Kültür
Giriş Tarihi : 16-09-2018 11:11   Güncelleme : 16-09-2018 11:11

Gençliğin “Ben” Davası

Gençliğin “Ben” Davası

Genç, yalnız madde tazeliği değil, ruhun ona eşlik ettiği adalesiyle gençtir. Ruh ve madde adalesi... Suret olmadan manalar görünmez hakikatine binaen zaman ruha ve mekân bedene nisbetle, beden ihtiyarlıyorsa da her daim genç hem duygusu ihtiyarlamıyor.

İnsan, daima bir oluş içinde ve hayat baştan sona sırlarla örülü... Gençlik, yaradılış hakikatiyle, insanın en parlak ve zirve dönemi... Aynı zamanda oluşun en muammalı ve en hummalı dönemi de bu dönem. Muamması ve humması, genç mefhumunun esprisi gereği içinde saklı olan ıstırabın beliriş zamanı olmasından...

Hakiki genci ve beklenen neslin vasıflarını anlattığı Özlediğimiz Nesil konferansına Üstad, zaman mefhumundan bahisle uzun bir giriş yapar ve şöyle der: “gençliği anlamak için de zamanı anlar gibi olmak lazım...” (Kısakürek 2015: 84) Zaman her şeyi ağına almış duraksız bir oluş ve genç, “zamanın en canlı tecellisi”...

“Ben” davası ve “ben kimim” suali arayış ve oluş yolunda davanın bir nevi özeti. Genç, farkında olsun yahut olmasın kendi arayışını sürdürür ve bir insan inşa eder. Böylece “ben kimim” sualinin müptelası olur. Bu müptelalık bittiği an arayış biter, arayış bittiği an insan biter. Ben; kelimelerin gelişi ve gidişinde şahsiyetin en aşağı tezahürü ego “ben”i olan nefsi emmâreyi değil, varlık şuuruna erme arayışında nefs-i kâmileye ulaşma gayesini temsil eder. Ben davası buna nisbetle çetinlerin çetini bu işin şahsında mayasını tutturmanın davasıdır.

Cemiyetin en güzide eseri olan gençte nabzın nasıl attığını iyi duymalı ve iyi bilmeli. Cemiyetin ahlâkı, duruşu, tavrı, geçmişi ve geleceği onda mündemiç... Öyle ki, cemiyetin içinde tohumlaşan gencin can suyu cemiyetin ahlâkı, filizlenişi, açılışı ve serpilişi cemiyetin tarihinden gelen kültür, fikir, tavır ve duruşudur. Genç, kendi toprağına ekildiği vakit serpilecek ve canlanacak özünü bulur ve en kıymetli eserlerini cemiyete sunar. Ferdin hayatın hakikatini temsil edişi bahsine nisbetle, cemiyetin yaşayan hareketli temsilcisi de odur. Bilvesile Anadolu coğrafyasındaki yüz binlerce genç, onlarca yıldır ana toprağını inkarla batı anlayışlı can suyuna boğulmuş ve içten içe çürümeye yüz tutmuştur. Tarihinin en utanç verici sahnelerini son yüzyılda bünyesinde tezahür ettirmiştir. Her yıl devlet eliyle zihni iğdiş edilen gençler, batı ahlâksızlığını cemiyete taşımış, annesini, nenesini ve dedesini inkâr edici pozisyonda batının türlü yeniliklerine ve misyonerliğine kucak açmıştır. Okullar, sinemalar, müzikler, partiler ve dahası gencin beynini ve kalbini fare gibi kemirmiştir. Yıllar yılı ortaya çıkan uyuz, miskin, eğlenceye, keyfe ve kendine düşkün gençlik tipi... Böyle bir gençlik devri, ruhta umumi bir yorgunluk ve uyuşukluk devridir. Bu tipleme tasviri baştan sona Anadolu gençliğinin tasavvuru değildir, gençliğin durduğu bu uç noktalardan birinin tasviridir sadece. Ve yıllarca çözülmeye ve bozulmaya çalışılan gençliğe atbaşı olarak gösterilen gençlik tiplemesidir, tesir sahası da oldukça geniştir. İstisnaları ve nur nesline hasret olanları daima mevcut ve onları besleyen fikir ve imân adamları cemiyeti ve genci ölmekten ve pörsümekten kurtarıcı nefesi daimî olarak üfleme gayretinde. Onların eserleri olarak Müslüman Anadolu gençliği köküne tutunmuş ve bir ayağı ezelde bir ayağı ebedde genç olma muradının namzedi olma yolunda arayışa durmuştur.

