Kültür
Giriş Tarihi : 09-06-2019 10:30   Güncelleme : 09-06-2019 10:36

İyilik Medeniyetinin Yeniden İnşası

Miladın yedinci asrında, hayatın zulüm ve haksızlık girdabına hapsedildiği, merhametin kaybolmasının insani değerlere maliyetini, şairin; “dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” diye tarif ettiği bir cahiliye dönemi, mülkün yegâne sahibi, âlemleri yaratan ve yöneten Allah’ın, son vahiy ve peygamberle tarihin akışına müdahâle etmesiyle çeyrek asırlık bir sürede, bütün insani ilkelerin ve ahlaki değerlerin şahika örneklerinin yaşandığı asrısaadete dönüşmüştür. Bedevi bir toplumda başlayan hakikat mücadelesiyle kısa zamanda tevhit, adalet ve güzel ahlakın hâkim olduğu bir medeniyet inşa edilmiştir.

İyilik Medeniyetinin Yeniden İnşası

Bu manada İslam’ın Mekke Dönemi, Müslüman ahlakının ve mümin kişiliğinin ilmek ilmek dokunduğu, iman ve kulluk bilincinin Allah’ın elçisinin ve hak davanın yanında sarsılmaz kalelere dönüştüğü ve İslam medeniyetinin sağlam temellerinin atıldığı örnek bir dönemdir. Âdeta cennetten bir dönemi çağa taşıyarak asrısaadeti yaşatan ve cennetle muştulanan güzide insanların ahlak ve karakterinin inşa edildiği Mekke döneminin hakikat mücadelesine bakıldığında iki ana boyut dikkat çekmektedir. Birincisi, insanın Allah ile ilişkisini en ideal düzeyde belirleyen, onu kula kulluktan kurtararak gerçek özgürlüğe eriştiren tevhit mücadelesidir. Putları ve bütün sahte ilahları terk ederek sadece Allah’a kulluğa davet eden ayetler bunun açık şahididir. İkincisi ise, insanın diğer insanlarla, toplumla, evren ve eşya ile ilişkisini hakkaniyet çerçevesinde belirleyen, adalet ve güzel ahlak mücadelesidir. Zira tevhidi öteleyerek insanın Rabbiyle ilişkisini zedeleyen, temel insanlık değerlerini suistimal ederek insanın huzurunu bozan ve gelecek umudunu karartan cahiliye toplumunu ikaz eden ayetlere baktığımızda cahiliyenin enkazını ve İslam’ın hayat veren dünyasını açıkça görmekteyiz.
Mekke’yi yaşanmaz hâle getiren, insanı sömüren, sıradanlaştıran ve köleleştiren anlayışın altında yatan temel dürtülerden birisi de; insanın dünyaya, mala ve zenginliğe olan düşkünlüğünün azgınlığa, anarşiye ve sömürüye dönüşmesidir. Kıyamete kadar insanlığa kötü ve hazin bir örnek olarak tanıtılan ve adına müstakil sure tahsis edilen tek isim olan Ebu Leheb’in en büyük yanılgısı servetine aşırı güvenmesi, hayatını ve tavırlarını tamamen menfaati doğrultusunda kullanması ve daha çok kazanma hırsına yenik düşerek yanındaki peygamberi, insafı ve merhameti reddetmesidir. Allah, onun zelil oluşunu, onun gibi davrananların helak olmaya mahkûm oluşunu, malının ve kazancının ona hiçbir faydasının olmadığını, dahası ahirette alevli bir ateşe çarptırılacağını ve azgınlığında ona destek olanların da aynı kaderi paylaşacağını mücessem bir örnek olarak göstermektedir. (Tebbet, 111/1-5.)
Cahiliye toplumlarının ve dönemlerinin en bariz özelliklerinden birisi servetin belirli ellerde ve alanlarda toplanmasıdır. Böylece mutlu bir azınlık kurdukları sistem ile çoğunluğun emek ve alın terini gasp etmek suretiyle her geçen gün servetlerini katlayarak çoğaltmakta, güçlendikçe sıradan kitleleri kendisine daha çok mahkûm etmektedir. Bu zalimce tavrın sahipleri bütün hayatlarını daha çok mal biriktirmek üzerine kurgulamakta, mütemadiyen servetini listeleyerek kendini tatmin etmekte ve en vahim hata olarak malının kendini ebedi kılacağını zannetmektedir. Her şeyi ifsat eden ve hayatı yaşanmaz hâle getiren bu hastalıklı tavrın sahipleri dünyada yaşayacağı büyük aldanışın yanında ahirette de tarifi imkânsız bir azaba düçar olacaktır. (Hümeze, 104, 1-9.)
