Fikir
Giriş Tarihi : 10-12-2016 11:16   Güncelleme : 10-12-2016 11:16

Şeyh Said Dönemi’nin Siyasi Anatomisi

“Zabtı raptı hükümet falan yapmadık. Ahali yekdiğerine zulmetmesin dedik.” (Şeyh Said/Mahkeme Zabıtları’ndan)

Şeyh Said Dönemi’nin Siyasi Anatomisi

Şeyh Said dönemi hadiseleri çok geniş bir çerçeveye haizdir. Hakkı teslim olunmalıdır ki, bir dergi yazısı, bu çok boyutlu hadiseleri kapsamlı bir şekilde irdelemede kifayetsiz kalacaktır. Üstelik bu çok boyutluluğa dair yaptığınız her yargı, haklı olarak ispat talebiyle karşılaşacak; ispatlar, alıntı ve dipnotları çoğaltacak, yer darlığı nedeniyle bazı konular arzu edildiği ölçüde işlenemeyecek, değişken okuyucu profilinin farklı merak alanlarının tümü tatmin edilemeyecektir.

Bir de bunlara siyasi hadiselere yaklaşımda ne tür bir siyaset fıkhıyla hareket etmemiz gerektiğine ilişkin ortak akıl ürünü bir yol haritamızın hala üretilememiş olmasını da eklemek gerek. Bütünlüğü kavrama çabası, reel ve rasyonel olana odaklanma, savunularımızı delillendirme, duygusallıktan arî yaklaşım metodlarımızı belirleme gibi zorlukları da eklemek gerek.

Bu altını çizdiğimiz, üzerinde hassaten çalışılması gereken ‘siyaset fıkhımız’ meselesi, aslında Şeyh Said meselesinin de tam göbeğinde yer alan bir konudur. Hadiselere hangi ölçülerle, hangi perspektif zenginliğiyle bakacağımız konusu güncellenmeye muhtaç olduğu kadar, farklı kesimlerin ölçülerini (ya da üstü örtük ölçüsüzlüklerini) tanımakla da alakalı bir konudur. Bunu yapmadığınızda ya da yapamadığınızda, tarihi/siyasi konulara sizden daha fazla emek vermiş, mahsuller ortaya koymuş çevrelerin perspektif rüzgarına kapılmak ve inşai kimlik süreçlerine farkında olmadan maruz kalmak işten bile değildir.

Bu genel hatırlatmanın ardından konuya bir girizgâh yaptığımızda, farklı kesimlerin ortaya koyduğu mahsullerden ötürü Şeyh Said konusunun da ne olduğundan ziyade “ne olmadığını” anlatma gibi bir yükümlülükle karşı karşıya olduğumuz görülür. Bunun sebepleri de çok açık ki, konunun ithamlar, iftiralarla malul olması ve farklı ideolojik inşa süreçlerindeki saptırmalara maruz bırakılmış olmasıdır. Ancak “ne olmadığının” ortaya konması, “ne olduğu”na ilişkin köşe taşlarını dizmeye yaramakta ve dönemin ve sonrasının siyasi anatomisini belirlemede ziyadesiyle katkı sağlamaktadır.

Bu kısa girizgâh, yazımızın da mahiyetini ve sınırlarını belirlemiş oldu. Bir Şeyh Said panaromasından ziyade, hem bu meseleye yaklaşım biçimlerini, hem de -dönemin çok boyutlu sorunları ve gerçeklikleri ışığında- detaylara boğulmadan yargılarımızı direkt olarak sunmaya çalışacağız. Bu yargıların nasıl delillendirildiği ve dipnotlandırıldığı konusunu ise kitabımıza müracaata bırakıyoruz: “Şeyh Said -Bir Dönemin Siyasi Anatomisi-“

Şeyh Said Anlatıları Üzerindeki Etkili Kaynaklar

Öncelikli olanları Kemalist ve Kürt ulusalcısı kaynaklar olarak ikiye ayırabiliriz. Bunlarda –parça doğrularla birlikte- gerçeklerden ziyade kurgular vardır. İslami kesimin pek çok savunusu da bu kaynaklardan etkilenmişlik içerisinde dile getirilmiştir.

