Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 19-06-2017 09:10   Güncelleme : 19-06-2017 09:12

Ortadoğu Ülkelerinde İftar Yemekleri

Bir Arap ülkesinde iken gemimizdeki iftar yemeğimize gemi işlerimizde yardımcı olan acentemizi davet ettim. Acente yetkilisi gelirken bir arkadaşını da getireceğini söylemişti. Soframızda daha çok yer olduğunu memnuniyetle kabul edeceğimi söyledim.

Ortadoğu Ülkelerinde İftar Yemekleri

Konuklarımız geleneksel Türk yemekleri ile donattığımız soframızdan memnun kaldıklarını söylemişlerdi. Daha sonra Türk Kahvesi içtik. Acentemiz ve özellikle eczacı olan arkadaşı onları ağırlamamızdan çok etkilenmişti.

Misafirlik dediğimiz zaman kim misafir kim ev sahibi konusunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Biz ev sahibi idik. Zira her ne kadar yabancı bir limanda olsanız ve geminiz yanaşmış vaziyette dahi olsa Türk bayrağı taşıyan gemiler Türkiye toprağından sayılır. Gemi içerisinde Türkiye’nin hukuk kuralları geçerlidir. Gerçi dünyanın her yerinde aynı şartlar geçerlidir. Bayrağını taşıdığınız devlet, aynı zamanda o ülkenin toprağı sayılmaktadır.

Sohbetten sonra misafirlerimiz çok ısrar ederek “illa bizde de iftar yiyeceksiniz” diye. Çaresiz onca iş güç arasında daveti kabul etmek zorunda kaldık. İyi ki tahliye işi uzamıştı bu nedenle zamanımız müsait idi. Limanda “Ramazan Mesaisi” geçerliydi. Yani işler ağırdan ilerliyordu. Eczacı olan misafirimizin evine gittik.

Bize meşhur yemeklerinden olan “kus kus” ikram ettiler. Kus kus nasıl bir yemek? Tarif edeyim. Bildiğimiz pilavı düşünün. Ama içinde her şey var. Etinden tavuğuna, fıstığından kurumuş üzümüne hatta ceviz, fındık içi birçok kuru yemişin olduğu bir pilav. Koca bir tepsi içinde sunuyorlar. Herkes önünden yiyor.

Arap ev sahiplerimiz genellikle elle yiyorlar lakin bizim iftarda herkesin önüne çatal koymuşlardı ve isteyen istediği gibi yiyebildi. Peki, yemek “lezzetli miydi?” diye sorar iseniz; elbette güzeldi. Ne de olsa iftar sofrası idi.  Benim gibi et yemeyen birisi dahi beğendiğine göre oldukça güzel denilebilirdi. İftar sofrası gerçek iştahı kazandırdığı için zaten bütün iftariyelikler lezzetli olur. Cenabı Allah, bütün kardeşlerimizin sofralarını bereketli ve lezzetli kılsın… 

Her iftar yemeğinden sonra kahve içmek özellikle yaşlı Türklerde bir adet olmuştur. İngilizlerin “meşhur beş çayı” gibi Türklerin de kahvesi meşhurdur. Gemimize gelen yabancılar özellikle “Türk kahvesi” içmek isterler. O yüzden bir kaptan ne yapıp edip gemide kahve bulundurması gereklidir. Aksi takdirde ülkemiz iyi bir şekilde temsil edilmemiş olur.

Bununla birlikte Kahve özellikle tropikal bölgelerde yetişen bir ağacın ürünüdür. Kahvenin yapılış şekli nedeniyle Türk kahvesi dünyada meşhur olmuştur. Avrupa’ya kahve ilk defa Türkler vasıtası ile gelmiştir. İşte Avrupa’daki binlerce “cafe” Osmanlı özentisinden doğmuştur.

Fransız yüksek sosyetesi, dönemin Osmanlı Elçisi Süleyman Ağa sayesinde tanıştıkları kahveyi zenginliğin en önemli göstergesi olarak sunmaya başlamış. Paris’in şimdi çok meşhur olmuş cafe’leri bir zamanlar “Türk likörü” denilen ve kahve içilen yerlermiş. İlk cafe de 1675 yılında açılmış.

Fakat Avrupalılar kahveyi bizim gibi yapmazlar. Gerçi İtalyanların da bir çeşit bol köpüklü bir kahvesi varsa da genellikle çok basit olarak hazırlanır. Kaynamış suyun içine koyarsın kahveyi karıştırırsın olur biter. Lakin Türk kahvesi öyle basit değildir. Öncelikle cezvesi olmalıdır ve kaynatılması özen gerektirir. Kısaca ince bir ayara ihtiyaç vardır. Kız bakmaya gidenler gelin olacak kızın yaptığı kahveye göre ilk notu verirler. Öncelikle bir kahve içilir. Bakalım kahve güzel bir şekilde yapılmış, hatta köpürmüş mü?

Arapların kahvesi de bizimkine benzer. İftara davet edildiğimiz yerde de böyle olup çok şekerli ve koyudur. Bizdeki fincanlar gibi özel fincanları vardır ve her biri birer sanat eseri olan bu bardakların yarısına kadar doldurulur.

