müminlerden daha mesut kimse yoktur!
Onların inançsızlık kokan, tereddütlerle dolu, kaos muhtevalı dünyalarında öyle aile ile alınan lezzetler zor ele geçer. Bizim ebedi dostluklar temelinde ulaştığımız, aşkın bile ifadede gerçeği anlatamadığı bir boyutta; muhabbet, sevgi, uhuvvet dediğimiz hislerle şenlenen dünyamızı, onlar algılayamaz bile. Hem ölüm, onların dünyasında, sevdiklerinin(!) yok olması tedavi edilemez bir haldeyken, biz inananların âleminde, ebedi bir âleme geçiş vesikası olan ölüm, bir miktar üzüntüye vesile olsa da, “Düğün Gecesi” olarak algılanır. Telaşa sebep olmaz. Cennete pasaport, bilet hükmüne geçer. Yani “Allah’ı bulmak dayanılmaz mükellefiyetlere değil, erişilemeyecek lezzetlere, saadete vesiledir.”
Tabi ki bu lezzete ancak şükretmesini bilenler ulaşabilir. Dünyada kaç kişinin doğru dürüst evi var. Kaç kişi sabahları kahvaltı yapabiliyor? Kaç kişi temiz suya ulaşabiliyor? Kaç kişinin bilgisayarı var?….Listeyi uzatabilirim. Biz bu hür ülkede, kendi ayakları üstünde aslanlar gibi durup her ihtiyacını görebilen, ihtiyaçlarını hemen hemen tamamen giderebilen bir zeminde elbette inancımızla çok mesuduz… İnanın inançsızlıkla kaçtığınız vazifelerin yanında; kaybettikleriniz o kadar çok daha fazla ki bir ciddi değerlendirme, samimi gözlemler yapın buradaki yanlışınızın fecaatini kolayca anlarsınız.
Veya bir müddet geçici doğru bir inançla yaşayarak bu ortamda bulunuverin, bu lezzetleri azıcık tadın.
Ölüm korkusunu, rızk telaşını atıp, faziletle kimseye zarar vermeden, insanca hırslarınızdan uzak muhabbet ortamında biraz yaşayın. Garanti veriyorum bir daha terk edemezsiniz.
(Gelecek yazımızda doğru dürüst mikroskobu bile olmayan Darvin’in sapkın akıl dışı fikirlerini ortaya atan bu adamcağızların hezeyanlarına yani Dan Brown ve arkadaşına Anadolu’dan cevap vermeye çalışacağız inşallah…)
Halil KÖPRÜCÜOĞLU