Mesela bunların başında M.Şerif Fırat’ın “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” kitabı gelmektedir ki; kitapta konuya yirmi küsur sayfa değinilmekte ama rejimin tezleri kavileştirilmektedir. İsyan bölgesinde “ölü isyancılar”ın cebinden çıkan “mektup”, “belge” vesair vesikalar da Genelkurmay’ın raporları olarak dönemin Fethi bey hükümetine sunulanlar arasındadır. Meclis tartışmalarına da konu edilmiştir. Bunlarda rejimin o dönemki çıkarlarına uygun kurmaca üretimler söz konusudur. Bundaki amaç hükümeti telaşlandırmak, hadiseyi haddinden büyük gösterip sert tedbirler alınmasını sağlamaktır. Fethi beyin bunları reddi, hükümetinin yıkılıp yerine İsmet İnönü’nün başbakanlığında yeni bir hükümet teşkilini beraberinde getirmiş ve bu sayede amaçlanan yolda ilerlenilmiştir. 

Rejimin tezi şudur:

  1. Bu isyan, müsemmem ve müretteptir. Yani planlı, programlı, örgütlü, zamana yayılmış bir isyan süreci söz konusudur. (M.Şerif Fırat da kitabında buna malzeme taşımaktadır. Azadi Teşkilatı başkanı Cibranlı Halit’in tutuklanmasının ardından bölgedeki endişe halini yansıtan gezi ve istişareler, ayaklanmaya hazırlık olarak sunulmuş; Piran hadisesi’nden sonra yazılan mektuplar önceden yazılmış gibi gösterilmiştir.) Ayrıca mahkeme sorguları boyunca kıyamcıların bunu ikrar etmesi için sorular sorulmuştur.
  2. Bağımsız bir Kürt-İslam hükümeti kurmak için, ulusalcılarla da ilişki içerisinde, dinin sadece alet ittihaz edildiği bir Kürtçü ayaklanma olduğu ispata çalışılmıştır. (Bu da mahkemede sürekli ispata çalışılan iki konudan biridir.)

Rejimin amacı Takrir-i Sükûn, Hıyanet-i Vataniye kanunu ve İstiklal mahkemeleri yoluyla sadece isyan bölgesini değil, başta İstanbul gazetecileri olmak üzere tüm ülke sathında basını susturmak ve özellikle muhalif parti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapatmak, yöneticilerini cezalandırmaktır. Yani bir taşla birçok kuş vurma siyaseti izlenmiştir ki, bunu da hadiselerin bölgedeki parti yöneticileri ve gazetecilerin de katkısıyla örgütlü bir isyan “müsemmem ve mürettep” olduğunu ispatla mümkündür. M.Kemal de daha sonra Nutuk’ta bu konuya “izahlar” getirecektir. Kürtçülük konusu da hem işbirliği ve örgütlülüğü ispat, hem de vatan hainliğine malzeme sunacak dış destek konusunu cilalamaya yaramaktadır. (İngilizler’in isyanın arkasında olduğu şeklindeki tezleri günümüze değin ulaşsa da, aslında o dönemde kısa süre sonra rejim tarafından bile terk edilmiş bir iddiadır.)

Kürt Ulusalcılarına gelince;

Tüm milliyetçiliklerde olduğu gibi onların da tutarlı olma gibi bir durumları söz konusu değildir. Amaç geçmişe dönük seküler bir tarih ve kimlik kurgusu oluşturarak bugünkü Seküler Kürt siyasal hareketinin kimliğini ve hedeflerini kavileştirme amacı taşımaktadırlar. Bu yüzden onlarca çelişkili anlatı, gerçeklerin üzerini örtme, saptırmalar kendileri açısından sorun oluşturmamaktadır. Nitekim zaten bir nevi “tarih intikam almaktır”. Ermeni ulusalcısı Troşakçıların sağladıkları “malzemeler” üzerinden Hoybun diskuru dediğimiz tarih anlatıları üretilmiştir. O yıllarda Kürt ulusalcılığını halktan kopuk elitist bir tarzda inşa etmek amacıyla üretilenlerle, özellikle 60’lı yıllardan itibaren üretilen Kürt tarih yazımı birleştirilerek, geçmişe dair “yeni” ama sahte bakış açıları oluşturulmuş, bunda da Şeyh Said malzeme olarak kullanılmıştır. 

