Eğitim
Giriş Tarihi : 06-12-2017 11:28   Güncelleme : 06-12-2017 11:28

Eğitimde Çöküş Yahut İbn-İ Haldun Yerine Comte

Güneşin doğduğu topraklardaki ilmi görmezden gelip yalnızca Garp’ın kaynaklarıyla ilim ve bilim icra etmeye kalkışan aydınlar sabah güneşinden mahrum kalan, ikindi güneşiyle yetinen gecekondular gibidir.

Eğitimde Çöküş Yahut İbn-İ Haldun Yerine Comte

Türkçe’de 570.000 kelime ve deyim mevcutken bugün en eğitimli kesim dâhi 300-400 kelime kullanabiliyor. Doğu’da ortalama bir kadının kullandığı kelime sayısı ise 50 ila 70 arasında değişiyor. Kullandığımız kelime sayısı temel olarak düşüncelerimizi etkileyip, anlatılan ya da gösterilen herhangi bir konuyu kaç boyutta algılayacağımızı ve yorumlayacağımızı belirliyor. Kullanılan kelimelerin bu denli az olması da ortaya doğru düzgün bir fikri verim çıkaramamamıza neden oluyor. Batı’nın zirve yaşadığı son 100 yılda ise bu sorunun en kolay çözümü olarak Batı modeli eğitim sistemi ve içeriği kullanılıyor/kullanılmaya çalışılıyor. Batı’nın eğitim sistemi elbette kullanılabilir fakat eğitim içeriğini kullanmak cinayetten öteye geçemiyor. Binaenaleyh böyle bir girişim medeniyet problemlerini de beraberinde getiriyor.

Bizim burada karıştırdığımız bir konu var ki o da batılı veya doğulu aydınların fikirlerini kendimize uyarlamaya kalkışmak. Oysa unutuyoruz ki biz ne batılıyız ne de doğulu. Spesifik bir lokasyonumuz, özgün bir medeniyetimiz var. Özellikle Batı ile 17. Hıristiyan yüzyılında başlayan 20. yüzyılda zirve yaşayan sıkı kopyacı ilişkilerimizde -buna ancak kopya denebilir- büyük zarar gördük. Hatta bugün öyle bir duruma geldik ki İsmet Özel’in dediği gibi hiçbir şey yapılmazsa 50 yıl içerisinde dilimiz dâhil her şeyimizi kaybedeceğiz gibi görünüyor. Oysa biz Batı’dan kopya çekmemeli, Fatih Sultan Mehmet döneminde olduğu gibi birbirimizi kültürel açıdan beslemeliydik. Çünkü her medeniyet, özellikle Batı ve İslâm medeniyeti birbirinden çok farklı ana direkler üzerine kuruludur. Akılcılığın vardığı nokta Batı medeniyeti, akıllığın vardığı yer ise İslâm’dır. Apaçık görüldüğü üzere akılcılıkta baskı altına alınmış bir akıllılık, akıllılıkta ise disipline sokulmuş bir akılcılık vardır. Bütün mesele aklın bir şirk unsuru haline girip girmediğindedir.

Güneşin doğduğu topraklardaki ilmi görmezden gelip yalnızca garbın kaynaklarıyla ilim ve bilim icra etmeye kalkışan aydınlar sabah güneşinden mahrum kalan, ikindi güneşiyle yetinen gecekondular gibidir. Eğitim sorunumuzun ana sebebi budur.Diğer problemler ise en fazla bu mevzunun alt başlıkları olabilir. Örneğin sosyoloji alanında Comte, Durkheim, Weber konu edilmeli lakin İbn-i Haldun ve Ziya Gökalp gibi düşünürlerimiz de eksik edilmemelidir. Siyaset derslerinde Platon, Machiavelli, Marks olmalı ama Yusuf Has Hacip’i anlatmadan, Nizamülmülk’ü öğrenmeden geçilen ders; Aristo’ya haftalarca kafa yorup ömrünü Aristo’ya adamış İbn-i Rüşd’e değinmeden yapılan ilim faaliyetleri yarım bile değil çeyrek kalacaktır. Tarihte iz bırakmış fikirleri ve medeniyetleri tam manasıyla anlayabilmek ve üstüne bir şeyler katabilmek için savunmadığımız düşünceleri de anlamak, anlatmak zorundayız.

