Kültür
Giriş Tarihi : 11-11-2018 12:00   Güncelleme : 11-11-2018 17:08

Kültür Emperyalizmi Ve Kültür İnkılâbımız

Kültür Emperyalizmi Ve Kültür İnkılâbımız

 

Batı kültürünün, son iki yüz yıldır dilimize nüfuz etmeye çaba gösterdiği ve yabancılaşmış yerli aydınlar tarafından da nüfuz etmesinde sakınca görülmediği, hattâ devrimlerle desteklendiği malûm. Bu malûmiyetin neticesidir ki “Kültür” kelimesi bile Batıya ait bir dil yapısıdır ve Latince “cultura”dan gelir.

Cultura, inşâ etmek, işlemek, süslemek, bakmak anlamlarına gelen “colere”den türetilmiştir. Osmanlıcada ve Arabçada karşılığı “Hars” yâni “Tarla sürmek”tir.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde Kültür, “tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddî ve manevî değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olarak tanımlanmaktadır.

Çeşitli sosyoloji kitablarında genel anlamıyla Kültür; “bir milletin veya bir topluluğun varoluş mücadelesi boyunca meydana gelen ve meydana getirdiği maddî ve manevî ortak değerleri”dir.

MADDÎ DEĞERLERE; insan emeğiyle ortaya çıkan araç ve ge­reçler, teknolojinin gelişmesiyle açığa çıkan üretim, teknik, hüner ve beceriler ve bunun dışında okullar, fabrikalar, kitablar, oto­mobiller, giydiğimiz elbiseler misâl gösterilirken, MANEVÎ DEĞERLER; bir gelenek, görenek, ahlâk, inançlar ve insanların birbirleriyle münasebeti sonucu ortaya koyduğu sözlü veya yazılı kurallar, kanunlar, dil ve sanat eserleri, yetenek ve becerileri olarak ifâde edilir.

Aslında maddî ve manevî her iki yön de birbiriyle içice geçmiş durumdadır ve normal bir idrak çerçevesinde böyle bir ayrıma hem gerek hem de ihtiyaç yoktur. Ancak yine de insan zihni meseleleri sınıflandırdığında daha iyi anlamakta veya öyle zannetmektedir. Hikmet sahibinden; “parça bütünün habercisidir”. Misâl Ayasofya Camiî, farklı açılardan farklı dinî mânâları kendinde toplarken, aynı zamanda tarihi ve estetik değerleri olan bir sanat eseridir. Ama nihayetinde o kendisine “kültür” nakşı vurulmadan önce sıradan bir mermer ve taş parçalarından ibaretti.

Ahmed Arvasî kültürü tarif ederken oldukça geniş bir alan açar ve oldukça zarif teşbihler yapar; “çağdaş pek çok sosyoloğun da kabul edebileceği gibi, kültür, bir insan grubunun, tabiatı değiştirerek kendine uygun sosyal, ekonomik, estetik, moral ve politik yeni bir çevre geliştirmesi demektir. Hayvanlar, tabiatla yetinir. Fakat insandır ki, sahib olduğu zihnî güçlerin yardımı ile bütün tabiatı, objeleri, enerjiyi, canlı cansız bütün varlıkları, renk, ses, şekil ve benzeri keyfiyetleri, kendi sübjektif yapısına uygun olarak işleyerek değiştirir.” [1]

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise kültürü şöyle tanımlamaktadır: “Kültür, birçok şeyi ezberlemek değil, birçok şey öğrenip de onları unuttuktan sonra insanda kalan bilgi hassasıdır!” [2]

Bu mânâda kültür, bir insanı, bir toplumu diğerlerinden farklı kılan bir algılayış ve değerler bütünü oluşturma şeklinde kendini göstermektedir.

İnsanın beslenmek için topladığı sebze, meyve ve su gibi unsurları yedikten sonra kendi bünyesinde eritmesi ve kendi hassasına çevirmesi gibi, kültür de bir toplumun şuurunda, o toplumun kendi iç dinamiklerinde erir. Kemalizm’in en büyük ihaneti olarak fâş ettiğimiz zihinleri dumura uğratma faaliyeti; Batı değer ve ahlâkını, fikir ve aksiyonunu, yaşama ve düşünme tarzını kopyacılık şeklinde kendi toplumuna tatbik etmesindedir.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, resim mevzuunu incelediği Elif adlı eserinde yukarıdaki kültür tarifine şu mânâyı da ekler: “Kültür, başkalarıyla ortaklaşa sahib olduğumuz şeydir, bütün kişiler arasındaki ilişki ve kimilerinin birbirleriyle uyuşmasıdır” [3]

 Bu açıdan bakıldığında kültür, hem insanın etkisi altında, hem de insan kültürün etkisi altındadır. Teknik, ekonomi, hukuk, estetik, bilim, devlet, metod; insanın meydana getirdiği her şey kültüre girer. Kültüre ilahî tesir de mevcuttur ve bu mânâda dünya kültürüne nizam ve istikamet verici oluşu hasebiyle, nizam belirtici ahlâk, fikir, aksiyon, tasavvufî anlayış ve ifâdeler de kültürün içine girer.

İBDA’nın bir mânâsının da kültür inşâ etmek olduğundan hareketle, Batı düşüncesini hesaba çekebilme ehliyet ve şuuruna sahib olabilmek, İslâm’a Muhatab Anlayış dâvasını örgüleştiren Büyük Doğu-İBDA mimarlarının süzgeçten geçirdiği kültür ve ahlâkı YENİ DİL-YENİ NİZAM-YENİ İNSAN anlayışıyla faaliyet sahası bulmak ve bu mânâda toplayıcılık vasfını gerçekleştirmeyi dâva edinmek gayesi, yüklendiğimiz KÜLTÜR DAVAMIZ’dır.

Yazımızın ilerleyen kısımlarında geniş olarak değerlendirmek üzere bir tesbit: Her toplumda, hâkim olan kültürden farklı olan alt kültür grubları vardır. Alt kültür grublarının ne olduğunu Türkiye örneğinde ifâde edersek; Trabzon’a veya Hakkari’ye veya İzmir’e veya Hatay’a mahsus giyim, davranış, konuşma, gelenekler…

Dünya iktidarını ele geçirmek isteyen “elit” güç, geniş anlamıyla daha çok metropol kültürüne, bir nevi Merkez Kültüre hâkim olmaya çalışmaktadır. Ki bu, bir çok merkezde başarıya ulaşmış durumdadır. Giyim misâlinden hareketle Çin metropollerine ve kentlerine bakın, Türkiye ve Mısır’a bakın veya ABD, Almanya ve İsrail’e bakın, ne fark görüyorsunuz yahud fark görebiliyor musunuz?