Ben’in Ben’de Fark Edilişi

Yûnus der: “bir ben var bende, benden içeru”. İnsan başkasını “ben” dışındakini daha kolay tanır ve mânâlandırır. Ama kendinde aynı kolaylığı yaşamaz. Hatta çoğu zaman düşünmek bile istemez. Kişi, kendini başkasından ayırt eden özellikleri tarif ettiğinde “kendini tarif etmiş” hissine kapılır. Şuur bahsi ile yakından alakalı bu mevzu, beraberinde şu soruyu getirir: Şuur nedir? Hani çok deriz ya; şuurlanmak lazım, şuurlu gençlik, şuurlu öğretmen, şuurlu millet ve sair. Buradaki şuur nedir ve niçin önemlidir?

İbda Mimarı diyor: “İnsanın bariz vasfı şuurdur; ‘ben’ yönünün ve insanın ‘görünen’ bir varlık olduğunun farkettiricisi şuur... İnsandan başka hiçbir canlı ve hayvan kendi ‘görüntüsü’nü tanımaz ve ‘görünen’ bir varlık olduğunu ‘bilmez’... Tabiî ki, kendi üzerinde ve eserlerinde kendini inceleyerek davranışlarını tayin etmek gibi bir çile sahibi de değil.”(Mirzabeyoğlu 2016: 212)

Psikolojiye göre şuur, bir çeşit uyanıklılık hali. İnsanların kendi dışındakileri fark etme, ayırt etme, zaman, mekân ve hadiseler arasındaki münasebetleri bilme, hme. Ancak bu tarif yeterli olmadığı gibi bütün haliyle doğru da değil. Nihayetinde İbda Mimarı’dan öğrendiğimiz veçhile şuur “bilinemezliği içinde bilinen” bir mevzu. Sır idraki. Ben değil Ben’den...

Yine psikolojiden devamla mevzumuza farklı bir bakış açısı kazandırsın diye şuursuzluk/şuur kaybı halinin tarifi. “Mental konfüzyon (Aklî karışıklık): Bu durum, ana zekâ melekelerinin işlemesindeki düzenin kaybolması sebebiyle, çevrenin karmakarışık bir şekilde idrak edilmesinden ibaret, özel bir şuur kaybıdır. Bu hale özellikle, bazı akıl hastalıklarında zehirlenmelerde yaşlılarda ve bunamada rastlanılabilir.” Aklî karışıklık!.. Bu adlandırma bir şeyleri tedai ettirmeli.

Şuurlu olmak; kendini bilmekle alakalı. Bilen, bilinen ve bilme faaliyetleri esnasında varlığının hissine varmak. Bilen ve bilinen bazen bir ve aynı şey. Kendimi tanımak için kendime yönelmem lazım; bu nokta da bilen “ben” ile “bilinen” aynı şey olmakta. Bu bir çeşit bilgi edinme yolu, bir başka bilgi edinme yolu ise “Ben” dışındakileri tanıma ile... Mevzuyu İbda Mimarı’ndan takip edelim: “Ben dış şeyleri seyreder, fakat kendimi hissederim... Dış şeyleri görür, seçerim; kendimin ise şuuruna sahibim, kendimi hissederim... İnsanın hissedip de göremediği sadece odur; geri kalan şeyleri görmek zorundadır, bunların şuuruna varamaz...” (Mirzabeyoğlu 2016: 217)

“Ben” şuuruna varmak “GENÇLİK” duygusunu, vasfını kuşanmak ve tesirini fark etmek demek. Gençler ŞUURLANSIN derken şuurlanması gereken gencin “VARLIK, ZAMAN, MEKÂN” anlayışının yenilenmesi anlaşılıyorsa ne ala. Nihayetinde ruh hayatı kesintisizdir. İbda Mimarı’ndan öğrendiğimiz veçhile “‘Ben’imizi ve ruhumuzu bedenden önce idrak ediyoruz.”

“Zaman ‘ben’dedir ve mekân ‘bana’ emanettir”

Necip Fazıl’ın gençliğe hitabının baş levhası: “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir şuurunda bir gençlik...” Ben, topluluk hakikatinin ferde bakan yüzü. İnsan, ruh ve nefs kutuplarından birini gerçekleştirmek üzere imtihana tabi tutuldu. Her iki uç noktanın merkezi; ben. Biri Allah’a, ulvî oluşa ve insan-ı kâmile giden yola nisbetle “ben”, bir diğeri Allah’ın insanı esfel-i sâfilîn olarak gönderdiği dünyada, sefillerin en sefili derecesi olan “nefs”e mutabık. Her ikisi de kendisi için istemekte ancak kimi nefsi arzuları için kimi ise hakikat aşkıyla ben kısmını beslemekte.