SOSYAL BİLİMLERİN BABASI İBN-İ HALDUN

Burada sosyolojinin yeri farklıdır. Tabii ona bağlı olarak İbn-i Haldun’un da. Sosyolojiyi tam anlamıyla kavrayamaz, işleyemezsek ne düşünce adamları çıkarabilir ne demucitler yetiştirebiliriz.

Batılılar, İbn-i Haldun’u modern sosyal bilimlerin öncüsü olarak görüyor. Fakat bu tamamen yanlış ve tehlikeli bir söylem. İbn-i Haldun pozitivist yahut materyalist biri değil ki batıya öncülük etmiş olsun. O bir İslâm âlimidir. Batı İbn-i Haldun’u yanlış anlamıştır. Ülkemizde de kendine “solcu” sıfatı takan bazı kimseler İbn-i Haldun’u Marks’ın öncüsü olarak görüp sahiplenmeyi acilen bırakmalıdır. Böyle bir yaklaşım iki zatı da tanımamaktır. Kapital ile Mukaddime nasıl aynı değerleri taşıyor olabilir?

Diğer bir taraftan İbn-i Haldun modern sosyal bilimlerin öncüsü demek; artık İbn-i Haldun’un bir değeri yok, müzeliktir demektir. Bunu yerleştirmeye çalışıyorlar. Oysa İbn-i Haldun modern sosyal bilimlerin öncüsü değil alternatifidir.

Bu alanda da birçok insana hatta devlete örnek olmuştur. İbn-i Haldun bize daire devlet modelini öğretmiştir. Osmanlılar buna “Dairetu’l Adalet” dermiş (yani adalet dairesi). Bu sistem uzun yıllarca kullanılmış, 20. Hıristiyan asrının başından itibaren ise piramit devlet modeline geçilmiş, yarı-kast sistemi oluşturulmuştur. Bu modele göre devletin başındakiler; devletin tepesinde değil, merkezinde olmalıdır. Aslında bu daire devlet modelini ilk uygulayan kişi Hz. Muhammed’dir (sav). Zaten İbn-i Haldun da kitabında bu modelin Hz. Muhammed’e ait olduğunu açıkça dile getirir.

MUKADDİME İLE DEĞİŞİM

Evrensel değeri olan eseri Mukaddime ise kendisine “sosyolojinin tanrısı” gibi sıfatlar takılmasına neden olmuştur. İbn-i Haldun’un şüphesiz en önemli eseri Mukaddime neden hâlen eğitim sistemimiz içerisinde yer bulamamıştır bilemiyoruz. Hâlbuki sadece lisede bir senelik müfredata Mukaddime koyulsa öğrencilerdeki ahlaki ve fikri zeminin gözle görülür şekilde geliştiğini görebiliriz.

Ders kitaplarına İbn-i Haldun gibi bir âlimin yerine Auguste Comte gibi “sığ” bir kişilik neden koyuluyor onu hiç bilemiyoruz. Auguste Comte daha kendi sorunlarını, batının sorunlarını çözememiştir ki bizim sorunlarımızı nasıl çözsün? Ya da Durkheim sosyolojisi bizim gençlerimize ne katabilir/katabildi? Yazının başında açıkladığımız gibi Comte veya Durkheim bizim medeniyetimize ait değildir ve bu nedenle bizimle en fazla birkaç konuda benzerlik gösterebilir. İbn-i Haldun’un metotları günümüz sorunlarını çözebilecek seviyedeyken, bugün kullandığımız yöntemler sorunu başka bir soruna taşımaktan öteye geçemiyor.

Burada bir yanlış anlaşılmaya mahâl vermeyelim. İbn-i Haldun öğretilsin de Comte öğretilmesin demiyoruz. İkisi de öğretilisin ki kıyaslamayı öğrenci kendi yapsın. Ama buna izin verilmiyor. Sadece bu alanda da değil. Örneğin Psikolojide Freud öğretiliyorsa yanında İmam Gazali de öğretilmek zorunda. İslam felsefesinde bile bu iş yapılıyor, El-İşarat’ıyla İbn Sina, el-Mu’teber’iyle Bağdadî, Hikmetü’l-İşrak’ı ile Sühreverdi yahut el-Metâlibu’l-Aliyye’siyle Fahreddin er-Razî gibi İslam felsefesinin ana taşlarını döşeyen üstatları bir kenara bırakıp bolca batılı yorum okuyoruz. Hâlbuki bu eserleri kendimiz okuyup yine kendimiz yorumlayacak ve hatta geliştirecek çapta olmalıydık.