Diğer yandan, ademe mahkûm edilerek kütübhânelerin tozlu raflarına terk edilen; toplumun geçmişten sözlü ve fiilî olarak taşıdığı kültürel birikimi etkilemek amacıyla, uydurukça dil tecavüzleri ve Batıcı hayat tarzı dayatmaları ile dönüştürülmek veya değiştirilmek istenen kültür unsurlarımız, bunca ihanete ve zulme karşı direnebilmiş, ayakta kalabilmiştir.

İslâm ruh mefkûremize bizi yabancılaştırmak isteyenler, asırlarca dünya kültürüne yön vermiş âlimlerin adlarını ve eserlerini tecride tâbi tutmuş, Batılı ilim adamları karşısında acziyet içerisinde bir ulemâ tiplemesi çizilmiştir. Türk-Kürt-Arab musikisinin yasaklanması ve radyolardan Batı müziği yayınlanması, okullarda Batı kültür ve tarihinden hareketle yazılan veya çevrilen eserlerin ders kitabları olarak okutulup öncekilerin yasaklanması, üniversitelerde Batılı düşünce adamları üzerine tez çalışmalarının makbul görülmesi ve öğrencilerin Batılı düşünce tarzıyla yetiştirilmesi amacıyla Batı ülkelerine gönderilmesi, giyim kuşam dayatmaları vs. insan ruhuna gerçekleştirilen Batıcı tecavüzlerden sadece bir kaçıdır.

Bu çerçevede, zengin “Kültür” mirasımız, kendisine ulaşacak ruh ve inkılâb heyecanıyla donanımlı “inşâ” edicilerin bakışlarında yeniden hayat bulacaktır. Batı ademe mahkum etmede ve toplumları dumura uğratmada mahirdir. Bu incelik dikkate alındığında, Batıya karşı yeni bir dünya görüşünün gerekliliği ve “kendimizden başlayarak insanımızın düşüncesinin “genel fikir çerçevesi”ne kendi dünya görüşümüzü yerleştirmek”, [4] dâva sahibi herkese bedahet ifâde edecek derecede ZARURET belirtir.

Batının tecavüzüyle birlikte, “iyi insanların iyi atlara binip gitmesi” şeklinde özetlenen manevî kayıplarımızın neticesi olarak garib bir nesil peydahlandı. “Fikirsiz fikirciler”den, karşısındakinin yanlışının zıddını söyleyerek doğruyu söylediğini zannedene; ilmi geliştirmek ve idealleştirmek yerine donandan, inancını basit alışkanlık seviyesine ircâ edene; her şeyi akılla elde edeceğini zannedenden, aklı büsbütün inkâr edene kadar ilginç ilginç tipler…

Her biri ayrı ayrı görünüşler hâlinde bu tipler, hakiki fikir erbabı gördüğünde, mücerred istidatla karşılaştığında, kendilerinden bir aksiyon beklendiğinde kaçacak delik ararlar. Yazdığı yazıda Batılı kaynak göstermeye bayılan fikirsiz fikirciler yerli olan şeylere bakışta, küçümseme-önemsememe gibi bir davranış gösterirken, elinde tuttuğu yabancı marka sigarasıyla, yediği hamburgeriyle, giyindiği “markalı” elbisesiyle bir bütünlük arzeder. Melankolik hasret şeklinde, Batıcı fikre benzer düşünceleri İslâm dünyasında aramak ve bulunca (!) da “bak bizde de var” hesabı, tezat içinde tezat barındıracak şekilde, “Batı kültür ve anlayışı dairesinden çıkmadan Millî Kültür istikametinde girişimlerin gerçekleştirilmeye çalışılması” gibi, komediden hokkabazlığa varan bir istikamet izlerler.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu bu hususa şöyle açıklama getirir: “Bir toplumdaki fertlerin ortaya koyduğu fikirler, o toplumun mensub olduğu medeniyet ve kültür ortamında yoğurulduğundan ve bu ortam da muhtelif toplumlarda farklı bulunduğundan, toplumdan topluma nakledilen fikirlerden fazla istifade edilemez. Bilhassa yabancı fikirlerin ithâl edildiği toplumun fertleri muayyen bir ilim kapasitesinden mahrum iseler, alınan fikirler o toplumun mahvına sebebiyet verir.” [5]

Kültürel yozlaşma, bu mahviyetin başlangıç ve olgunlaşma sürecinde gittikçe yayılan bir kanser mikrobudur. Bu yozlaşma, ruhun şekle büründüğü giyimde, düşüncenin ifâdeye döküldüğü dilde, inancın yapıp etmeye inkılâb ettiği eylem ve davranışlarda kendini gösterir. Kaybedilen dünya görüşünün ve terkedilen kültürün izleriyle birlikte, yeni kabullenilen kültürün ve dünya görüşünün getirdiği ruh karmaşası içerisinde, içtimaî şuurun çözülmesini, buna bağlı olarak da toplumu ayakta tutan değerlerin yıkılmasını ve ardından çöküşü getirir. Bu çöküşten ve Batının kültür emperyalizminden, ancak, yozlaşmaya direnen, kültürünü “dualist-ikicilik” kıskacından kurtaran, kendini yenilemesini bilen ve “hikmet mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alır” ölçüsünden hareketle ruhî hamleler yapabilen toplumlar kendini koruyabilir.

Kültür sahibi olma, şuurlaştırma, asla tavize yanaşmama ve “hikmet mü’minin yitik malıdır” ölçüsüyle de arama-bulma-alma… Ama nasıl? İşte cevabı: “İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü yabancı kaynaklardan irfana ermek… Dava kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna göre, ikinci yolu, birincisine çıkaran bir geçit sayalım. O hâlde irfana erme davasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya irfan yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır. Böylece, henüz yürümeye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmeye ve mevzuunu seçmeye çabalarsa, milletler de yabancı mahsullerin bünyelerinde yapacağı karışmaları kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş sermayeleştirir. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama ererler.” [6]

 KÜLTÜR VE DİL DAVASI

Önce mevzunun yükseleceği ana unsurları İBDA mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan ölçülendirelim:

– “Dil ve toplum… İçtimaî unsurlarla, ortak ya­şama ve çalışma şartlarıyla, insanoğlunun geliş­tirdiği araçlarla ve onun tecrübeleriyle yakından ilgisi içinde dil, düşünceyle birlikte içtimaî bir va­kıa olarak karşımıza çıkar. Dil demek insan de­mektir; öyle ise tabiî olarak, toplum da demek­tir… Hem fertlerle aynılaşır, hem de onların dı­şında ve üstünde yer alır. Bu çerçeve içinde şu teşhis:

— «Bir milletin yaşayış biçimi, inançları, ge­lenekleri, dünya görüşü, çeşitli nitelikleri ve hat­tâ tarih boyunca bu toplumda meydana gelen çe­şitli hadiseler üzerinde hiç bir bilgimiz olmasa, sadece «dilbilim» incelemeleriyle, bu dilin söz var­lığının, söz hazinesinin derinliğine inerek bütün bu mevzularda çok belli bir toplum içinde, kendi­ne has bir kültür ve medeniyet çevresinde biçim­lenir, rolünü böyle bir çerçeve içinde yerine geti­rir. Bu sebeple, her dilin belli bir toplumu yansıt­tığı söylenebilir.»