Kemalist anlatılar onların da işine gelmiştir. Böylelikle;

  1. Ulusalcı olarak tanımladıkları Azadi Örgütünün isyanı planlayan baş aktör olduğu,
  2. Şeyh Said’i ona bir şekilde bağlı, dini kullanan ama aslında milliyetçi itikadı belirleyici olan bir önder gibi tanıtmaları kolaylaşmıştır. (Azadî teşkilatının gücü abartılmıştır. Kimliği de çarpıtılmıştır. Başkanı ve Şeyh’in de akrabası olan Miralay Cibranlı Halit bey bir ulusalcı değil, İslamcıdır. Hem de Kürtçe bir İslam itikadı kitabı yazmaya girişecek kadar. Örgüt içinde ulusalcılar da olmakla birlikte; hadiseler esnasında kimisi İstanbul’dadır, Diyarbakır’da olanların da hadiselerle uzak yakın ilgileri yoktur. Bunları yıllar sonra hatıratlarında dile getirmişlerdir. Bu dönemde sosyolojik olarak ulusalcılık aramak ise tam bir anakronizmdir. Naci Kutlay’ın “21. Yüzyıla Girerken Kürtler” başlıklı kitabında detaylı tespit ve ulusalcı aydınların hali pür melali ile ilgili malumatlar bulmak mümkündür. Olaylar sonrası Suriye’ye geçen seküler aydınların, burada Hoybun dergisini çıkarıp Fransızca, İngilizce ve Arapça yazmaları manidardır. Yani kamuoyu da bölge halkı değil, Batı bürokrasisi ve entelijansyasıdır.)

Ulusalcı diskur tezlerini doğrulatabilmek için bazı yalanlar üretmiş; Şeyh Said’e ait olduğu iddia edilen ve içinde milliyetçiliği öven, ulusalcı ve seküler kavramlar geçen, (aydınlanma, özgürlük,  başarı yolunda ölmek gibi; hilafet’i yermek vs.) kendisine, döneminde kullanılması mümkün olmayan bir literatürle yazılmış mektuplar atfetmişler; böylelikle “Zalim Türk” öznesinin karşısına “Mağdur/Direngen Kürt” öznesini yerleştirirken, Şeyh’i de tarihsel -ve mitleştirilmiş- bir figür olarak kullanmışlardır. Bu arada hemen ifade etmekte fayda var ki; Kürt ulusalcığının üretiminde Türk ulusalcılığının üretim mekanizmaları taklit edilmiştir. Oryantalist çalışmalar kök kaynaktır ama aynı zamanda da Türk ulusalcığının retorikleri aynıyla vaki Kürt ulusalcılığına taşınmıştır. “Medeniyetin beşiği kimdir?” meselesinde nasıl ki Türk ulusalcıları Avrupa ile yarışmışlarsa, Kürt ulusalcıları da Türk muadilleriyle bir yarış içerisinde, onların yöntemlerinden faydalanarak çalışmalar yapmışlar, kimlik ve tarih inşası süreçlerini bu şekilde yönetmişlerdir.

Bunu yaparken Şeyh Said’in de malzemesi kılındığı bu inşai süreçte, geçmişte Cemilpaşazadeler, Bedirhanlar bu işlere soyunurken, bilahare günümüzde Abdullah Öcalan’dan Tahsin Sever’e, Osman Aydın’dan Şaban Piriş’e kadar geniş bir yelpazede ortak bir anlatı vuzuha çıkarılmıştır.

Kemalist Retoriğin Kürt Ulusalcıları ve Müslümanlar Üzerindeki Etkisi

Konunun Şeyh Said hadiselerinin prosesine etki eden boyutuna geri dönersek; Kemalist anlatının hem ulusalcı, hem de İslamcı söylemlere sirayet ettiğinin ilk göstergesi delilsiz aktarımlara “doğru”luk payesi verilerek, sorgulanmadan alıntılanmasıydı. Bunların başında da Şeyh Said’in Piran’dan önceki faaliyetlerinin kronolojisinin her iki kesim tarafından sahiplenilmesi gelmekteydi. Bu durum iki sonuca yol açıyordu:

  1. Piran’dan önce Şeyh Said yaptığı gezilerle kıyamı örgütlemişti.
  2. Piran vakası, bu örgütlenmeyi hazırlıksız kılan bir kıyama sebebiyet verdi.

Kemalist kronolojiye sadık kalmak iki kesimin de tezlerine yaramaktaydı.

Ulusalcılar açısından zaten Azadî’nin plan ve kontrolünde gelişen bir süreç, Piran vakası dolayımında baltalanıyor ve daha sonraki bir tarihte gerçekleşecek kıyam hazırlıksız yakalanıp erkene alınmış oluyordu. Böylelikle hem örgüt hadiselerin merkezine konmuş oluyor, hem de gerçekte olaylarla hiç ilgisi olmayan, hatıratlarında da bunu dile getiren ulusalcı şahıslar bu vesileyle kahramanlaştırılabiliyordu. Bu tarihsel anlatıya yaslanarak, aynı zamanda ulusalcılaşmanın düz bir seyir halinde, Şeyh Said’e de etki ederek geliştiği ispatlanmaya çalışılıyordu. Çeşitli ekleme ve çıkarmalar da bu anlatının tuzu biberi oluyordu.

