Kültür
Giriş Tarihi : 16-09-2018 09:08   Güncelleme : 16-09-2018 09:08

Hicretlere Adanmış Ömürler

Hicretlere Adanmış Ömürler

Gönüllerin hicreti acı, ıstırap ve hüzün çektirmişti bedenlere. Sıcak kumlar altında işkencelere. Ama ‘Allah bir’di ve Muhammed Rasûlü’ idi… Bunlar dillerden dökülenlerdi. Gönüllerin hicreti bedenlerin hicretini getirecekti. Ama bu kolay mıydı? Nereye ve nasıl gidilecekti?

-Hicretin Destanı-

Hicret; bir mekândan bir başka mekâna göçüş…

Ama hayır, sadece bu değil; küfürden imana,

Kötülükten iyiliğe,

Haramlardan helâle,

Günahlardan sevaba göçüş…

İşte hicret!

Hak sevdasına koşuş!

O’nun rızasın arayış!

O’nun muhabbetiyle yanış!

O’nun Muhammediyle oluş!

***

Bu sevda ile yananlar koştu.

Önce Habeşistan, sonra Yesrib’e…

Yesrib oldu Medine!

Böyle doğdu medeniyet!

Arayış, yanış, ağlayış…

Sonra buluş!

Hakikate varış!

Ebedî kurtuluş!

***

Aslında mekân değiştiren gövdeler değil, gönüllerdi. Gönüller cesetlerin yerini değiştirdi. Hakka vuslatın özünü kavradı. Dünyasını cennetle devşirdi. Bu ne güzel bir alışverişti.

Bir sevgili vardı o gün. Güllerin Efendisi, gönüllerin sevdalısı.  Âlemlerin Muhammed Mustafa’sı… Hatice’nin sürmelisi…

O, hasretti Rabbine. “Muhammed Rabbine aşık oldu” diyorlardı. Sevda Hira’lara tırmandırdı. Yıllarca Rabbine ağladı… Ağladı, ağladı sonra çağladı. ‘Rabbim ne olacak bu insanların hali’ diye yalvardı.

Ve… Gün geldi. Melek indi. O Namus-u Ekber’di. Bir nûr getirdi. O nura büründü. Yer ve gök inledi. Koşarak geldi ve ‘beni örtünüz’ dedi. Sonra “ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar,” buyurdu Rabbi. (74 Müddessir 1-2)

İşte istediğin hakikat denildi. Bunun için ağlıyordun. İnsanlığın kurtuluşu idi derdin. Haydi, al ve aktar!

Emir büyüktü. Zira büyükler büyüğünden idi. Âlemlerin Rabbinden… Kâinatın Sahibinden…

Yürekler kan revan içindeydi. Hayır sadece yürekler değil, bedenler de öyleydi.

Kalmamıştı insanlık adına bir şey. Tersine dönmüştü her şey! En çok Kâbe idi buna ağlayan bir de El-Emîn olan!

Unutulmuştu Rabbi Kâbe’nin… Putlara tapıyordu insanlar… Elleriyle yonttukları. Sadece öyle mi?

Hayır! Bir de helvadan yaparlar ve yolculukta ona taparlar sonra da acıkınca yerlerdi o tanrılarını.

Hani bir de kız çocukları vardı ya! Bazıları da onu dipdiri kumlara gömerlerdi. Bu muydu babaları?

Aman Allah’ım! Nasıl da gaflete bürünmüştü insanlık…

***

Asıl Hicret şimdi başlıyordu. Önce yakınlarına koştu.

Sonra Safa tepeciğine kavuştu. Ama o da ne? Amcası Ebu Leheb’in inkârla yüzü buruştu… İnsanlar da hemen savuştu…

Üzülmüştü sevgililer sevgilisi. Bir hüzün bürümüştü. İlk karşı çıkan amcası olmuştu. Sonra yollarına diken atan amca ve yengesi… Ama Allah onları cehennem odunu kılmıştı…

ÇİLE VE ISTIRAPLAR

Kolay mıydı bu dâvâ? Hayır, peygamberler hep çile çekmişti.

Gönüllerin hicreti acı, ıstırap ve hüzün çektirmişti bedenlere. Sıcak kumlar altında işkencelere. Ama ‘Allah bir’di ve Muhammed Rasûlü’ idi… Bunlar dillerden dökülenlerdi. Gönüllerin hicreti bedenlerin hicretini getirecekti. Ama bu kolay mıydı? Nereye ve nasıl gidilecekti? Kimler kucak açacaktı?

Habeşistan Kralı Necaşi misafir etmişti önce. İman etmekle birlikte. Bu geçici idi. Asıl yurt neresiydi?

13 yıl! Dile kolay. Beden ve gönüllere zor! Her türlü acı ve işkence. Istırap ve çile. İmtihan… Elekten geçirircesine. Bir an rahat olmazcasına. Unutumazdı Yasirler, Ammarlar ve Bilaller…

Küfür en vahşi kıvamda idi. Zira lideri Ebu Cehil’di. Babasıydı cehaletin. Başka ne beklenirdi?

Hidayete açık gönüller ise, Allah Rasûlü’ne koşuyordu. Bunlardan biri Hamza idi. Allah’ın arslanı. Bir diğeri ise, öldürmeye gelirken dirilen Ömer’di. İşte bu ve benzerleri, hicretlere adanmış ömürlerdi…

KOLAY MIYDI HİCRET?