İslam’ın hayat veren ilkelerine amansız bir düşmanlıkla karşılık veren, Hz. Peygamber’e ve ilk müminlere Mekke’yi yaşanmaz hâle getirenlerin en bariz özellikleri, zenginliğiyle övünen, servetiyle kibre bürünen, fakirleri, yetimleri, kimsesizleri asla gözetmediği gibi onları köleleştiren ve sömüren, toplumda kendine izole hayatlar kurmuş kimseler olduğu görülmektedir. Bunun karşısında ise sahip olduklarını iyilik vesilesi yapan, paylaşmaktan huzur duyan, yardımlaşmayı ahlak edinen ilk Müslümanlar vardır. Zira Mekke döneminde nazil olan ayetler mütemadiyen sadece Allah’a kulluk ve tevhide davetle beraber, insana, evrene ve bütün varlığa mümince bakmayı, merhametle yaklaşmayı, temel haklara saygıyı, köleleri özgürleştirmeyi, nimeti paylaşmayı, hak yememeyi, kimsesizlere, çaresizlere, yoksul ve yoksun bırakılmışlara, yetim ve miskinlere sahip çıkmayı emretmektedir. Nitekim Mekke döneminde Müslümanlar maruz kaldıkları acımasız işkenceler ve her türlü baskılar karşısında söz konusu ahlaki ilkelerden asla vazgeçmemişlerdir.
Yetimi öteleyen, yoksulu gözetmeyen gösterişçi bir dindarlık anlayışının Allah katında asla muteber olmadığını, (Maun, 107/1-7.) Müslümanların yaşadığı dünyada açlığın, sefaletin, korku ve endişenin olmayacağını (Kureyş, 106/3-4.) deklare eden ilahi beyanlar İslam medeniyetini inşa eden rehber ilkeler olmuştur.
Medine dönemine gelindiğinde Müslümanlar, İslam’ın iktisada ve dünyanın zenginliklerine karşı teklif ettiği ahlak ve hukuk ile toplumsal bir hayat inşa etmiştir. İyilik mefkûresi kurumsallaşmış ve çağlara örnek medeni bir toplum ortaya çıkmıştır. Vakıf ideali, zekât müessesesi, sadaka ahlakı ve iyilikte yarışma duygusuyla İslam medeniyeti kuvveden fiile geçmiştir.
İslam’ın ilk asrında üç kıtaya hâkim olan Müslümanları, asırlar boyunca, Endülüs’ten Osmanlıya, Afrika’dan Maveraünnehir’e gittiği her yerde ev sahibi konumuna getiren saik fiziki güçleri değil ahlaki erdemleridir. Çünkü insana eşref-i mahlûkat, yeryüzüne emanet bilinciyle yaklaşan Müslümanlar gittikleri yerde bütün insanlar için huzur ve güveni tesis etmenin, tabiatı ve doğal hayatı korumanın gayreti içinde olmuşlardır. Şüphesiz Müslümanların bu davranışının altında yatan temel motivasyon, insana ve evrene bakışı tevhit, adalet ve güzel ahlak ekseninde ele alarak başta yönetim olmak üzere hayatın kurallarını bu eksende oluşturmalarıdır.
Bütün bunların yanında İslam medeniyetini infak medeniyetine dönüştüren en önemli müessese vakıf kurumları olmuştur. İyiliği ebedi kılmanın yegâne yolu olan vakıflar meşruiyetini Kur’an’ın ayetlerinden, örnekliğini bizzat Peygamber Efendimizin ve ashabın hayatından almıştır. Böylece İslam toplumlarında hayatın tamamını kuşatan on binlerce vakıf kurulmuştur. Haddizatında İslam düşüncesinde bireysel yaklaşımlardan sosyal organizasyonlara, özel teşebbüslerden kamusal teşkilatlara kadar bütün tavır, davranış ve teşekkülün nihai amacı insanlara faydalı olmak ve yeryüzünü imar etmektir. Dolayısıyla Müslümanların hayatında ve İslam toplumunda infakın olmadığı bir alan tayin etmek mümkün değildir. Bu manada ahilik teşkilatı başta olmak üzere esnaf örgütleri de insanlara maddi-manevi yardım temelinde kurulmuş iyilik teşkilatlarıdır. İslam kültür ve sanatının bütün eserleri de insanlığa hakikatin estetik formuyla rehberlik eden yapıtlardır. İslam düşüncesinin; hayatını serhat boylarında hakikat mücadelesine vakfeden yiğitler için gösterdiği en üst gaye de, maişetini temin için işinin başındaki esnafın kalbinin derinliklerine teklif ettiği niyet de insanlığa hizmet ederek Rızay-ı bari’ye ulaşma idealidir.