İslamcılar açısından ise, yine Kemalist anlatıda bir sorun yoktu. Şeyh, zaten olması gereken İslami bir kıyamın örgütleyicisi/teşkilatlandırıcısı konumuna yükseltiliyor, böylece yüceltilmiş oluyor, zalim, despot, İslam düşmanı bir rejime karşı tarihsel misyonunu yerine getiriyordu. Başarısızlığı ise Piran vakası oluşturuyor, bir provokasyonla hazırlıksız yakalanıyor ama kaldığı yerden yoluna devam ediyordu. Rejim tarafından idam sehpasında canı alınmış bir şehit olması da bayraklaşmasını beraberinde getiriyor, bütün aksi tartışmaların, fazladan tahlillerin, “detay” konuların da  üzeri kapanmış oluyordu.

Biz ise geniş araştırmaların ardından vardığımız sonuç itibariyle kitabımızda şu tezi savunduk: Bu Kemalist anlatı belli bir mefkureye hizmet etmektedir. Sanki rejimin İslam’a ve bölgeye yönelik planları yokmuş ve bu planlar harekete geçirilmemiş gibi -dış güçlerin de oyunuyla- yerinde durmayan, kendi sınıfsal, bölgesel ve kişisel menfaatlerinin zarar göreceğini anlayan insanlar, ülkenin en büyük hükümet muhalifi siyasi organizasyonuyla (TCF) da ilişkiye geçerek, “irticai” bir “karşı ihtilal”e girişmek amacıyla yıllar öncesinden planlar yapmaya başlamıştır. Rejimin günah galerisini örtmek; TCF ve basını da işin içine katarak ülke sathında muhalefeti sindirmek amacıyla, olayların başından itibaren hadiseleri “musemmem ve müretteb” olarak tanımlayan ve mahkemelerde de bunu ispata çalışan bir hükümet vardır oysa.

Öte yandan karşıda da ne silah, ne lojistik, ne mektuplar ne de fetvalar yoluyla bir hareket içerisinde olmayan; ancak gelişen süreci doğru okuyarak ne gibi tedbirler alınacağını istişari ortamlarda dile getiren, tasavvurunda varolan düşünceleri hayata geçirme noktasında pek çok hesap yapan bir kişilik vardır. Ki sadece o değil, kıyamda rol alan pek çok Şeyh ve Cibranlı Halit de dahil olmak üzere, bir temkinlilik ve endişe hali dışında bir icraatın içinde değildirler. Aslında Piran’dan sonraki hadiseleri hazırlıksızlıkla suçlayanlar da bu noktada yanılmaktadırlar. Hazırlıksızlık, bir beceriksizlik ya da gecikmişlik hali değil, verili sosyo-politik durumun tasviridir. Bu yüzden de şöyle özetledik delilleriyle ortaya koymaya çalıştığımız düşüncelerimizi: Kıyam, Piran’dan sonraki hadiselerin adıdır!

Kıyam; Piran’dan Sonraki Hadiselerin Adıdır!

Nitekim Şeyh Said de önce gelişen hadiselerin büyümesini engellemeye çalışmış, ancak gücünün yetmediği noktada da tıpkı Hz. Peygamber gibi zırhını giyerek, halkın menfaatleri, hukuksuzlukların engellenmesi ve gönderilecek orduların mezalimini önleme adına öne atılmıştır. Nitekim Şeyh’in yazdığı hemen bütün mektuplar, fetva ve beyannameler Piran’dan bir süre sonra gerçekleşmiştir. Mahkemenin elinde delil diye bulundurduğu bir-iki vesikadan başka bir şey yoktur. Eğer olsaydı, mahkemelerde bin dereden su getirerek, ifadeler arasında yolculuk yaparak hadiselerin “planlı ve tertipli” olduğunu ispata çalışmazlardı.

“Kıyam”ın Merkezinde Hilafet mi Vardı?!

Öte yandan Şeyh’in kıyamının merkezinde Hilafet’in kaldırılmasının olduğu ve Şeyh’in adeta en temelde bu Hilafet meselesi için ayaklandığı hususu da yine Kemalist metinlerin ve propagandaların etkisiyle ortaya atılmış iddialardır. Bunda bir ölçüde, bugünkü bakış açılarını tarihe onaylatmak isteyenlerin de rolü vardır. Oysa Şeyh Said’in birçok delilli beyanında bu mesele çok az dile getirilmektedir. Hakkında rahatsızlık duyulan konulardan biri olması başka bir şeydir; siyasal-manevi bir kurumun yeniden kurulmasının farziyeti ile ilgili olarak öne atılıp binlerce insanın hayatını bu mefkure uğruna riske sokmak ayrı.