Anadan-babadan, yardan-sıladan ve varlıktan geçmekti. Doğup büyüdüğün topraktan çıkarılıştı hicret… Varlıktan yokluğa yolculuktu hicret… Rahatlıktan ıstıraba gidişti hicret… Ama buydu asıl servet…

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar da yılları kovaladı… Mü’minler bir açık cezaevindeydi. Boykot alabildiğine yayılmış aç ve sefil kalınmıştı. Kâbe’ye bir metin yazılmıştı. Ama Allah adı hariç onu kurtlara yedirmişti. Bu büyük bir mucizeydi.

Sonra bir hüzün yılı geldi. En çok destekleyicisi Ebu Talib göçtü. Ama o da ne? Şimdi göçen de o çok fedakâr eşi Hatice anneydi. Buna nasıl tahammül edilirdi?

Rabbi onu teselli için İsra ve Mi’rac ettirdi. Huzuruna kabul etti. Cemalini lütfetti. Aman Ya Rabbi! Bu ne büyük nimetti. O, “ âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.” (21 Enbiya 107) Bu şerefe refakat eden Cibril ile Burak’tı.

***

Artık Akabe’ye gelmişti sıra. Bir ve iki… Derken onlar ve yüzler. Sonra O’na verilen sözler…

Canlarını, çocuklarını korudukları gibi Allah Rasûlü’nü koruyacaklardı. Yesrib’e çağırıyorlardı.

Şimdi Yesrib Medine olacaktı. Medeniyet şehri doğacaktı. Eşine rastlanmayacak bir kardeşlik akdi kurulacaktı.

Yine söz vermişlerdi:

-Hırsızlık yapmayacaklardı,

-Zina etmeyeceklerdi,

-Çocuklarını öldürmeyeceklerdi,

-İftira etmeyeceklerdi,

-Allah ve Rasulü’ne muhalefet etmeyeceklerdi.

İşte bunun adı Biat’tı.

VE BEDENLERİN HİCRETİ BAŞLADI

Zorluktur yolculuk. Hele bir de kovalayan olursa.

Küfr-ü inadinin adamları, mü’minleri bunda da bırakmadı. Yine ıstırap yine çile. Ama Ömer’lere dokunamadı. Zulümleri daha çok güçsüzlere idi.

Yüz deve konmuştu Nebi sallallahü aleyhi ve sellemin başına. O çıkmıştı dostu Ebu Bekir’le Sevr mağarasına. Örmüştü örümcek ağını, koymuştu güvercin yumurtasını. İkinin ikincisi müşrikleri görünce korkarken Muhammed Mustafa’ya bir şey olacak diye, O, “korkma, Allah bizimledir” demişti. Onların ayakları göründüğü halde. İşte bunun belgesi:

 “Ona (Muhammed'e) yardım etmezseniz, bilin ki, inkâr edenler onu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Arkadaşına ‘üzülme, Allah bizimledir,’ diyordu; Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir Allah güçlüdür, hakîmdir." (9 Tevbe 40)

-Ne giren var ne çıkan bu mağaraya, demişti kâfirler. Korumuştu Rabbi onları. Artık açmıştı yolları. İmana kavuşturacaktı Süraka’ları…

Allah dilerse böyle olurdu. Gün doğmadan neler doğardı.

TAKVA MESCİDİ

Çileli bir yolculuktu. Kuba’ya gelindi. “Temelleri takva üzerine kurulan mescid” inşa edildi. (9 Tevbe 108) Allah’ın Sevgilisi bizzat taşlarını yerleştirdi.

İki haftaydı Kuba’nın misafirliği. Şimdi yol Medine! Görünmüştü beklenen misafir. Bir nur doğmuştu üzerlerine. Hep bir ağızdan terennümler yağıyordu: Taleal Bedru Aleyna;

Ay doğdu üzerimize,
Veda tepesinden,
Şükür gerekti bizlere,
Allah'a davetinden…

***

Sevinç gözyaşları akıyordu.

Bu nasıl bir sevgiydi!

Yollardaydı çoluk-çocuk…

İşte bu bir sevda idi.

***

Evs ve Hazreç… Bir zamanlar yerken birbirini, şimdi olmuştu kardeş!

Her iki taraf da küfürden imana, kötülükten iyiliğe hicret etmişti. Bu nasıl da eşsiz bir devletti!

Muhacir’di onlara koşanlar, Ensar’dı onlara kucak açanlar! İşte unutulmaz destanlar! Şanlı sayfalar!

Yemeyip yedirecekti onlar, giymeyip giydirecek, evinin en iyi yerini verecek, malının en iyi kısmını sunacaktı. Ama onlar da kanaat edecekti. İşte böylece unutulmaz destanlar yazılacaktı. Bu destanlar da Rabbimiz tarafından tasdik olunacaktı:

“İman edip hicret edenler ve Allah yolunda cihad yapanlarla, bir de onları barındırıp yardım edenler var ya; işte onlar, gerçek müminlerdir. Bunlara, bir mağfiret ve kerîm bir rızık vardır.” (8 Enfal 74)

Muzaffer Dereli / Diriliş Postası

adminadmin