Kültür
Giriş Tarihi : 16-06-2019 11:30   Güncelleme : 16-06-2019 10:56

İbadetsiz inanç veya din olur mu?

Hocam kafama takıldı, inancın sosyal hayatta önemi nedir?

İbadetsiz inanç veya din olur mu?

İsterseniz cevaplamaya inancın ne olduğundan başlayalım. İnanç, günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biri. Biz genellikle bu kelimeyi güvenmek, itimat etmek, gönülden katılmak ve samimiyet anlamlarında kullanırız. Bu yönüyle kişisel ilişkilerimizde belirleyici rol oynar. Misal; aksi bir gelişme olmadıkça karşılaştığımız kişinin doğru ve dürüst olduğuna inanırız. Bir arada bulunduğumuz insanlara güven duyarız. Olumsuz bir durum yoksa konuştuğumuz insanların samimi olduğunu düşünürüz çünkü fertler arasında karşılıklı ilişkilerde güven duygusu esastır. İlişkinin böyle olması hem kişisel hem de toplumsal düzeyde rahat ve huzur ortamı oluşturur. Nitekim inancın olmadığı yerde tedirginlik, rahatsızlık ve huzursuzluk boy gösterir.
Peki dinî anlamda nedir inanç?
Dinî anlamda inanç aslında günlük kullanımından bağımsız değildir. Buradaki anlamında da ‘güven’ ve ‘samimiyet’ ön plana çıkar. İslam söz konusu olduğunda inanç (itikat), insanın yaratıcısı olan Allah’a güvenmesi ve aynı zamanda O’na karşı samimi olması anlamına gelir. Öyleyse dinî anlamda inancın iki boyutu vardır: Güven ve samimiyet. Allah’a güvenmek yegâne güvence kaynağı olarak O’nu görmektir. Nitekim Fatiha suresinde “Biz sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz” (Fatiha, 1/5.) diyerek Allah’a söz veriyoruz. Sözde durmak samimiyetin en temel şartlarındandır. Öyleyse samimiyet, kişinin Allah’ın koyduğu kâinat düzenine saygı duyması, peygamber aracılığı ile gönderdiği dinin emir ve yasaklarına gönülden uymasıdır. Öte yandan evreni yaratan ve yöneten Yüce Allah koyduğu esasların ve verdiği nimetlerin kıymetinin bilinip bilinmediğini kulunun üzerinde görmek ister. Bunun için de hiç ihtiyacı olmadığı halde, kâinata koyduğu kurallar dışında insana ibadet türünden bir takım ödevler yükler. Bu ödevler, kulun kulluk bilincini ölçmek ve Rabbine karşı samimiyetini test etmek içindir. Öyleyse Yüce Allah sadece inanmamızı değil, aynı zamanda ibadet etmemizi de ister. Bu demektir ki, ibadetsiz inanç olmaz. Nitekim Yüce Allah bunun olmayacağını bizzat kendisi deklare ediyor: “Muhakkak ki, ben Allah’ım. Benden başka tanrı yoktur. Bana ibadet et ve beni hatırlamak için namaz kıl.” (Tâhâ, 20/14.) Çünkü Allah bu dünyayı imtihan için yaratmıştır. İmtihanda en önemli husus, samimiyettir. Yüce Allah bu samimiyetin sonucunu da öte dünyada gösterecektir. Orada imtihanı kazanıp kazanamayanlar ortaya çıkacaktır. Öyleyse kim samimi bir şekilde, dini sadece Allah’a ait kılarak inanır ve güzel işler yaparsa, imtihanı başarı ile atlatmış olur. Bu, Allah’ın insanlara verdiği bir sözdür. Ve Allah sözünden asla dönmez. Bu, aynı zamanda Yüce Allah’ın insana verdiği değeri gösterir. Dinî ifadeyle Allah’ın insanlara rahmeti ve lütfudur. Şayet Allah bütün insanların sınavı kaybetmesini isteseydi, hiçbir peygamber göndermezdi ve hiçbir bilgi vermezdi. Peygamber’imiz Hz. Muhammed Mustafa’ya yönelik “Seni ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107.) buyruğu O’nun insanlara yönelik rahmet ve lütfunun göstergesidir.
Şayet böyleyse, ibadetsiz inanç nasıl açıklanabilir?