Büyük Doğu Mimarının şu teşhisini, yukarı­daki hakikatle mütalâa ediniz:

— «Bir millete yapılabilecek en büyük fena­lık, onun diliyle oynamaktır. Dil, ufak tefek aşı­lar kabul etse de, bir uzviyetten olanca kanın çe­kilip yerine başka bir kanın ikamesini intihar sa­yar. Nitekim bizdeki Dil Kurumu —şimdi kapan­dı.— adlı ruh mezbahasının yaptığı iş, makasla kesercesine nesil kopuntuları meydana getirmek­ten başka birşey olmamıştır.»“ [7]

Dil üzerine ilmî çalışmalarıyla tanınan ve yine bu hususta müstakil bir eser sahibi Profesör Dr. Doğan Aksan, Dil’i şöyle tarif eder: “Dil, bir ânda düşünemeyeceğimiz kadar çok yönlü, değişik açılardan bakınca başka başka nitelikleri beliren, kimi sırlarını bugün bile çözemediğimiz büyülü bir varlıktır. O gerek insan, gerek toplum, gerekse insan ve toplumdan ayrı düşünülemeyecek olan bilim, sanat, teknik gibi bütün alanlarla ilgili bulunan, aynı zamanda onları oluşturan bir kurumdur.” [8]

Yine bir çok kitabta anonimleşmiş ve bir nevi resmîleşmiş bir tarife göre de Dil, “duygu, düşünce ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan unsurlar ve kurallardan yararlanılarak, başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş bir araç”tır.

Bir şair, duygu ve düşüncelerini kendi milletinin fertlerine ancak dili ile ulaştırabilir. Bir yazar, bir bilim adamı, bir devlet adamı, bir filozof, görüşlerini topluma dil yolu ile yayabilir. Bir milletin dünya görüşü, şairlerinin şiirlerinde ve sanatçılarının eserlerinde, yazarlarının romanlarında, gelenek ve görenekleriyle lif lif dokudukları kumaşlarında, halk türkülerinde ve destanlarında, dengbejlerinin aşk ve acıları terennüm ettikleri şiirlerinde, yine halkın nasihatlerle terbiye ölçülerini anlatımlarına gizledikleri ince deyimlerinde veya fıkralarında yahud atasözlerinde olmalıdır.

Dili ırkîleştirmek, dile pranga takmak gibidir ve yine dili serbest bırakmak onu hepten kaybetmektir. O hâlde, dilde kültürel alışveriş, inanılmaz bir ruhî muvazeneyi gerekli kılar. Yoksa ekonomideki “karşılıksız para basma” misâli, millî anlamda karşılığı olmayan kelime üretmeye kalkışmakla, ancak o dilin iflasına giden yol döşenir. Nitekim son 80 yılda Kemalist Batıcılarca Türkçe’nin getirildiği nokta ortada. Kimse birbirini anlamıyor, ortada bir dil var ama bu kesinlikle o zengin alt yapısı olan Türkçe değil.

Kemalist Batıcı cunta, Osmanlıca, Arabça ve Farsça diyerek, dilden en sağlam kelimeleri söküp atmaya kalkıştı. Bunda temel gaye, bir milletin hafızasını yok etmekti. İslâm coğrafyasında yaşayan milletlerin birbiriyle kolayca anlaşmasının önüne geçmek için, her dili kendi dar kalıblarına sokmak ve bunu yaparken de büsbütün tahrib ederek bozmak istemişlerdi. Çünkü dil bir hafıza idi, dil bir tarih idi, dil bir dünya görüşü idi.

Osmanlıcayı ele alalım; Türkçe ana temeli üzerinde Arabça ve Farsça ile harmanlanmış bir dil… Türklerin İslâm’a girmesi ile birlikte ve Kur’an-ı Azimüşşan’ın Arabça nâzil olması sebebiyle İslâm’ı daha iyi anlamak, emirlerini daha iyi kavramak ve O’nun kitabının dili ile fikir üretmek, şiirler yazmak, kasideler yazmak, nesirler üretmek için Arabça büyük bir dikkatle öğrenilmeye başlandı, hattâ medreselerde eğitim dili olarak benimsendi. Sonrasında farklı Müslüman milletlerin Ümmet şuuru çerçevesinde kaynaşması ve ilmiye sınıfının gelişmesi-genişlemesi ile birlikte Farsça etkisi de artmaya başladı. Türkler için hikâye ettiğimiz bu durum, Kürtler için de, İranlılar için de geçerlidir. Nitekim İranlılar, İslâmiyet’in kabulü ile birlikte Yeni Farsça diye bir dil kullanmaya başladılar. Hazreti Mevlana bütün eserlerini Farsça verdi ve bundan da kimse gocunmadı, Feqiye Teyran, Fuzulî, Bâkî, her biri Farsça verdi eserlerini…

Salih Mirzabeyoğlu’nun Herder’den naklettiği bir ifâde: «Ben, öbür dilleri kendi dilimi unutmak için öğrenmem, eğitimimden edindiğim töreleri değiştirmek için yabancı milletler arasında dolaşmam; ben vatanımın yurttaşlık hakkını yitirmek için başka uyruğa geçen bir yabancı olurum o zaman; kazanmaktan çok yitiririm. Tam tersine, yabancı bahçelerden, kendi dilime, düşünce biçiminin bir nişanlısı gibi, çiçekler dermek için geçerim.» Başka türlü de olabilir mi?” [9]

Her şeyin birbiriyle ilgisi olduğu hikmetinden payla, fikir dil ile yakın ilişkili, dil ise aksiyonla… Fikir yoksa dil, dil yoksa aksiyon yok, tersi de geçerli, aksiyon yoksa dil, dil yoksa fikir yok… Madem bu üçlü ayrılmaz ve birbirinden ayrı düşünülmez bir hâl arzediyor, o zaman denilebilir ki her kültür inkılâbı aynı zamanda bir fikir-dil-aksiyon değişimidir… Nitekim değiştirilmek istenen bir fikre veya düzene veya topluma veya kişiye karşı, elde mevcut bir fikir-dil-aksiyon bütünlüğü, diğer bir ifâdeyle cesede canlılık veren ruh gibi inkılâbçı bir terkib yoksa, hangi dil konuşuluyor ise onun fikir ve aksiyonuna tâbi olunur.

İBDA Mimarının tesbiti ile: “Dil, düşünme aksiyonu ve düşüncenin belir­mesi açısından ele alındığında, insanı insan ya­pan her şeyin büyük ölçüde dilde yer aldığı veya dile aksettiği görülür. Gerçekten de dil, ferdin şu­urunu oluşturan ve benliğini biçimlendiren te­meldir; şuurun köklerine ve şuuraltının derinlik­lerine uzanan başlıca insanî roldür.