Şeyh, bütün bu söylemlerden çok daha gerçekçi sebeplere dayanmakta, insani ve İslami konuların ülkeye ve bölgeye gerçekten dokunmuş, can yakmış ve yakacak olan yanlarıyla ilgilenmekte; kendisinin ve bölgenin gücünü iyi bilmekte, maceracı olmayan zekice adımlar atmakta, endişelerle bezeli bir süreci omuzlamış bulunmaktadır. Ancak, elden hiçbir şeyin gelmediği, zorunlulukların dayattığı gelişmeler zincirinde de bir halka olmaktan, hatta halkaların başına geçmekten de çekinmemektedir. Meseleye Kemalistlerin ortaya attığı delilsiz “sahte sloganları” kendi lehimize mottolaştırarak ya da sonradan mistifikasyonlara sebebiyet veren “şahit”lerin sözleriyle değil de delillere dayalı ifadeler, vesikalar, konuşmalar, emirler ve hicret etmek gibi insani arayışlar düzleminde bakarsak, hem Şeyh Said’e, hem kıyamına, hem de kıyama katılanlara gerçek değerlerini sunmuş oluruz. Onları bulutların üzerinden indirip örnek alınabilecek tarihi kişilikler haline getirebiliriz. Çünkü tarihi vesikalar da bize bunu söylüyor.

Hakikate Yaklaşmak İçin Kürt Ulusalcısı Yalanlardan da Beri Olunmalı!

Diğer yandan ulusalcı anlatılar gerçekten pek çok zaaflarla maluldürler. Yeniden bir tarih kurgulama adına sosyolojik olarak her açıdan İslam’la yoğrulmuş bu tarihi kesiti zorlama tevillerle, anakronik yaklaşımlarla, az sayıda ulusalcının misyonlarını abartarak, Cibranlı Halit gibi kişiliklerin İslamcılıklarını örterek, farklı bir düzlemde kahramanlar yaratıp, gelişmeleri destansı anlatılarla süsleyerek, bazen Şeyhi zorla “yiğit bir ulusalcı”, bazen Azadî örgütünü inanılmaz örgütlü bir yapı, hatta ulusalcıların ciddi olarak etkisinde, Kemalist rejimin yegane alternatifi bir oluşum gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Elbette buradan yola çıkarak onlar da kendi günah keçilerini oluşturmakta, hatta dini kişilik ve oluşumlara bu anlamıyla tarihsel bir rol biçmektedirler. Sonraki anlatılara da sirayet edeceği üzere, uluslaşmanın önündeki yegane engelin din olduğu, başarısızlıkların ardında Osmanlı’dan bu yana bu bitişik nizam ümmetiçiliğin yer aldığı tezleri de bıkkınlık verecek tarzda işlenecektir. (Şeyh’in milliyetçiliği öncelediği, dini ise amaçlarına alet ettiği tezi sayesinde, hem dindarlara saldırırken Şeyh’i kastetmemiş oluyorlar; hem de zaman zaman ikiyüzlüce bir tutumla, tıpkı Öcalan’ın kitaplarında da olduğu gibi, onu tarihin rüzgarını ve M.Kemal’in amaçlarını kavramamış, dış güçlerle işbirliği yapan ve M.Kemal’in Kürtlere zulmetmesine aracılık etmiş bir şahsiyet gibi resmetmekte de beis görmemektedirler. –Tabii bu durum aynı zamanda Öcalan’ın da takiyyeciliğini ortaya koymakta. Hem işine geldiği zaman Kürt halkına aklınca takiyye yapıp “Şeyh Said’in devamcısıyım…” diyeceksin, hem de bir ulus yaratma becerisine(!) hayran olduğun M.Kemal’in cürümlerini Şeyh’in İngiliz emperyalizmi işbirlikçiliğini(!) öne çıkararak örteceksin. Aslında bu tutum tıpkı M.Kemal örneğinde de görüldüğü üzere, müslüman halklardan seküler ulus yaratma derdindeki önderlerde görülen takiyyeci ikiyüzlülüğe bir örnektir.)

Şeyh Said Bulutların Üzerinden Yere İndirilmelidir!