KURUCU BİR EĞİTİM MODELİ

Aslen meseleyi etraflıca araştırdığımızda bizimki gibi toplumlara en uygun sistemin “Medrese Sistemi” olacağını söyleyebiliriz. Sorunumuzu hiç şüphesiz kökünden değiştirecek bir sistemdir bu. İnsanlar bu konu hakkında pek bilgi sahibi olmadıkları için korkuyorlar.

Amerikan eğitim sistemini kuran John Dewey, Amerika’daki üç büyük filozoftan biridir.

Türkiye’nin modernleştirici elitleri, 1920’li yıllarda John Dewey’i ülkemize çağırıyorlar ve modern bir eğitim sistemi kurmasını istiyorlar. John Dewey, inceleme yaptıktan sonra bir rapor yayınlıyor ve raporda diyor ki: “Siz yeni bir eğitim sistemi istemekle hata ediyorsunuz. Asıl eğitim sistemi sizdedir, sizin yapacağınız şey medrese sistemini güncellemektir.” Bunu illa batılıdan mı duymak gerekiyor? Hayır fakat bazıları medrese dendiği zaman “yobazlık, gericilik, eski” gibi kavramları kafalarının içerisinde dolaştırdıkları için örneği de buradan vermek istedik. Ayrıca İmam Şafii’nin dediği gibi “asıl fazilet düşmanın kabul ettiği üstünlüktür”. Kalıplaşmış tanımlamalardan kurtulalım artık.

Bugün Amerika’daki birçok eğitim kurumu mesela Chicago Üniversitesi medrese sistemiyle işler. Özellikle de Amerika’daki doktora programları, medrese sisteminden alınmış ve adapte edilmiştir.

Medrese sisteminin ruhu Türkiye’deki doğu medreselerinde yaşamıyor artık. Türkiye’de medrese ve imam-hatiplerin misyonu hep korumaya yönelik oldu. Korumak da güzeldir ama korumak yetmez, kurmak gerekir. Eğer bir eğitim modeli geliştireceksek kurucu bir eğitim modeli geliştirmemiz lazım. Geleceğimizi kurmalı. İnsanlığın önünü açmalı.

Not: İbn-i Haldun’dan bolca bahsetmişken devletlerin her 120 yılda bir çökeceği tezini de aktarmamız gerekir. Tabii buradaki 120 sayısının felsefi bir derinliği var. Determinist bir yaklaşım değil. İbn-i Haldun’a göre devlet her dört nesilde bir çöker. 1. nesil: Devleti kuranlar; 2. nesil: Mücadele edenler; 3. nesil: “Hiçbir şeyden habersiz rahat içinde yaşayanlar”; 4. nesil: Devleti kaybedenler.

İlahiyat fakültelerinin hâli

İlahiyat Fakültelerinde dahi bu eserleri bilmeyen bir sürü mezun var. Doğru düzgün Osmanlıca bilmeyenler de cabası. Büyüklerimizin dediği gibi Osmanlıca bilmeyen entelektüel olamaz. İlahiyat Fakültelerinin -bugün- ne işe yaradığını bilen lütfen söylesin.-Eskiden- Ulvi derecede öneme sahip bu fakültelerin kıymetinin tam olarak anlaşıldığına dair şüphelerim var. İlahiyat fakültelerinin ana görevi İslâm’ın sadece Müslümanlar için değil, hatta sadece insanlar için değil, bütün varlık için nasıl bir nimet olduğunu kavratmaktır. Nasıl bir sorumlulukla yüklü hangi makamı temsil ettiğini fark etmeyen yeni mezunlar veriyor bu fakülteler. Çağımızda bu fakülteler gerek sistem gerekse ders içeriği yüzünden yüzyıllardır sürdürdüğü misyonunu kaybetmiş durumda.

Çözümü nedir? Bu konuda uygulanabilecek en iyi çözüm Alev Alatlı’ya aittir. Alatlı, ilahiyat fakültelerinin lisansüstü bir sistemde yer alması gerektiğini savunur. Fakültelerden felsefe gibi derslerin kaldırıldığı ve sosyoloji gibi derslerin de kaldırılması için tartışıldığı göz önüne alınırsa pek ala faydalı bir sistem önerisi olduğu söylenebilir.

Mustafa Mutlu / Diriliş Postası

adminadmin