Güncel
Giriş Tarihi : 25-12-2013 11:40   Güncelleme : 25-12-2013 11:40

SON ÇARE: BAŞBAKAN'A SUİKAST

17 Aralık operasyonunun üzerinden bir hafta geçti. Gelinen nokta itibariyle, halkımızın iki konuda mutabık kaldığını söyleyebiliriz.

SON ÇARE: BAŞBAKAN'A SUİKAST
İlki, yolsuzluğun kararlılıkla üzerine gidilmesi ve ucu kime dokunursa dokunsun hesabının sorulması. İkincisi ise, bunun yolsuzluktan ziyade iktidarı yeniden dizayn etmeye yönelik uluslararası bir tertip olması.

Kamuoyunda böyle bir algı oluşmasının birçok nedeni var. Ama ben operasyonun özellikle dış ayağına dikkat çekmek istiyorum. Son bir haftada ortaya çıkan belge ve bilgiler asıl oyun kurucunun ABD ve İngiltere olduğu, bizim içeride gördüğümüz paralel devlet ve müttefiklerinin sadece bir figüran olduğunu net bir şekilde gösterdi.

Şöyle ki,

Malumunuz, yolsuzluk iddialarının en önemli ayaklarından birini Halkbank oluşturuyor. Biraz araştırınca ABD'nin Halkbank'ı aylar öncesinden hedef aldığı görüyoruz. Hürriyetin 24 Nisan 2013 tarihli internet sitesi haberinde, ABD'li vekillerin Halkbank'a yaptırım istedikleri ve bununda ABD'deki en büyük Yahudi lobisi AİPAC'ın baskısıyla yapıldığını yazıyor.

Gelelim günümüze. Başta Yeni Şafak olmak üzere üç büyük gazete 17 Aralık'ta, ABD'nin Türkiye Büyükelçisinin AB'li büyükelçilere, ‘Halkbank'ın İran ile ilişkilerinin kesilmesini istedik. Dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz' dediğini manşetten verdi.

Bitmedi, ABD hazine bakanlığının müsteşarı David Cohen'in aynı gün İstanbul'da olduğu ve bazı gizemli görüşmeler yaptığını yine basından öğreniyoruz. Aynı Bakanlık bu senenin Temmuz ayında İran'a değerli madenlerin ihracatını da yasaklamıştı. Ne kadar büyük tesadüf değil mi?

ABD müstemleke valisi, pardon, büyükelçisinin başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere yaptığı açık ve gizli görüşmelere hiç girmiyorum. Onu kamuoyunun vicdanına bırakıyorum.

Halkbank olayının aslı kısaca şu: Türkiye Halkbank üzerinden İran'a uygulanan ambargoyu deliyor, böylece, ülkeye onlarca milyar dolar kazandırıyordu. Bu İran pastasından hiç kimseye pay vermek istemeyen ABD, İngiltere ve Almanya'nın tepkisini çekti.

Aslında, resmin tamamına baktığımızda sorunun sadece bu olmadığını görüyoruz. Halkbank son operasyonun ortaya çıkardığı bir konu. Başbakan birçok noktada ABD ve müttefiklerinin tepkisini çekecek girişimlerde bulundu ve bulunmaya devam ediyor. Terörün bitmesinden İsrail'in diz çöktürülmesine, askeri ve yargı vesayetine son verilmesinden IMF'ye olan dış borcun ödenmesine kadar birçok noktada kendine çizilen sınırı aştı.

Söz dinlemeyen, ezber bozan, başına buyruk hareket eden böyle bir lidere haddinin bildirilmesi ve hizaya getirilmesi gerekirdi. Taki aynı yolu takip etmek isteyen diğerlerine ders olsun.

MİT operasyonu ile başlayan, Geziyle ivme kazanan son yolsuzluk operasyonuyla zirve yapan uluslararası tertibi bu çerçevede değerlendirmek lazım.

Hasıl-ı kelam, İngiltere ve ondan görevi devralan ABD, 200 yıldır titizlikle örülen bu derin yapıyı dolayısıyla Türkiye'yi kaybetmek istemiyor. Çünkü Türkiye'yi elinden kaçırırlarsa Ortadoğu'yu ve onun akabinde de dünya hâkimiyetini kaybedeceklerini çok iyi biliyorlar. Türkiye'nin kontrol altında tutulması ABD ve İngiltere'nin çıkarları açısından hayati önem taşıyor. Onu kaybetmemek için siyasi cinayetler dâhil içerdeki piyonlarına yaptıramayacakları pis iş yoktur.
Her şeyi denemelerine rağmen Türkiye'nin kararlı bir şekilde bağımsızlığına doğru ilerlemesini engelleyemediler. Bu istenmeyen durumun sorumlusu belliydi: Başbakan Erdoğan. Çözümde son derece basitti: onun bir şekilde tasfiye edilmesi.

Bu amaçla iki aşamalı bir plan tasarlandı:

İlk aşama: Bir taraftan Erdoğan karşıtı tüm muhalefet bir çatı altında birleştirilirken, diğer taraftan bireysel yolsuzluk ithamları sistematik yolsuzluk gibi gösterilerek Başbakan yıpratılacak. Böyle bir ortamda girilecek yerel seçimler de kötü sonuç alınacak, parti içindeki çözülme hızlandırılacak ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ABD ve İngiltere'nin istediği bir aday seçilecek.

Son bir haftaya baktığımızda planın tutmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Gezide olduğu gibi plan ters tepti ve millet yine Başbakanın etrafında kenetlendi, hem de hiç olmadığı kadar.

Olumlu gibi gözüken bu sonuç aslında başka bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. ABD ve İngiltere, Başbakan'ın bu tertip'in karalılıkla üzerine gideceğini ve devletin içine çöreklenen örgütü yani paralel devleti tüm diğer müttefikleriyle beraber tamamen tasfiye edeceğini çok iyi biliyorlar.

Böyle bir durum Batı'nın bölge üzerinde kurduğu hegemonyanın sonu olacaktır. ABD ve İngiltere bunu engellemek için Başbakanın bir şekilde fiziksel tasfiyesini içeren tertibin ikinci aşamasına geçmekten çekinmeyeceklerdir.

Başbakan bugün hayatında hiç olmadığı kadar ciddi tehdit altındadır. Evet, şimdiye kadar birçok suikast girişiminde bulunuldu ama hiç biri şimdiki kadar ciddi değildi. Yıpratma sürecinden istedikleri sonucu alamazlarsa, ABD, işbirlikçisi mevcut derin yapı ile son çare olarak gördüğü Başbakan'ın fiziksel olarak tasfiye edilmesi seçeneğini devreye sokmaktan çekinmeyecektir.

Bu bir uçak kazası, kalp krizi, enjekte edilen bir hastalık ya da klasik bir silahlı suikast olabilir. Nasıl olduğunun önemi var mı? Mühim olan müesses nizamın devamı, her nasıl olursa olsun. 

Ağaca takılıp ormanı görmezlikten gelmeyelim. Resmin tamamına bakalım. İşte o zaman oynanan oyunun ne kadar büyük olduğu, aslında söz konusu olan çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği olduğunu anlarız.

Unutmayın, gaflet sonuçların itibariyle ihanetten daha ağırdır. Feraset ile bakma ve hareket edebilme duasıyla.

http://www.haber7.com/yazarlar/omer-turan/1108974-son-care-basbakana-suikast
adminadmin