Bizler Şeyh Said vakasını kendi doğal akışı ve gerçekliği içerisinde incelemek durumundayız. Amaç doğa-üstü karakterler yaratmak değil, zaaflarıyla, olumluluklarıyla, bir süreci tahlil edebilmektir. Ve meseleye sadece Şeyh Said’in bireysel kişiliği bağlamında bakarak koskoca bir tarihsel dönemi daraltmak değil, aksine daha geniş perspektiflerden bu süreçten öncesi ve sonrasını sosyo-politik düzlemlerde doğru okuyarak, bugüne ilişkin tecrübelerimizi ve ufkumuzu genişletebilmektir. Hadiseleri kendi öznelliğinde, yani İslami bir misyonun tarihsel olarak yerine getirilmesi bağlamında bile değerlendirdiğimizde romantizmin rüzgarlarıyla veyahut kendi güncel ideallerimizi Şeyh’e onaylatma dolayımında değil, maddi-manevi hakikatlere yaslanarak konuyu irdelemeliyiz.

Kahramanlık, Ayağını Yere Basan Gerçeklerde Gizlidir

Şeyh Said ile ilgili konferanslar vermek için Diyarbakır, Batman, Tatvan, Van, Ş.Urfa gibi bölgelere intikal ettiğimizde, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in torunu Av. Muhammed Akar ile görüşme fırsatı elde etmiştik. Bize, Şeyh Said’in Piran’dan önce iki defa daha provoke edildiğinden bahsetmişti. Ama daha önemlisi, “Hiç isyana hazırlanan bir şahsiyet, Piran’dan iki hafta önce, hem de karaborsadan silah satın alır mı?” demişti. Doğruydu. Planlı, örgütlü bir çaba içine girip, aylarca geziler düzenleyeceksiniz –tabii bu arada rejim bundan haberdar olmayacak ve tevkif de edilmeyeceksiniz(!)- Binbaşı Kasım gibi M.Kemal’e ajanlık eden bir şahıs da yanıbaşınızda olacak ve Piran’dan iki gün sonra kendinize gelip hadiselerin içinde bulacaksınız kendinizi; mahkemelerde “toz dumana katılmıştı; ne önündeyim ne ardında ortasındaydım” diyeceksiniz; üstelik “hükümet zaptı raptı eylemedik, ahali yek diğerine zulmetmesin dedik” diyeceksiniz; şeriata bağlılığınızı asla inkâr etmeyip, medreselerin kapatılması ve rejimin bir takım uygulamalarından rahatsızlık duyduğunuzu açıkça ikrar edeceksiniz; mahkemelerde affedilme umudunuzu dışa vuracaksınız; hicret gibi seçenekleri düşündüğünüzü ifade edeceksiniz; yoldaşlarınızın bir kısmı (bazı şeyhler) işin içinden sıyrılmak için bir sürü dirayetsiz ifadeler verecek; bölgenin çoğunluğu tarafından yalnız bırakılacaksınız; “ağır silahlar ele geçiriyorduk ama kullanacak adamımız yoktu” diyeceksiniz; “aslında Diyarbakır muhasarasını ben istemedim ama mecbur kaldım” diye itiraf edeceksiniz; Dönemin JİTEM’inin de içinde olduğu fitne sürecinde Ziraat Bankası’nın parasını isyancılar çalıp çırpmasın diye yed-i emine teslim edeceksiniz; had cezalarını fitne çıkmasın diye haklı olarak erteleyeceksiniz; emrinizdekilerin bir bölümüne söz geçiremeyeceksiniz; bölgedeki birçok aşiret tarafından sırtınızdan vurulacaksınız ama bütün bunlar yaşanmamışcasına hakikatler basın, devletin ajanları ve bilumum bürokrat ve vekillerce tersyüz edilerek sunulacak kitlelere ve aynı zamanda da hiçbir delile dayanmaksızın dış destek almakla suçlanacaksınız.

Yukarıda rejimin bu süreçten ne murad ettiğini ve diktatörlüğün inşasına doğru, üretiminde büyük katkıları olduğu çok açık olan bu hadiseler vesilesiyle nasıl bütün bir muhalefeti sindirdiğine değinmiştik. Amaç neydi peki? Yepyeni bir ulus kimlik ve ulus-devlet yaratmak. Bunu inkılaplar eliyle yapmak. Bunları yapabilmek için itiraz edecek olanların bir kısmını ortadan kaldırmak, bir kısmını susturmak. Yeni devlet için demografik yapıya deprem etkisiyle müdahale etmek. Misak-ı Milli’nin tüm sathına yeni iktidarı tanıtmak, biate zorlamak ve hepsinden önemlisi “Siyasal Türklük” kimliği ve dinini ülke sathına yerleştirmek. İnkâr ve asimilasyon politikalarıyla da “anlamayanları” dize getirmek.

