Kültür
Giriş Tarihi : 02-06-2019 08:30   Güncelleme : 02-06-2019 08:30

Geçmiş ve gelecek!

Oğuz Atay’ın ünlü Tutunamayanlar romanından sonra bu söz, köksüzlüğü, kimlik bunalımını, insanın kendini kurma yolunda gösterdiği çabayı anlatmak için çok kullanılır oldu.

Geçmiş ve gelecek!

Ülkemizin Batılılaşma yolunda attığı adımlar, geçmişin inkârı, Doğu-Batı sentezi denemeleri, hayatın her alanında bir tedirginlik, bir oturmamışlık ve bundan doğan bir köksüzlük bunalımı vücuda getirdi.

Buna bir şu kadar yıldan beri fırtınası altında bunaldığımız şehirleşme sürecini de eklemeliyiz.

İnsanlara musallat olan “boşluk duygusu” pek çok sebeple birlikte, bir nebze de ayağını basabileceği sağlam bir toprak bulamamaktan ileri geliyor. Bu toprak inanç,

dünya görüşü, fikir ve sanat planında algılanacağı gibi, bütün bunların şekil verdiği reel hayat planında da algılanabilir.

Bir yerde durmak, bir istinada dayanmak, bazı unsurlardan güç almak ve neticede bir “aidiyet” duygusuna ulaşmak ihtiyacındayız. Yurt kavramının getirdiği güvenlik ile yersiz-yurtsuz kavramının getirdiği endişe, bu kıyasta bize yardımcı olabilir.

Hatıralar ve hafıza bize bir yurtluktur; hem yaylak hem kışlaktır. Ama hangi hafıza, hangi hatıralar.

Siyasi, iktisadi ve kültürel dayatmaları, sanayileşme ve şehirleşme dışında geçmişine sürekli sünger çekilen bir hafıza neleri barındırabilir. Yıkıntılar arasında

bize sadece bir “yıkılmışlık”

duygusu eşlik edebilir.

Oysa kimselere benzemeyen, biricik olan ve şahsiyetimizi oluşturan kimlik, yukarıdan beri sayageldiğimiz geçmişin; ondan hız alması beklenen geleceğin bileşkesidir.

Ne yazık ki Türkiye’de her ferdin yakın maziden çıkıp geldiği nokta sisler arasında her geçen gün belirsizleşmektedir.

Daha dün lülesinden su içtiğimiz çeşme, gölgesinde oturduğumuz ağaç, üzerinden geçip gittiğimiz Arnavut kaldırımı, göz açıp kapayıncaya kadar yok olup gitmiştir.

Baba evi yıkılmış, top koşturduğumuz arsaya apartmanlar tünemiş, dalından düşüp kolumuzu kırdığımız dut ağacı kesilmiş ve yaz günleri girip yüzdüğümüz o yeşil ırmak simsiyah bir suya dönüşmüştür.

Bir gün ansızın baba ocağına döneriz.

Orayı, bizi yapan unsurların teşkil ettiği binayı boşuna arar dururuz. Sonra tarifsiz kederler içinde, boynumuzu bükerek alelade, kimliksiz ve kişiliksiz yaşama ortamımıza geri döneriz.

Bu ortam tek tip insan, tek tip yiyecek, tek tip düşünce, tek tip üretim ve tek tip tüketim üzerine bina edilmiştir. Planları ve uygulamaları başka diyarlarda test edilmiştir. Bize ithal ve lanse edilmiştir. Elimiz kolumuz bağlı olarak sunulan konforu kaçırmamaya çalışırız. Yeni bir otomobilin eskisinden farklı yanları sürekli reklam edilip durur. Yeni deterjanın yeni formülü eskisini bir köşeye fırlatır. Eski çoraplarımızı atarız, eski mobilyalarımızı kaldırırız, eski evimizi gözümüzü kırpmadan yıkarız.

Geçmişi yıkmak bize nasıl bir gelecek müjdelemektedir?

Geçmişi kendimiz mi, kendi kararımız mı yıktırıyor?

Değişme ve yenileşme nedir, hangi yönde doğrudur?

Biz ne zamandan beri böyle yıkıp, yeniden yapıyoruz yuvamızı?

Bütün bunların farkında olmayız. Olamayız çünkü böyle bir donanım için fırsat tanınmamıştır. Neden vazgeçip, neye talip olduğumuzu tam mânasıyla idrak edememişizdir. Yıkıcılık kınanır, yapıcılık yüceltilir; yeni, eskiyi her zaman yener.

Peki sabit kalan nedir? Sabit kalması gereken nedir? Bize kök olan, bizi durduğumuz yerde durduran; yürüdüğümüz yerde yürüten nedir? İşte bütün bunlar su üzerine yazılan yazılar gibi

gelir geçer. Hiçbir yerde tutunamayız, kendimiz olamayız, sadece tabi oluruz.

Mustafa Kutlu / Yeni Şafak

adminadmin