Son iki asırdır Müslümanların dünyadaki etki gücünü kaybetmesiyle yeryüzü her açıdan oldukça sancılı süreçlere, bireysel-sosyal bunalımlara, ideolojik kaoslara sürüklenmiştir. İnsanı tutarsız tesadüflerle izah etmeye çalışan ve sadece fiziki bir varlık olarak ele alan ideolojiler onu kapitalizme hazır hâle getirmiştir. Böylece günden güne dünyevileşen, bencilleşen, haz ve konfor tutkusuna esir olan, kendini inandığı değerler ile değil sahip olduğu zenginlikler ile tanımlayan bir zihniyet öne çıkmıştır. Dünyanın büyük bir kısmında milyonlarca insan açlığın pençesinde hayatta kalma mücadelesi verirken bazı yerlerde obezite birincil meşguliyet olarak dikkat çekmektedir. Bugün dünyadaki açlığın ve sefaletin temel sebebi iklim ve coğrafya değildir. Bilakis servetin tekelleşmesi, yeryüzünün kaynaklarının pervasızca kullanılması, adaletin yok sayılması, infak ahlakının değil sömürü sisteminin egemen olmasıdır.
Daha yaşanabilir bir dünya ve daha iyi bir gelecek için insan, öncelikle varoluşu, evreni ve hayatın gayesini yeniden tefekkür ederek varlığın gerçek anlamını idrak etmek zorundadır. Mekke cahiliye döneminde olduğu gibi serveti tekeline alarak şımarmayı değil, şükür ile paylaşarak yücelmeyi hedef edinmek durumundadır. Medine’de olduğu gibi hayatı iyilik ile yeniden inşa etmenin yollarını bulmak zorundadır. Zira dünyada iyiliğin ve kötülüğün hâkimiyeti insanın tercihlerinin ve gayretinin neticesidir.
Diğer yandan iyilik ve infak ahlakını yaşayamayacak hiç kimse yoktur. Yani herkesin iyilik ve infak adına yapabileceği bir şey mutlaka vardır. Peygamber efendimizin ifadesiyle; “yarım hurma kadar bile olsa” (Buhârî, Zekât, 10.) paylaşmak mümkündür. Bir tebessüm en güzel yardımdır. Başkalarının iyiliğini isteyen bir kalbe ve duaya sahip olmak bir iyilik nişanesidir. Bu manada zekât zenginlere hitap eden bir mecburiyettir. Ancak sadaka ve iyilik herkesin yapabileceği kaçınılmaz bir sorumluluktur.
İslam’ın, huzur ve güvenin teminatı olarak insanlığa teklif ettiği infak, iyilik ve yardımlaşma ahlakının iki boyutu vardır.
Birincisi bireysel olarak bu güzellikleri bir hayat tarzı hâline getirmektir. Mümin başkasının hayatına iyilik ve güzellik kattığında huzur bulan, paylaştıkça nimetin lezzetini duyan, infakın arınmak ve bereket olduğunun farkında olan insandır. Cimrilik ise insanın mutluluk ve gelecek arayışında yaptığı en talihsiz tercih, selim fıtratına kayıtsızlık ve kalbine karşı kötülüktür. Dizginlenemez bir ihtirasa dönüşen mal tutkusu, yığdığı servetiyle tatmin arama talihsizliği, zenginliği ile ebedileşme hayali kurma, insanın kadim, hazin ve ne yazık ki her dönem en büyük aldanışıdır.
İkincisi ise bu güzellikleri organize ederek bütün yeryüzünü kuşatacak kadar büyütmektir. “İyilik ve takvada yardımlaşın, kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2.) emr-i ilahisi aynı zamanda iyilerin organize olarak iyiliğin gücünü artırmalarının gereğini beyan etmektedir. Nitekim iyiler organize olmaz ise kötülerin hâkimiyeti kaçınılmazdır. İyiliğe gönül ve emek verenler gönüllerini ve emeklerini birleştirmek zorundadır.
Huzur ve güvenin yürekleri kuşattığı, rahmet ve merhametin dalga dalga yayıldığı, adalet ve hakkaniyetin vazgeçilemez değer olduğu, muhabbetin bir bahar iklimi gibi her yerden hissedildiği bir toplum ve dünya elbette mümkündür. Mesele buna inanmak, gönül vermek, bilgi, sabır, feraset ve azimle mücadele etmektir.

Mustafa Irmaklı / Diyanet Dergisi

adminadmin