Düşünce, akıl, bilgi, buluş, insanî mânâda ancak dille mümkün olur; fikrî ve ruhî oluşum sebebi olan dil, dünyayı zekâmızın hakimiyeti al­tına sokan temel araçtır ve başlıca ifade şeklidir. İnsan hayatının bütün belirişleriyle de içiçedir; hem iç’e ve hem de dış’a doğru belirişlerinde… Hem mücerrete ve hem de müşahhasa doğru.

Anlaşılıyor ki dil, düşünce ile içiçe.” [10]

İdrâk, zekâ, kabiliyet ve seviye için “idrâk açıcı” bir dil yoksa, bu saydıklarımızın da fazlaca bir ehemmiyeti yok… İlgi alanı artan, idrâki açılan, dünyası ve çerçevesi genişleyen bir kültürün dili de o ölçüde zenginleşir. İlim, felsefe, sanat, teknik, fizik, metafizik, velhasıl hayatın her noktasında problem alanları genişledikçe, bu problemlere çözümler üretme çabası içerisinde olan dil de zenginleşir.

İnsanın içtimaî aksiyonu, dil olmaksızın düşünülemez. Dil, “ilk insan”dan bu yana, şu veya bu biçimde, en eski insan toplumlarından ve en eski zamanlardan başlayarak var olmuştur. Dildeki değişim, insanın davranış ve tecrübesinde hem entellektüel hem de hissî bakımdan değişimi temsil eder. Bu çerçevede dil, kültürün ilgi alanına giren varlık dünyasını yansıtır. Bir milletin, topluluğun, cemaatin, cemiyetin, örgütün yapıp ettiklerinin, duyup düşündüklerinin, görüp bildiklerinin ve tüm tasavvurlarının aynasıdır. Dikkat edildiğinde görülecektir ki, kültür hangi alanlara yönelmiş ise, dil de o yönde zenginleşmiştir. Bunun birçok olumlu yönü var ise de, bu zenginleşme o kültürün kendi “mânâ ve değer ölçüleri”nin kontrolünden çıktığında, bu sefer kültürel değişim, kültürel yozlaşma, kültür emperyalizmi denilen “dilsizleşme, kültürsüzleşme”nin geliştiği görülmüştür.

Aynı dili konuşmak, eşyanın adlarını aynı seslerle seslendirmek, papağanvâri biçimde kelimeleri ezberledikten sonra, yerli yersiz ve mânâsız harcamak değildir… Aynı dili konuşmak; aynı idrak, mânâ, değer, kültür, fikir ve aksiyon dünyasını solumak demek… Yoksa, aynı dili konuşuyor olmasına rağmen birbirini anlamayan -ki içinde bulunduğumuz toplum bunun en çarpıcı misâli- onlarca farklı grup, toplum, kültür çıkar karşımıza… Bu ise sözünü ettiğimiz kültürel yozlaşma veya kültürel çözülmeden başka bir şey değildir.

Bu arada eğitimin başında da, kültürün ilk ve temel unsuru olan dil gelmektedir. Çünkü dil, milletleri millet yapan en önemli unsurlardan biridir. Bir milletin fertlerini birbirine bağlayan dil; edebiyatın da, tarihin de, felsefenin de temel zemini ve malzemesidir. Kısaca dil, bir milletin tarih boyunca meydana getirdiği maddî ve manevî değerlerin bütünü olan kültürün de temel unsurudur. Bu tarihî birikimi, bu kültür ve sanat mirasını genç nesillere taşımak ancak dille mümkündür.

Dil, millî kültürün ilgi alanına giren varlık dünyasını yansıtır; o milletin yapıp ettiklerinin, duyup düşündüklerinin, görüp bildiklerinin ve tüm tasavvurlarının aynasıdır. Dil, millî hafızanın, millî hatıraların, duyguların ve düşüncelerin, bütün maddî ve manevî değerlerin, bütün buluş ve icatların ortak hazinesidir. Millet denilen insan topluluğunun en önemli sosyal varlığıdır. Dilin zenginliği yahud yoksulluğu, o kültürün zenginliği yahud yoksulluğudur.

Bu süreçte kültürün temel meselesi, bağımsızlığını koruyabilmektir; yâni, hayatı kendi bakış açıları, değerleri ve ölçüleri ile kurabilmektir. Her dilin kendine özel atasözleri, deyimleri, nüktelerinin olması ve bunların bir başka dile aktarılmasındaki zorluklar, her dilin ayrı bir inanç yapısının, bakış açılarının, ayrı bir imkânlar ve yönelişler dünyasının eseri ve aynası olduğunu göstermektedir. Yâni kültürün ilgi alanları ne yönde ise, dil de o yönde zenginleşmiştir.

Kültür de varlığını nesilden nesile intikale borçludur. Kültürün nesilden nesile geçmesi, böylece devamı ve yaşaması, kültürü taşıyıcı eserler, eğitim ve öğretim yolu ile olur. Onun içindir ki “kültür eserleri, eğitim ve öğretim” kültürün hayat şartıdır. Dolayısıyla eğitim ve öğretimin esas görevi, kültürün intikal ve devamını sağlamaktır.

Dil üzerinden devam edelim.

Bir milletin fertleri arasındaki ortak duygu ve düşünce cereyanı dille kurulabilmektedir. Bu cereyan, dünden bugüne, bugünden yarına dille aktarılmaktadır. Bundan dolayı dil, aynı zamanda bir kültür aktarıcısı, bir kültür taşıyıcısıdır. Bir milletin tarihi, coğrafyası, değer ölçüleri, folkloru, müziği, edebiyatı, ilmi, dünya görüşü ve millet olmayı gerçekleştiren her türlü ortak değerleri, yüzyılların süzgecinden süzüle süzüle deyimlerinde, atasözlerinde, destanlarında, efsanelerinde ve diğer edebî eserlerinde sembolleşerek hep dil hazinesine akıtılmakta ve özünü orada saklamaktadır. Bu noktada, on binlerce kelime ve şekilden kurulmuş olan dil, yapı ve işleyişinin detayına doğru gidildikçe; insan, toplum, millet ve kültür varlığına hükmeden çok yönlü ve derin anlamlı bir sistem olarak karşımıza çıkar.