“Siyasal Türklük Dini” Ancak İslam’a ve Besleyen Kültüre Savaş Açmakla İnşa Edilebilirdi 

Şunu unutmamak gerekir ki; bu ülkede “Siyasal Türklük” etnisite karşıtlığı olarak, birileri Laz, Boşnak, Arnavut, Çeçen, Kürt olduğu için üretilmedi; bütün bu Laz’lar, Boşnak’lar, Kürt’ler İslam olduğu için üretildi. Dolayısıyla “Felsefemizde din sözcüğünün karşılığı ulusalcılığımızdır” diyen M.Kemal, bu gerçeğe zaten daha o yıllarda temas etmiş ve uygulamalarını buna göre hayata geçirmiştir. Şeyh Said ve şürekasının yaşadığı bölgelere de bu gerçeğin öğretilmesi gerekmekteydi. İşte o yüzden bazı politikaların kervanın yolda düzülmesi gibi, korkular ve gelişmeler üzerinden üretildiği retoriği burada yanılmaktadır; rejim Şeyh Said’in adının üzerine mühür olarak vurulduğu olaylar patlak verdiği için bir doğu siyaseti uygulamasına geçmedi; önceden planlanmış politik bir sürece bu hadiseler payanda kılındı.

Lozan’dan sonra Kazım Karabekir’e “Hocaları toptan kaldırmadıkça biz bu işi başaramayız”; “İnkılabın hukuku tüm kanunların üzerindedir” diyen; daha 1923 Bursa konuşmasında “Kansız inkılap olmaz; kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem olur” diye ünleyen; daha 1925 hadiselerinin başında hükümetin “inzıbat olayıdır, büyütmeye gerek yok” dediği olaylara ilişkin “burnuma kan kokuları geliyor” diyerek izleyeceği yol haritasını deklare eden; 1927’de “1925’te bizim için esas mesele Şeyh Said isyanı değil, İstanbul basınının vaveylalarıydı”(İsmet İnönü) demesine rağmen 1925’te “…Bu olaylar müsemmem ve müretteptir, beni başa getirirseniz asar, keser, sürerim…” diye tehditler savuran bir iktidarın bölgedeki gelişmelerden korktuğu(!) için cürümler işlediği, yüzbinlerce insanı sürgüne gönderdiği, binlercesini astığı ve bir Şark Islahat Planı’nı devreye soktuğuna ancak aptallar inanır. Bu itiraflar, kitabımızda da geniş şekliyle aktardığımız üzere Metin Toker (İnönü’nün damadı) ya da Cafer Tayyar Paşa gibi onlarca rejim yanlısı şahsiyetin söz ve itiraflarına da yansımıştır.    

İngilizler, Musul, Falan, Filan

Bu konu da hikayenin hiç bitmeyen türküsü olarak yıllardır bozuk plak gibi çalınıp durmaktadır. Yıllardır dediysek, aslında daha olayların ardından iki yıl geçmeden terk edilmiş bir türkü idi bu. Ama zaman zaman işte bugün olduğu gibi de yeniden pişirilip önümüze konmakta maalesef. (Şeyh Said kitabımızın “İngilizler ve Musul” başlıklı 10. Bölümü konuyla ilgili tafsilatları içermektedir)

Hiçbir somut delile dayanmayan bu iftiraların aslı şu:

  1. İngilizler olayların başında Kemalistlerden şüphelenmişler; acaba Musul için asker yığınağı yapma amacıyla bu hadiselerden istifade mi edilmek isteniyor sorusu sorulmuştur. (Bu konuyla ilgili Robert Olson’un İngiliz belgelerine dayalı geniş bir araştırması söz konusudur. Hatta daha önemlisi Kemalist bir tarihçi ve çalışmaları kaynak mesabesinde olan Prof. Ömer Kürkçüoğlu’na müracaat edilebilir)
  2. İngilizler’in zaten bölgede Kürt meselesiyle yeter derecede başlarının dertte olması, bu hadiseye karşıdan ve soğuk bakmalarını beraberinde getirmiştir. (Üstelik İngilizlerin daha 1921 Koçgiri olaylarıyla ilgili raporlarında bu tür hadiselere destek vermenin risklerinden bahsedilmekte; eğer isyanın ortasında bu insanlar terk edilmek zorunda kalınırsa güven sarsılmalarına sebebiyet verilebileceği ve diğer bölgelerde de İngiliz politikalarının sarsılacağından sözedilmektedir. Mesela Robert Olson da bu tespitleri yaptıktan sonra; 1921’de bile böyle düşünen İngiliz politik aklı hiç 1924-25’lerde aksi hareket edebilir miydi? diye de sormaktadır. Çünkü o günden bugüne zaten çok şey değişmiş, şartlar farklılaşmış; İngilizlerin bu tür bir politika izlememeleri hususunda daha da olgunlaşmıştır.)  
  3. Bir diğer husus ise, yeni Türk devletiyle ilişkilerini düzene koymuş ve SSCB’ye yanaşmasından ürken Büyük Britanya’nın bu endişelerden kaynaklı olmak üzere zaten politik tutumunu belli etmesi. (Hatta İsmet İnönü’nün İngiliz büyükelçi Sir Ronald Lindsay’den bu yalanların artık konu edilmemesi hususunda azar işitmesi. Bkz: İsmet İnönü “Hatıralar”.)
  4. Kemalist tarihçi Prof Ömer Kürkçüoğlu’na göre zaten Hilafet’in kaldırılmış olması İngilizlere bu konuda rahat bir nefes aldırmış ve bindiğimiz dalın kesilmesine sebebiyet vermiştir. (Kürkçüoğlu bunu örnekler üzerinden hayıflanarak aktarmaktadır)
  5. Bu konularda araştırmalar yapan ortak aklın bir diğer savunusu da “eğer İngilizlerle bağlantılı olarak böyle bir isyan tertip olunduysa, hadiselerin niçin sınır boylarında değil de orta bölgelerde başlamış olduğudur?”
  6. Ve belki de en önemlilerinden biri de Fransa’nın kontrolünde olan Suriye’nin kuzeyindeki demiryollarından rejim lehine yapılan asker, lojistik ve uçak yakıtı ikmalidir. Eğer İngilizler arzu etse, bu ikmali engelleyebilirlerdi. Oysa Fransızlara sadece “Türklerin neyi ikmal ettikleri?” sorusunu yöneltip daha ötesini sorgulamamışlardır.

Şeyh Said, bölgeye dönük politikaların işlerlik kazandığının farkında varmıştı. Anın vacibine göre hareket etti. Zamanı yoktu. Zamanın ruhu lehine değildi. Konjonktür ise hiç uygun değildi. Yıllar süren savaş ve kargaşa ortamından ötürü bölge halkı da bitkin ve perişandı. O da bunun fazlasıyla farkındaydı.

Hükümet, önündeki tüm engelleri kaldırmaya kararlıydı. Bölgede uygulayacağı tedhiş politikalarına da hazırlanmaktaydı. Kitleleri tahrik edici her türlü siyaset ortaya konmaya başlanmıştı. Zorunluluklara dayalı olarak başlayan kıyamın yegane sebebi de bu süreçti. Rejim kıyamcılardan güçlüydü. Kıyamın gerekçesi İslam olduğundan uluslararası destek de arkasındaydı. Hem SSCB’nin hem de İngilizlerin onayıyla, ‘Tampon bir devlet’ olmayı kabullenmenin nimetlerini de arkasına almıştı.

Şeyh’in silahı her daim yetersizdi. Hadiseleri kontrol altına almaya çalıştı. Şehirleri bile önceleri silahsız halk tabakaları işgal etmekteydi. Uyarılarını dinlemeyenler, emirlerini hiçe sayanlar vardı. Daveti de genel kabul görmedi. Sayısız ihanete uğradı. Sadece hainlerden değil, mahkeme safahatında yoldaşlarından bile. Ama hiç kimseye, ne dava arkadaşlarına, ne kendisine sadakat bildiren halk kesimlerine, ne de uğrunda mücadele verdiği Rabbine sadakatsizlik etmedi. Ahdine sadık kaldı. O, kendi tabiriyle karmaşık “fitne” ortamlarında bile şer’i şerife uygun davranmaya çalıştı. O, yurtseverlik ya da toprak için değil, İslami değerleri ayağa kaldırmak, Rabbini razı etmek için mücadeleye koyuldu. Bu yolda şehit düştü. Arzusu, kıyamının doğru anlaşılması idi. İdam sehpasına giderken, ardında kalanlara sahih bir mesaj bıraktı:

“…Şüphesiz benim ölümüm Allah ve İslam içindir…”

Bahadır Kurbanoğlu

(Vuslat Dergisi, Sayı: 186) 

adminadmin