Genç, yalnız madde tazeliği değil, ruhun ona eşlik ettiği adalesiyle gençtir. Ruh ve madde adalesi... Suret olmadan manalar görünmez hakikatine binaen zaman ruha ve mekân bedene nisbetle, beden ihtiyarlıyorsa da her daim genç hme duygusu ihtiyarlamıyor. Yani zaman da ihtiyarlık belirtisi yok. İnsanın eti pörsüse dahi ruhu ve heyecanı yerindeyse gençliği devamda... Öyle gençler vardır ki, ihtiyardırlar; hayatı gidip gelmeler ve yiyip içmeler derecesinde tüketir, her türlü vazifenin payını kendi nefsinden uzak kılar ve nefs rahatlığı içinde yaşarlar. Bunlar zamanı ve mekânı zapt cehdini kaybetmiş yirmilik, otuzluk ihtiyarlardır. Öyle ihtiyarlar vardır ki onlar gençtir; aşkı, vecdi, heyecanı, imanı, ruhu bedenine meydan okurmuşçasına taşar bünyelerinden. Madde pörsür, eskir, parçalanır, dağılır ve yok olur. Ruh hep daim... En yakıcı misâllerden: Ebu Talha Hazretleri. Doksan yaşlarında... Hazret-i Muaviye’nin valilik devrinde... Bu devir, İslâm ordularının denizlerde fetihlere başladığı devir... Kuranı açar Ebu Talha Hazretleri ve cihada ait ayetler görür. “Getirin kalkanımı, kılıcımı, mızrağımı.” der. Kabul etmezler. “Sen doksanlık bir ihtiyarsın senden cihad sakıttır” derler. Ebu Talha Hazretleri tek bir cevab verir: “Kur’ân onu açıp da okuyana hitap eder. Başkasına devir ve vekalet kabul etmez!” Kalkar doksanlık Sahabî ve günlerce yaya gider, Kıbrıs’ın fethine giden gemiye biner ve gemide hakiki şehit olarak ölür. Çelikten imân ve irade sahibi doksanlık genç... Ebu Talha Hazretlerinin cevabı aynı zamanda hakikate muhatabın “kendisi” olduğunu aşikâr eder. Sorumluluk ve mükellefiyet alan bir ben.

Üstad’ın anlayışımızı netleştiren Müjde şiirinden birkaç mısra: “Fertle toplum arası kalkacak artık güreş;/ Herkes tek tek sırtına toplumu bindirecek”. Büyük Doğu Cemiyeti’nin cemiyet panoraması. İnsan olma, kendini fark etme ve varlık şuuru çerçevesinde tecrid hali yaşama; ferdin “insan” oluş serüveni. Benim gözüm, benim kulağım, benim kalbim, benim kolum, benim, benim ve sair... Ben nerede? Ben dediğimiz ne? Ruhun sezilişi. Benim dediklerimiz hep ihtiyarlamakta yahut bozulmakta ama ben!.. Descartes’e idrak melekelerini altüst edici “Düşünüyorum öyleyse varım” dedirten varlık şuuru. Shakespeare’e “kelimeler, kelimeler, kelimeler” dedirten aşk iksiri.

İslam dinine mensup kişi, “Biz Müslümanız” demez de “Ben Müslümanım” der. Çünkü vazife şuuru, sorumluluk ve kaçışı olmayan bir tecrid hali “yalnızlık” vardır. Ancak bu yalnızlık teklik anlamında değil mükellefiyet anlamında bir anlayış ifadesidir. Bu hissiyatı “Benden başka kimse yok!” noktasına taşıyan insan vazifesinin şuurunda olarak “topluluk hakikati” nisbetinde kendinden bekleneni yerine getirir. Yağmurun “Ben yağmurum” demesi ve “Benim vazifem damlalar halinde rahmet taşımaktır” diye vazifesini yerine getirmesi, gülün “ben gülüm”, “gül kokusu bende var, vazifem dünyaya bunu taşımak” demesi ve her bir varlığın mükellef olduğu vazife ile “topluluk”ta görünmesi tek tek ben’leri kıymetli kılar. Büyük Doğu-İbda anlayışı çerçevesinde şekillenen “ben” anlayışı, bu mânâda Üstad’ın da şiirinde belirtiği gibi tek tek toplumu sırtında taşır. Münzevi ben, kendinden başkasını tanımayan ben, diğer benleri hakir gören ben, bir müddet sonra “ilâhlaşma” yoluna girer ki, tarihte örneklerini çokça görmekteyiz. Genç, işte bu “Ben” duygusunun kıvrımları arasında bir nakkaş misâli hayatını işlemeli ve heyecanını kaybetmeden cemiyete aynı aşkla hizmet etmelidir.