Bir anekdot; yakın tarihimizde Harf Devrimi diye anılan ve sırf devirmekten başka bir şey olmayan dil ve kültür faciası… Osmanlı coğrafyasında yüksek idrâklerden süzülen muazzam bir kültür birikimine bir kalemle set çekiş… Bu coğrafyanın herbir hazinesinin gömülmesi ve yok edilmesi demek… Aynı şekilde, bu hazineye ulaştırıcı tüm yolları kapatma girişimi, İslâm dünyasının kullandığı İslâm harflerinden Hıristiyan dünyasının kullandığı Latin Harflerine geçiş… Konuşma dilinde Türkçe, Kürtçe ve Arabça kökenli her ifâdeye yasak getiriş… Uydurukça bir dil tedarik edilip, Türk’ün bile Türk’ü anlamakta zorlandığı ve her ne hikmetse adının “Türkçe” diye adlandırıldığı Türk’ün olmayan bir dili dayatış… Alfabe yasak, konuşmak yasak ve İslâm âlimleri İslâm alfabesini zihinlerden silme girişimine karşı sürekli teyakkuz hâlinde fakat binlercesi bu yolda şehid olmaktan kurtulamaz… Latin harflerinin alınması ile birlikte 400 bin el yazması ve 200 bin basma kitabın kütübhânelerin ve nemli dehlizlerin kuytu köşelerine terk edilişi, onbinlerce benzersiz “orijinal” eserin de yağmalanıp Batı ve Sovyet Kütübhânelerine götürülüşü cabası…

KÜLTÜRLE ALÂKALI KAVRAM BİLGİSİ

Ana mevzudan sapmama adına, mevzuumuzla ilgili gördüğümüz Kültürle alâkalı temel kavramlara –önemli gördüklerimize- bakacak olursak; Üst Kültür, Alt Kültür, Kültürel Emperyalizm, Kültürel Yozlaşma, Kültürel Asimilasyon, Kültürel Gecikme, Kültürel Yayılma, Kültürel Şok, Kültürleşme ve Kültürleme. Hepsini tek tek inceleyemeyeceğiz ve yazımız da muhtevâsı itibarı ile akademik anlamda bir Kültür Sosyoloji çalışması değil. Biz nâzik bir meseleye, Üst Kültür -ki “Yeni Dünya Düzeni” elitlerince öncelikle imha edilmek ve dönüştürülmek istenen kısımdır- tarifine geçelim.

Üst Kültür: Toplumun tamamı tarafından bilinen ve benimsenen, uyulmaya çalışılan genel kültür özellikleri bilgileridir. Türkiye ve Türk kültürü, Japonya ve Japon Kültürü, Rusya ve Rus kültürü gibi. Üst Kültür, ortak hayat alanından kurumlara, sıradan vatandaştan bürokrasi seviyesi en yüksek olanlara kadar aynıdır ve öyle bilinir. Çok az da olsa otokontrol gerektirse de çoğu zaman herhangi bir kontrol mekanizmasına ihtiyaç kalmaz. Yukarıda söyledik ama tekrar edelim; Üst Kültür, “Yeni Dünya Düzeni” elitlerince öncelikle imha edilmek ve dönüştürülmek istenen kısımdır. Çünkü iktisadî ve idarî akış, tüketim ve üretim biçimlerini belirleyiş ve birçok temel işleyiş, hep bu “üst kültür” basamağında… Hukuktan diyanete, eğitimden sağlığa, ordudan eğlenceye söz sahibi olunmak isteniyorsa, merkez “üst kültür”dür. Değişim ve imha buradan başlamalıydı, öyle de oldu. “Yeni Dünya Düzeni” elitleri genelde son 200 yıl, özelde son yüzyılda yürüttükleri çalışmalar ve süregelen takibler ile bu yönde oldukça yüksek başarı elde etmişlerdir. Kültür Emperyalizmi başlığı altında geniş bir şekilde göreceğiz; tablo inanılmaz buudlarda ve katılıkta hâlihazırda sürmektedir.

Alt Kültür: Üst kültürü geniş bir daire olarak düşündüğümüzde, alt kültür o daire içerisindeki sayısız küçük dairelerdir. Ve dil, töre ve etnik köken bakımından kendine has özelliklere sahib toplulukların kültürüdür. Türkiye’de Laz, Alevî, Yörük kültürü; Arabistan’da Bedevî kültürü; Amerika’da Kızılderili, Siyah Tenli ve Göçmen kültürü gibi… Bunların birçoğu, metropol ve kent hayatının yaygınlaşması ve yine kent hayatının “Üst Kültür” bâbında belli bir baskı oluşturması sebebiyle “folklorik” unsurlara bürünürler. Ve çoğu zaman kendiliğinden, temsil edilmediği için önce resimlerde, sonra kitablarda kaybolup giderler. Kültürel Yozlaşma ve Kültürel Asimilasyon bu yokoluşun en büyük sebebi iken, asıl mesuliyet, Kültür yaşatıcısı olarak insandadır. İnsanın çeşitli baskıları veya yaşadığı uyum problemlerini bahane ederek kültürel çözülme ve kültürel benzeşme yaşaması, alt kültürlerin kaybolması, yitip gitmesi gibi bir felaket doğurmuştur. “Kültürel bir facia” şeklinde, olan bitenin şiddetini hissettirici bir ifâde sanırız daha uygun olacaktır. Buradan, ülkemizde yaşanan “Kürt” temelli kültürel meselenin de işaretlerine gidilebilir. Hâkim olan kültür -ki Batıcı-Siyonist tek tip kültürdür- zaten Türk’ü de, Kürd’e kendi dayattığı Üst Kültürün dairesi içerisinde ve “Modern Toplum” kılıfı çerçevesinde bir Alt Kültüre dönüştürmüştür. Kültürlerin yaşanması bahsi sözkonusu olunca “kültürlerin yaşanmasını ve yaşatılmasını istemeyen zaten Batıdır” hakikati ortaya çıkar ki, bu da hem Kültür Emperyalizminin çirkin yüzünü, hem de birbirlerine yakın kültüre sahib dostların kendilerini boşa yorduklarını ve kırdıklarını gösterir.

Kültürel Asimilasyon: Asimilasyon aslında bir kültür olarak belirmez, daha çok bir metod olarak değerlendirilir. Yerine ve zamanına göre olumlu tarafları da olmakla beraber, siyaset bilimi ve hâkimiyet kurgusu açısından, hâkim unsurun kendi içindeki azınlık kültürü eritmesi ve kendine benzetmesi olarak değerlendirilmektedir. Bunun tabiî süreç içerisinde gerçekleşmesi sözkonusu olduğu gibi, iktidar veya devlet eliyle gerçekleşmesi de mümkündür. Ancak bu, iktidar-devlet eliyle yürütülmek istendiğinde daha iyimser bir kavrama-jargona bürünür: Kültürel entegrasyon. Kültürel Entegrasyon ise; bir ülkedeki etnik grupların, kendi kimliklerini koruyarak ve bir bütün oluşturarak, alt kimlikler hâlinde bir üst kimliğin altında yaşamalarıdır. Genel anlamda etnik ve diğer sınırlamalar kaldırılarak ortak bir sosyal kimlik oluşturma gayreti ile bu grupların sistemle bütünleşmesi sağlanır.