Arap kahvesi içerken şaşırabilir “gelirken yarısı döküldü mü?” diye sorabilirsiniz. Fakat adet böyledir. Fincan bizdeki gibi ağzına kadar doldurulmaz… 

İşte bu davete giderken yaşadığım hoş bir hatırayı da anlatayım. Tahliyenin yavaş gitmesi nedeniyle çabuklaştırmak için sık sık acenteye gitmek zorundan kalmıştım. Acente müdürü geminin yanına kadar araba gönderiyor bu arabaya binerek ofislerine gidiyordum. O yıllarda bu ülkelerde telefon etmek çok zordu. Saatlerce telefon beklediğimi hatırlarım.

Acenteye gittiğim arabanın şoförü oldukça çok konuşan geveze bir adamdı. Devamlı yüksek sesle konuşur yol çevresindeki insanlara laf atardı. Ne söylediğini bilmiyorum zira Arapçayı çok az bildiğimden bir de halk dili ile konuştuğundan dolayı hiçbir şey anlamıyordum. 

Bir gün yine acenteye giderken şoför bir şeye kızmış olacak ki yine yüksek sesle bağırıp çağırıyordu. Kendisine “essabrı miftahül ferec” dedim. Yani Risale-i Nur’da birkaç yerde geçen “sabır, ferahlığın anahtarıdır” sözünü Arapça söylemeye çalıştım.  Adamcağız birden sustu. Hatta acente ofisine gidene kadar kıpkırmızı kesildi. Herhalde benim iyi Arapça bildiğimi zannediyordu ki bir sonraki sefer dâhil olmak üzere artık çıtını bile çıkarmıyor aşırı derecede titiz davranıyordu. 

Bu kadar utanıp sıkıldığına göre herhalde benim aleyhimde de atıp tutmuş olmalı. Ne dediyse bilmiyorum lakin beni gördüğü zaman hemen çok saygılı bir tavır takınıp başını öne eğiyordu. Herhalde Arapçayı iyi bildiğimi zannederek o kadar mahcup bir tavır içine giriyordu ki; kim olsa bu adama acırdı. 

Evet, Bediüzzaman’ın eserlerinin çok faydasını gördüm. Kuran terminolojisini ve hadisleri daha iyi kavramama neden olmuştu. Elbette en önemlisi “iman” konusundaki izahlarıdır. Yani taklidi olan imanı tahkiki imana çevirmesi ve gittikçe azgınlaşan materyalist felsefenin tuzaklarından insanları kurtarmasıdır. 

Bundan başka ahlaki öğütleri, dini bilgilerin öğretilmesi ve Türk diline yaptığı katkılar gibi o kadar çok faydaları vardır ki; insanlara bu harika eserlerin ulaştırılması için bazı insanların asli mesleği haline gelmiştir. Nur Talebeleri denilen bu insanlar Risale-i Nur eserlerini kendi malı gibi bilip bunların neşrine ve öğrenilmesine çalışırlar. Hayatta en büyük gayeleri bu eserleri yayıp insanların imanının kurtulmasına yardımcı olmaktır. Allah, bütün Nur talebelerinden razı olsun… 

Yemek sonrasında sohbete başladık. Ev sahibi emekli bir polis memuru olup en az beş erkek çocuğu olan varlıklı bir adamdı. İftar yemeğinden sonra özellikle dini ve sosyal konularda bol bol konuştuk. Benim çok az Arapça ve konuşmaya yetecek kadar İngilizce bilmem sayesinde anlaşabiliyorduk.

Ev sahibinin eczacı olan oğlu güzel İngilizce konuşuyordu ve bize aracılık ediyordu. Yemekten sonra cemaatle namazımızı kıldık ve kahvemizi içerken sohbetimize devam ettik. Nedense ev sahibimiz genellikle olumsuz şeylerden bahsediyordu. Belki de bulunduğumuz ülkenin şartları iyi değildi.

Söylediklerini tasdik etmekle birlikte “La taknetü min Rahmetillah” yani Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, dedim. Bu sözüm Kuran ayetinden iktibas olduğu için ev sahibimizin çok dikkatini çekmişti. Konuşmalarımız aynı minval üzerine devam ettiği için moral bozukluğunu gidermek ve sohbetimizi daha güzel bir hale getirmek için “asa en tekrehü şey’ün vehüve hayrün leküm” ayetini de söylemek zorunda kaldım.

Cenabı Allah, başımıza gelen işleri hayra yormamız gerektiği anlamında “umulur ki sizin kerih (kötü) gördüğünüzde hayır vardır” emrini vermişti. Bu söz sonrasında ev sahibimiz çok duygulandı. Bu sözlerin karşısında büyük bir İslam âlimi gibi davranmaya başladılar. Bir kısmını oğlundan ve Arapça olarak anladığım kadarıyla Türk milletinden ve Türklerin İslam’a yaptığı ve yapacağı hizmetlerden bahsediyordular.

Sohbetimizi vakit bir hayli ilerlediği için kesmek zorunda kaldık zira gemiye dönmem gerekiyordu çünkü işlerimiz oldukça yoğundu. Müslümanlar arasında böylesine güzel bir misafirlik yaptığımız için gemiye çok memnun olarak döndüm. Çok sorun yaşanılan bu limanda kolayca işlerimizi halletmiş ve başka bir yük ve liman için yeni seferimize koyulmuştuk, vesselam…

Vehbi KARA

adminadmin