Kültür
Giriş Tarihi : 24-03-2019 10:00   Güncelleme : 24-03-2019 10:00

Ezanı kimler, nasıl Türkçeleştirdi?

Ezanı kimler, nasıl Türkçeleştirdi?

Dr. Reşit Galip’i  “Andımız”  tartışmalarından hatırlayacaksınız. Müşarunileyh kendini unutturmamaya azm ü cezm ü kasteylemiş ki tekrar gündemimize girdi. Çünkü hazretin hizmetleri (!) saymakla bitmiyor. Şimdi de gündeme  -en azından benim gündemime-  ezan meselesi ile girdi. Yakın zamanda okuduğum bir hatırattan öğrendiğime göre, ezanı Türkçeleştiren kişi imiş kendileri. Bilginin şahidi de kaynağı da dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Hasan Cemil Çambel.

Tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz ve aktüel olarak protesto bağlamında tartışılan ezan, “Türkçe Ezan” değil. Bu protesto tartışması gündeme düşünce aklıma geldi. Acaba ezanın dili Arapçadan Türkçeye değiştirilince böyle bir protesto yapılabilir miydi? Yapılamazdı diyorsanız lütfen cevabını veriniz. Neden yapılamazdı? İkinci sorum şu: Protesto ettiği söylenen, en azından, ezan başlayınca düdük sesini kesmeyen kişiler, ezanı Türkçe duysalardı daha farklı mı davranırlardı? Üçüncü sorum; “Günümüzde hoparlöre gerek yok, herkesin cebinde cep telefonu var, namaz vaktini oradan öğrensin, sabahın seher vaktinde insanları rahatsız etmesin” diyenler özel olarak Arapça ezanı mı kastediyorlar yoksa Türkçe ezan okunsaydı da aynı söylemi dile getirirler miydi?

Siz bu soruların cevabını düşenedurun; ezan ve tekbir nasıl olmuş da Türkçeleşmiş yani aslına yabancılaştırılmış, onun serencamını, Türk Tarih Kurumu Başkanı Hasan Cemil Çambel’in Makaleler, Hatıralar adlı eserinden öğrenelim. (s. 36-37, TTK-1964)

Hasan Cemil Çambel, hatıratına aldığı aşağıdaki yazıyı önce 9 Şubat 1949’da Ulus  Gazetesi’nde yayımlamış. Yazıdan öğreniyoruz ki tarihçi-yazar bu konuda o günlerde Falih Rıfkı Atay’ın bir yazısına cevap vermek de istemiş.

Hatıratın girişinde şöyle bir cümle var. Yazar bu cümle ile giriyor kitabına. 

“Atatürk bir akşam sofrasına çağırdığı Macar bilgini ZajtiFerenc'e şöyle demişti: "Biz Türkler ve siz Macarlar kardeşiz. Ne yazık ki, boş yere, biz, ilây-ı kelimetullah diye İslâm âleminin, siz de ruhullah diye Hıristiyanlığın asırlarca öncülüğünü yaparak, birbirimizin mahvına yürüdük. Böyle bir dalâlete düşeceğimize, iki kardeş millet el ele verseydik, insanlığa ne büyük hizmet ederdik." 

Hasan Cemil Çambel, bu olayla ilgili ayrıntılara kitabın içinde de yer veriyor. Onun tarihi belge özelliği taşıyan yazısı ise şöyle:

Türkçe ezan ve tekbire dair

-Falih Rıfkı Atay'a-

“Dünkü "Ulus"taki yazınızı okudum. Dediğiniz doğrudur. Çünkü canlı şahitleri hâlâ bugün aramızda yaşamakta olan en yakın tarihimizin henüz unutulmamış bir sayfasının sadık ifadesidir.

Evet, ezanı ve tekbiri Türkçeleştiren, başka hiç kimse değil, Atatürk'ün kendisidir. O bunu Türk tarih ve dil inkılâplariyle giriştiği derin emelli ve yüksek hedefli Türkçeleşme ve kültürleşme hareketinin millî birzarureti saydığı için, Hafız Sadettin, Hafız Kemal, Hafız Yaşar, Hafız Burhanettin ve arkadaşları gibi İstanbul'un en güzide yedi sanatkârından faydalanmayı düşünmüş ve Dr. Reşit Galip'i bu işe memur etmişti.

Reşit Galip İstanbul'dan ayrıldıktan sonra, aynı vazifeyi bana verdi.

Haftanın mutad bir gününde bu sanatkârlar Dolmabahçe Sarayı’nda Türk Tarih Kurumu'nun küçük odasında gene toplandılar. Burada tekbiri koro halinde hep bir ağızdan Türkçe okumayı birkaç kere tecrübe ettikten sonra, kendilerini hususi daireye, Atatürk'ün nezdine götürdüm. Fakat yolda muayede salonundan geçerken, Türkçe tekbirin, bu muhteşem kubbe altında nasıl bir tesir yapacağını denemek aklıma geldi. O saatlerde, muayede salonunda, gelip geçenlerin yolunu aydınlatmak için yalnız birkaç ampul yanardı ve heybetli bir loşluk vardı. Tekbiri bir kere daha hep bir ağızdan okumalarını rica ettim.

Tesir harikulade oldu.

Önce ben girdim. Atatürk sofrada idi. Yanına yaklaşarak, yalnız kendinin işitebileceği yavaş bir sesle, muayede salonu hikâyesini anlattım ve dışarıda bekliyorlar, dedim. Kendilerini sofrasına aldı ve iltifat etti. Bir saat kadar geçtikten sonra, "bu arkadaşlara sarayı gösterelim" dedi, ayağa kalktı. Muayede salonuna doğru yürüyordu.

Salona girince, hiç beklemediğimiz bir sürprizle karşılaştık. Bütün avizeler yanmış, büyük salon en ihtişamlı manzarasını almış ve ortaya mükellef bir sofra kurulmuştu. Burada, Atatürk'ün emriyle, en güzel Türk sesleri, en güzel Türk melodisini, en güzel Türk diliyle okudular.

Bu küçük, fakat mânâsı büyük tarihî hâdiseden sonra gelen Kadir Gecesi'nde, aynı sanatkâr hafızlar Ayasofya Camii’nde vazifelendirildiler.

Atatürk bana: "Sen git, bulun, gördüklerini bana anlatırsın" emrini verdi.

Büyük mabet bu mukaddes gecenin ruhaniyeti içinde bir mahşeri andırıyordu. En sanatkâr hafızların iştirakiyle en ulvi mertebesini bulan teravih namazından sonra, Türkçe tekbir, bu ilâhî hava içinde, müezzin mahfelinden yükseldi ve mabedin huşu verici kubbesinde dalgalana dalgalana, bin bir akisle, ruhlara nüfuz etti.

Türk halkı, Allah’ın sesini kendi diliyle duymaktan gaşyolmuştu.”

Kamil Yeşil

https://www.dunyabizim.com

 

adminadmin