Zaman zaman kültür emperyalizmiyle karşılaştırılan ve yine tatbik edicilerin ehliyetsizlikleri ve ahmaklıkları sebebi ile “yobaz”lık çerçevesinde bir yozlaşma yolu açan bir kültür kavramı daha vardır ki o da şu: Kültürel Yozlaşma. Bu yozlaşma durumu bir müddet sonra hiçbir baskı unsuru olmadan bir “yabancılaşma” doğuruyor ki, Kültür Emperyalizminin gayesinden daha vahim sonuçlar ortaya koyabiliyor. Şöyle ki; Ramazan ve Kurban Bayramı gibi yardımlaşmayı, dayanışmayı ve eş dost arasında yakınlaşmayı, haberleşmeyi sağlayan dinî bayramların, asliyetinden uzaklaşıp tatile dönüşmesi vb. bu sınıftandır. Kısaca tarifine geçecek olursak; Kültürel Yozlaşma, “bir kültürün dışarıdan devamlı ve yoğun olarak kültürel unsurları alması ve bu unsurları kendi içinde yoğurup biçimlendirememesi sonucu, kültürel bütünlüğün bozulmasıdır.”

Ve diğer kavramlar, kısa kısa: Toplumun, kendi kültürel özelliklerini yeni kuşaklara sosyalleşme yoluyla aktarması literatürde Kültürleme olarak geçerken, farklı kültürlerin karşılıklı etkileşime girmesiyle gerçekleşen kültür alış-verişine Kültürleşme, bir kültürde ortaya çıkan maddî veya manevî kültür unsurunun dünyadaki başka kültürlere “kendiliğinden-serbestçe” yayılmasına da Kültürel Yayılma denir.

 İDEOLOJİ EMPERYALİZMİ VE KAVRAM ENFLASYONU

“Konuşuyoruz ama nece konuşuyoruz?” sualini hepimize ihtar edici böyle bir girişten sonra: “Emperyalizm, bir ülkeyi ele geçirmeden önce, orada yaşayan insanların ve kitlelerin kafalarını ve gönüllerini kazanmak ister. Güçlü ve sinsi bir propaganda ile o ülkenin sinemalarına, ekranlarına, plâklarına, kitabçı vitrinlerine sızar, milletin “millî ve mukaddes zevklerini” çökerterek kendisi gibi duymaya ve düşünmeye zorlar. Bu, o kadar ısrarla tekrarlanır ki, yavaş yavaş kitleler arasında «yabancılaşma belirtileri» ortaya çıkmaya başlar, sonra farklı «cepheler» teşekkül eder.” [11]

Kullandığımız bir çok kelime gibi Emperyalizm kelimesi de Batı kökenli ve yine çalışmamız boyunca kullanacağımız bir çok kelime de ya orijinalitesini kaybetmiş Türkçe yahud ayniyle alınmış Batı menşeli. Bulunduğumuz noktayı göstermesi bakımından dikkate değer bu görüntü YENİ BİR DİL-YENİ BİR NİZAM-YENİ BİR İNSAN davası güden YENİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ ile aşılabilir ancak. Bu çerçevede “nece konuşuyoruz?” sualinin cevabını ve çözümünü İBDA’da bulduğumuzu söylemeye ne hacet.

İnsan, kelimelerle ve imajlarla (sembollerle) düşünür. İmajlar bir iş ve isme bürünerek zihinde form kazanabilir. “Kelimeler, yazıda mânâların nakışları ve sözün resimleridir.” [12] der Büyük Doğu Mimarı. Tefekkür tarihimiz ve dünyamız bu açıdan önümüze zengin bir iklim açmaktadır. Nihayetinde, doğru düşünmek için dile hâkim olmak gerektiği gibi, doğru konuşmak için de doğru düşünmek şarttır. İçiçe ve zevke hitab eden bir aksiyon hâli… Kelimelerin, belli bir dünya görüşü süzgecinden geçerek kurgulanışı ve ifâde edilişi; üslub.. Kısmen dil ve dile malzeme olan kavramlar… Hangi dili konuşuyorsak öyle düşünmeye başlıyoruz, bilerek veya bilmeyerek. Üslub düşünmeyle mi ilgili, konuşmayla mı? Belki de her ikisiyle ama birinciyi ikinciye hâkim kılarak. O zaman doğru düşünmede ilk tezahür, üslub ve doğru üslub…

Düşünmek dille alâkalı, dil kendini besleyen imaj ve kelimelerle. Bir misâl; “İngiltere’de ilk eğitimden geçen çocukların kitablarında 71.000, İtalya’da 33.000 kelime var. Türkiye’de ise, ilk eğitim seferberliği için hazırlanan kitablarda 7000 kelime.” Üniversite seviyesine gelindiğinde, 7000 kelimenin 600-700 kadarı ile düşünülmekte ve konuşulmakta. Hâl böyle olunca, “düşünen insan” profiline ancak hastahâneler önünde rastlamak ve onu da tebessümle karşılamak mümkün. İleride temas edeceğiz, dönelim kavram emperyalizmine.

Çağdaşlaşma, Uygarlaşma, Küreselleşme, Dünyayı Medenîleştirme, Hümanizm, Demokratikleşme, Modernleşme, Dinlerarası-Medeniyetlerarası-Kültürlerarası Diyalog, Daha Fazla Demokrasi, Globalleşme, Medeniyetler İttifakı, Avrupalılaşma, Batılılaşma, Liberalizm, Sosyalizm, Post Modernizm vs. nüans farklılıkları olmakla beraber, hepsi aynı mânâya sahib aslında. Görüntü ve ses olarak farklı formlarda arzı endam ediyor olabilirler, ancak hangisiyle düşünürseniz düşünün ve yine bu kavramları “gaye-dil” çerçevesinde kullanarak hangi meseleye yaklaşırsanız yaklaşın, “emperyalist” dilin tuzağına düşmüş, onun düşünce iklimine girmiş ve onun istediği gibi düşünme faaliyetinde bulunmuş olursunuz. Bu ise meseleyi çıkmaza sürükleyip tekrar etmekten başka bir şeye yaramamaktadır. Fikir farklı formlara bürünse de bir nevi ‘gömlek’ değiştirse de evirip-çevirip labirent gibi aynı adresi göstermekte ve aynı mânâyı ihtiva etmektedir.