Gerçekte inandıkları ve bu inançlarını da sözlü olarak dile getirdikleri halde bir kısım insanlar hayatlarına inançlarını yansıtmazlar. Bunun birçok nedeni olabilir: İhmal, boş verme, görmezden gelme… Bunlar, insanların tembellik ve kayıtsızlığından ileri gelir. İnancı yeterince kalbinde yer etmemiş olan insan, erteleme yoluna gider. İhmal dediğimiz işte bu inancın gereğinin yerine getirilmesinin ertelenmesidir. Bu hâl insanda yerleşince umursamazlığa dönüşür. Bazılarının içinde bu umursamazlıktan kurtulma isteği vardır, ancak bir türlü iradesine hâkim olup kurtulamaz. Böyle bir kişiye inançsız denemez. Kur’an’da inancı ifade eden ‘iman’ kelimesi ile dinin pratik tarafını ifade eden ‘amel’ kavramı ayrı ayrı zikredildiği için ikisi birbirinden bağımsız düşünülmüştür. Ancak, İslam bir bütün olarak değerlendirildiğinde dinin teorik yönü olan inanç ile pratik yönü olan amelin birbirinden ayrılmazlığı açıkça görülür. Çünkü amel imanın göstergesi, iman ise ibadetin dayanağı ve temelidir. Pratiğe yansımayan bir iman, inançsızlık değilse de, inanca karşı açık bir kayıtsızlıktır. Daha da ötesi tutarsızlıktır. Çünkü tutarlılık, kişinin inandığı gibi yaşamasıdır.
İbadetsiz inanç olmayacağına göre ibadetsiz din asla olmaz herhalde?
Bazı insanlarda, inandığı halde inanmamış gibi yaşama arzusu vardır. İnkâr söz konusu olmadığı sürece bu kişiler Müslümandır. Ancak bu tavrı, inanca karşı tembellik ve kayıtsızlık olarak değerlendirilir. Öte yandan bazı Bâtıni gruplar kendi rahatları ve çıkarları doğrultusunda dinin namaz, oruç, zekât ve hac gibi esaslarını ölçüsüzce yorumlayarak âdeta ibadetlerin içini boşaltmaktadırlar. Namazı dua, orucu kötülükten kaçınma, zekâtı önderlerine vergi verme, haccı önderlerini ziyaret etme gibi dinde olmayan bir takım yorumlarla ibadeti asıl anlamından uzaklaştırmışlardır. Bunun benzeri bir tavır, günümüzde bazı insanlarda da görülmektedir. Onlara göre ibadetler hayatı kısıtlamakta, gündüz çalışmayı, gece eğlenceyi bölmektedir. Dolayısıyla ibadet güya özgürlükler için bir tehlike ve tehdit unsuru olmaktadır. Öyleyse dinin pratikleri olan ibadetler insanın hayatını minimum düzeyde işgal etmeli, hatta mümkünse bütünüyle hayattan çekilmelidir. Bu yüzden reform hareketleri ile Hıristiyanlık modern hayatın gereklerine göre yeniden dizayn edilmiş ve âdeta içi boşaltılmıştır. Bununla da yetinmeyen bazı insanlar, deizm adı altında Tanrı’nın müdahâle etmediği bir dünya düşünmüşlerdir. Kendilerince Tanrı’yı emekliye sevk etmişlerdir.
Sanki son zamanlarda böyle bir arzu var?
Evet, maalesef son yıllarda ülkemizde de böylesi arzular bazı çevrelerce sıkça dile getirilmektedir. Önce İslam’da reform denemeleri olmuş ama tutmamış. Şimdilerde ise bir deizm modası başlatmak istiyor bazıları. Bu, aslında ibadetsiz din arzusu. Kendilerince Tanrı’nın karışmadığı ve insanın mutlak özgür olduğu bir garip inanç…
Bir kısım insanlar, namaz kılmayı, iş akışını aksatan; oruç tutmayı, verimliği düşüren; zekâtı ise haksız ve emeksiz kazanç sağlama olarak görüyorlar. Özellikle ibadetleri işlerine geldiği şekilde yorumlayıp kendilerine göre bir takım öneriler sunuyorlar. Onlara göre namaz kılmak, boş vakitleri değerlendirmekmiş. Çünkü eskiden insanların çok boş vakti varmış, bu yüzden namaz kılmaya, oruç tutmaya zaman ayırabiliyorlarmış. Yoğun bir çalışma içerisinde bulunan bugünün insanının ibadete ayıracak vakti yokmuş. Modern hayat yenilik demekmiş. Eskiler ve eski alışkanlıklar geride bırakılmalı ve terk edilmeliymiş, miş miş miş… Bu nasıl bir akıldır? Sen aklıma mukayyet ol Allah’ım!
Peki, ne yapmalı hocam? Sizin öneriniz nedir?
Öncelikle aziz kardeşim, din bölünme ve parçalanma kabul etmez. Hak olsun, batıl olsun dünya tarihinde ibadet yönü bulunmayan hiçbir din yoktur. Her dinin mutlaka şöyle ya da böyle ibadetleri vardır. Zaten Batı’da gelişen ve insan tabiatına uygun din(!) diye ortaya atılan ‘doğal din’ fikri tutmamıştır. ‘İnsanlık dini’ ismi verilen pozitivist dinin de yaşama şansı olmamıştır. Evrene ve insana karışmayan Tanrı inancını öneren ‘deist’ inancın da bir moda olmaktan öte anlamı olamayacağı açıktır. Tarihi tecrübeler, bu gerçeği yalın bir şekilde bize göstermektedir. Şu kesindir: Din ancak ibadetleriyle yaşar…
Son sözü Akif söylesin:
Allah’a dayan saye sarıl hikmete ram ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol…

Prof. Dr. Cağfer Karadaş / Diyanet Dergisi

adminadmin