Üstad, ideal gencin hakikatini kelimelerinde şöyle buluşturur: “her iki tazeliğin bir arada bulunduğu (senfonik) ahenk... Dolgun bir nabız gibi ruh adalesinin çarptığı ve bu ateşe maddesinin de refakat ettiği ideal genç...”(Kısakürek 2015: 95) Zamanı zapt ve mekânı tesir edici kuvvetini kaybetmemiş ve hadiselerin peşinden koşan değil, hadiselerin ruhunu yakalayan ve yaşatan bir genç tipi...

 ‘Ben’ Davasının Billurlaştığı Genç

Bir genç ki hakiki gence hasret... Biri diğerinin ayniyeti halinde davanın iki kanadı. Necip Fazıl ve Mirzabeyoğlu. Üstad’ın takdimiyle gençlikle köprübaşı; Salih Mirzabeyoğlu. O’nun Üstad’ı ilk duyuşu ve eserlerini okuyuşu 15 yaşlarında. Biri diğerini kovalayan, biri diğerine susatan, çağın halini ve halimizin sıkıntısını iliklerine kadar işleten o eserleri yudum yudum tadış, manasını koklayış, tekrar tekrar okuyuş. Üstad’ı ilk görüşü 1965 yılı Eskişehir’de bir konferansında. Üstad’ı dergiler, kitaplar ve konferanslarla hep takipte. Oldum göründüm tavırlarının aksine daima oluş ve iş peşinde... Olmadığı mânânın maliki görünme tavrından uzak bir duruş.

Kalbten kaleme, inançtan bileğe gelen güç ile sahici bir aksiyon adamı. Aksiyon yalnız kuru hareket kabiliyeti değil. Hakiki aksiyon, ulvi ve gerçek mânânın itici kuvvetiyle zuhura gelen duruş, söz, tavır ve ötesi. Farklı bir duruş... Sayfalar boyu coşan, kabaran fikirlerin arasından meydanda gerçek bir dev. Bir gün dahi olsa davadan taviz vermeyiş. Daima genç ve daima 20’lik bir heyecanda...

Bu gerçek duruş, hakikate talip olanları kendinde cem ederken, zıddından düşmanlarında o nisbette belirişi. Çile sahibinin hayatının aynı misâli uzun hapishane yılları. Ve hakiki çileye muttali oluş. Vefatından evvel bacanağı Talat Bey ile konuşmasında şöyle der: “Bu davanın bütün çilesini ben çektim” Her şey herkese nasip olmaz, o nasiplilerden ve o irfan ehlinden. Bir nevi sel gibi gelen eserler... Dava uğruna bir ömür ve 60’ı aşkın eser...

Mirzabeyoğlu’nun şahsında tecelli eden bu davada, her bir genç zamanı aşmaya bakmanın ve yaşanmaya değer hayatı bulmanın arzusunu ve ipuçlarını O’nun kelimelerinde aramalı. Son sözümüz Mütefekkir’den:

“‘Ben kimim?’ diye sormak, ‘ölüm nedir?’ diye sormakla birdir... ‘Ben’... Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..

‘Ben kimim?’ ve ‘ölüm nedir?’ sorusunun bitişikliği üzerinde, nevî şahsıma mahsus bir nefs murakabesi... Hayat ve ölüm... Alındığı yere nisbetle, meçhul bir malûm veya malûm bir meçhul... Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!..” (Mirzabeyoğlu 1991: 18)

Kaynakça

Kısakürek, Necip Fazıl. (2015). İmân ve Aksiyon İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Mirzabeyoğlu, Salih. (2016). Hikemiyat: Tefekkür ve Hikmet İstanbul: İbda Yayınları.

Mirzabeyoğlu, Salih. (1991). Tilki Günlüğü: Ufuk ile Hafiye İstanbul: İbda Yayınları.

Zeynep Nurseli Güleç

Aylık Dergisi 167. Sayı

adminadmin