Rahmetli Ömer Lütfü Mete’nin tesbitiyle: “Bu ideoloji, köle olduklarını hissettirmeden milyonlarca insanı bir avuç Küresel Karun için köleleştirmektir. Esasen buna ideoloji değil, şeytanın dini demek gerekir. Klasik kapitalizmin bugünkü uzantıları veya uluslararası kapitalizmin devleri de, Küresel Karunlar dediğim bu “Para tanrıları” için “Peygamber” görevi görürler.(…) Biz buna eskiden sadece “Kapitalizm” diyorduk, sonra “Yeni liberalizm” demeye başladık. Daha sonra da “Küreselleşme” deyimi öne çıktı. Dün bunun adı “Kolonocilik” idi. Sonra Emperyalizm, sonra Kapitalizm, sonra Uluslar arası Kapitalizm, sonra Yeni Liberalizm oldu… Şimdiki durakta da ismi “Küreselleşme”…” [13]

Son üç yüz yıl bu açıdan tam bir ideoloji enflasyonunun yaşandığı bir dönem oldu. Elbette bunun kaynağı ve örgütlü bir şekilde yürütülmesini sağlayanlar, 18. yüzyıl “Aydınlanma Çağı”nın fikir ve siyaset adamları, tüccar ve bilim insanlarıydı. Misâller:

Liberalizm, İngiltere’de J. Locke (1632-1704), Amerika’da James Madison (1751-1836) ve Thomas Jefferson (1743-1826) ile özdeşlemişti. 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarının siyasî iktisatçılarından “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” serbestiyet anlayışının sahibi Adam Smith (1723-1790) ve David Ricardo (1770-1823) gibi düşünürlerin etkisi hâlihazırda bile sürmektedir. Yine 17. yüzyıl İngiliz Devrimi ve 18. yüzyılın sonlarında vuku bulan Amerikan ve Fransız Devrimi, “Liberal” kelimesi siyasî olarak kullanılmamasına rağmen, kolayca farkedilebilen Liberal unsurlar barındırıyordu. Pragmatizm, Sosyal Darwinizm, Sosyal Liberalizm, Keynescilik, Faydacılık, Neoliberalizm vs hepsi, birbirinin eksiğini giderici mânâda aynı evin dışarıya bakan farklı pencereleri. Aslolan sermaye ve üretim-tüketim ağı…

Muhafazakârlık ideolojisi ise, 18. yüzyıldan itibaren, 1789 Fransız Devrimi’ne, onun getirdiği yeni ilkelere, yaptığı değişimlere karşı muhalefeti ifâde ediyordu. Ancak, kavram olarak 19. yüzyılda kullanılmaya ve sistem olarak işlenmeye başlanmıştır. Daha sonra çeşitli türevleri ortaya çıktı Otoriter, Paternalistik, Liberteryen Muhafazakârlık ve Yeni Sağ gibi.

Sosyalizm’e gelince, kelime ilk olarak 1827 yılında Britanya’da Co-operative Magazine’in bir sayısında kullanılmıştır. 1830’ların başına kadar, Fransa’da Saint-Simon’un (1760-1825) ve Britanya’da Robert Owen’in takipçileri, inançlarına sosyalizm olarak gönderme yapıyorlardı. Sosyalizm, endüstriyel kapitalizmin gelişmesiyle Avrupa’da meydana gelen sosyal ve ekonomik şartlara karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Marksizm, Sosyal Demokrasi, Komünizm, Etik Sosyalizm, Revizyonist vs. içeride farklı şekilde görünmeler, ideoloji enflasyonuna bu cebheden katkı.

Milliyetçilik fikri Fransız ihtilâlinde doğdu. Terim olarak “Milliyetçilik” ise, basına yansımış hâliyle ilk defa olarak, Jakobenlere [14] karşı olan Augustin Barruel tarafından kullanıldı. Fransız İhtilâli öncesine kadar ülkeler; “hâkimiyet alanları (realms)”, “prenslikler”, yahud “krallıklar” olarak bilinmekteydi. Ülkenin sâkinleri siyasî kimlik olarak millî kimlikleri yerine yöneticiye bağlı değerlendirilen “teb’alar”dı. [15] Milyonlarca kişinin ölümü ve imparatorlukların yıkılıp küçücük (kolay idare edilebilir) pozisyona getirilmesi gibi etkisi yüksek ve acılı sonuçları oldu. Faşizmin sistemli çapta yükselişi ve Mussolini ile devlet ideolojisi hâline gelişi ise kayda değer bir milliyetçilik faciasıydı.

Feminizm’i de, genel olarak, “kadın-erkek ayrımcılığına karşı çıkarak, cinsler arasında siyasî, ekonomik ve içtimaî eşitliği savunan görüş” şeklinde tarif etmek mümkündür. Lady Mary Montagu ve Marquis de Condorcet gibi yazar ve düşünürlerin de içinde yer aldığı “Aydınlanma Çağı”, ilk Feminist işaretleri barındırmaktadır. “Aydınlanma Çağı”nın diğer görüşlerindeki Âhiretsiz-DEİST hayat tarzı fikri ve pratiği burada da ayniyle vâkidir.

Feminist denilebilecek ilk eseri, “Kadın Hakları Müdafaası (1792)” ile Mary Wollstonecraft adlı İngiliz kadın yazar vermiştir. Ve Fransız Devrimini takiben Olympe de Gouges, “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni yazmıştır.

O güne kadar, Batıda kadınla hayvan neredeyse bir tutuluyordu. Kilise baskısının en şiddetli pratiği, “cadı avı” döneminde olduğu gibi kadına yöneliyordu. Bu şiddet ve nefretin getirdiği başkaldırı ile “masum” gibi görünen bu ilk hareketler, sonraları bir istismarcının elinden kurtulup başka bir istismarcının eline düşmek gibi bir handikap doğurdu. Ama artık iş işten geçmiş, “Yeni Dünya Düzeni” Elitlerinin oluşturmak istediği âhiretsiz deist hayat tarzına uygun fikrî, siyasî ve içtimaî ortam oluşmuştu.

Önceleri “eşitlik” diye başlayan bu anlayış, zamanla, aile kurumunun ve evliliğin reddine, çocuk sahibi olmanın ve anneliğin gereksiz bir yük olduğu iddiasına, fıtraten erkeğin müsait olduğu iş alanlarında çalışmaya, hattâ erkek düşmanlığına ve “cinsiyet ayrımcılığı”na kadar götürülmüştür. Ve “pazara gel“ hesabı, bir uçtan bir uca her türden kafayı avlama adına sayısız kategoride feminizm çeşidi doğmuştur:

Eşitlikçi Feminizm, Bireyci Feminizm, Liberal Feminizm… Kadını merkez alarak ortaya çıkan; Kültürel Feminizm, Cinsiyet Feminizm, Pop Feminizm, Radikal Feminizm… Baskının ataerkil olduğunu kabul ederek ortaya çıkanlar; Anarko Feminizm, Fransız Feminizmi, Seks Radikal Feminizm… Baskının kapitalizmden kaynaklandığını kabul edenler; Marksist Feminizm, Sosyalist Feminizm… Cinsiyet ayrımcılığını ön plâna çıkaranlar; Lezbiyen Feminizm ve Ayrılıkçı Feminizm… Bunların dışında Siyah Feminizm (Black Feminism), Kadıncılık (Womanism)..

Küçük bir hatırlatma; son dönemde Diyanet’te başlayan bir hadis ayıklama ve âyetleri revize etme projesi var, özellikle kadınla ilgi olanları. Türkiye “Feminen” ve “Feminist”lerinin Allah’a ve Resulüne meydan okuyucu bu tavrı karşısında, güya “Din Büyüğü” zâtın birden Luther kesilmesi, içten içe “şübheyi” artırmaktadır. “Feminist bir Teoloji” oluşturma gayreti, hem dini, hem aileyi ve hem de fıtratı paramparça etmek gibi şeytanî bir gaye taşır. Feminist Teoloji; dinlerin mevcut yapısını gerekirse bozarak, gelenekleri, kutsal metinleri, hadis ve sünnetleri feminist bir bakış açısıyla yorumlamak demek.

“Kavram Emperyalizmi”ne diğer yönleriyle devam edelim.

Kavram Emperyalizminde, “aşağılama” anlamlı sayısız kelime de insanların düşüncelerine bir şekilde telkin, teklif ve “ikram” edilir. Bunlardan birkaçı: Az Gelişmiş Ülkeler, Üçüncü Dünya Ülkeleri, Kara Afrika, Yoksul ve Aç Ülkeler, Gerici-İrticaî Toplumlar, Feodal Toplumlar, İlkel Toplumlar, Gelişimini Tamamlamamış Ülkeler, Gelişmekte Olan Ülkeler, Modern Şuura Sahib Olamamış Ülkeler, Açık ve Kapalı Toplumlar, Demokratik Toplumlar, Karşı Kültür-Anti Kültür-Çağdaş Kültür vs.

Burada gaye, bir kavram çeşitliliği oluşturmak yahud kavram kargaşalığı meydana getirmek değildir. Dikkat edildiğinde rahatlıkla görülecektir ki, hedef alınan milletin veya toplumun ortak dil hafızasına ne kadar çok yeni kavram yerleştirirse, bir müddet sonra önceki kavramlar yâni o milletin kendi öz kültürüne ve hafızasına ait kavramlar “kendiliğinden” tecrid edilmiş, çıkarılmış, hattâ anlaşılmaz ifâdelere bürünüp gündem dışı, modern olmayan, gerici, ilkel, kısaca “eski zamanların dili” derekesine düşürülmüş olur.

Ve yine “Kültür Emperyalizmi” çerçevesindeki literatürde geçen “askerî emperyalizm, siyasî emperyalizm, ticarî emperyalizm” gibi kavramlar, mevzuyu anlaşılır kılmaktan ziyâde, kültürel sömürü için “seçmece” mantığını da oluşturabilmektedir.

Bütün bu kavramlar ve düşünce tarzına muhatab olan kitleler, Batı karşısında kendisini hep aşağı ve geri görmekte, “modernleşmiş olmama” gibi ipe sapa gelmez tâbir ve tavırların esiri olmaktan kurtulamamaktadır. Bir müddet sonra da, bu aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için Batının teklif ettiği “tüketim ağına” dahil olma ihtiyacı duymakta, kendi kültürünü ve hayat alanını değiştirerek “yeni bir forma” bürünmek istemektedir. Bu değişimin “modernleşme” olarak algılanması için, mevcut hareketlilik ve bu yöndeki “en adi iş bile” takdir edilmekte, yüceltilmekte ve “kültür mühendisleri” tanımlamasına uygun örgütlerce plânlı ve programlı olarak sınıflandırılıp, toplum tedricî olarak “deforme” edilmektedir.

Popüler Kültür, Kitle Kültürü, Hâkim Kültür, Yüksek Kültür, Pop Kültür, Genel Kültür, Altyapı-Üstyapı vb. envai çeşit eski-yeni kavram ve bunlar etrafında dönen siyasî-fikrî tartışma, birçok bakımdan ve özellikle de köken itibariyle, âhiretsiz deist bir hayat tarzını dayatan “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin milletin zihnine saldığı, mesele çözmekten çok meseleyi gevelemeyi sağlayan, mânâsı ve fonksiyonu itibariyle çoğu birbirinin aynı kelime ve kavramlardır. Muhatab olunan problemler gerçek, lâkin yaklaşılan dil “sanal”dır.

Daha çok felsefe ve hikemiyâtın ilgi alanlarından olan metafizik dünyayı izahta ve anlamakta kullanılan kavramlar ise, hem köksüz, hem uydurukça, hem de mânâ vurgusu veya anlam kurgusu zayıf olduğu için mücerredi anlama veya ifâde etmede dehşetengiz bir “olamayış” yaşatmaktadır. Tinsel (Manevî), ussal (aklî), soyut (mücerred), somut (müşahhas), teoloji (ilâhiyat), anıklık (istidat, kabiliyet, ehliyet, muvafakat), algı (idrâk, şuur), amoral (ahlâkî olmayan), özdeksizcilik (gayri maddîye), kuram (teori?), koşut (şart), istenç (arzu) ve belirlenimcilik, nedensellik, tarihsicilik vs. gibi -bazıları hepten sayıklama nevinden- kavramlarla kurulan cümleler veya önermeler, fikir ve aksiyon açısından hem cazibesini yitirmiş, hem de içi boş ve mânâsız hâle bürünmüş olmaktadır. Kelimelerin sırf lügat mânâları veya sırf ıstılah-terim mânâları yoktur. Onların aynı zamanda kültür tarihi içerisinde kazandığı, bir makam edindiği ve kendisiyle birlikte sürüklediği bir mânâ dünyası, bağlantıları ve birikimi vardır. Kelimelerin harflerinin bazen birinin bile değiştirilmesiyle öylesine müthiş bir içtimaî ve mücerred bir cinayet ortaya çıkar ki, bu facia ve akan kan ancak yıllar sonra fark edilir ve yeniden imarı ise yıkması kadar kolay değildir, neredeyse “imkânsızdır” bile denilebilir…

Hadiseler misâlimizdeki kadar basit değil. Tarihçisinden edebiyat, fizik, kimya, felsefe, ilâhiyat dersleri veren akademisyenlere kadar; en basit yazar-çizerden isminin başına prof benzeri bilmem kaç unvan getirmiş aydınlara kadar; yine siyasetin üslub olduğunu bilmeden ve yine kullandığı siyasî üslubun Batı düşünce ve faaliyet tarzına ait olduğunu anlamadan, ticaretten hukuka, sağlıktan eğitime hangi meseleye el atarsa atsın “sahibinin sesi” durumuna düştüğünü anlamayan siyasetçiler dahil hepsi, “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin “biraz Roma, biraz Tevrat, biraz Mitoloji, biraz Hint-Çin Mistisizmi” katarak elde ettiği “aşure”siyle çözüm üretmeye davrandığını görmeyen, “zihinleri iptal” dâvasının hem mümessilleri hem kurbanlarıdır. Dolayısıyla İBDA’nın, hem kendine saldıranı kurtarmak, hem de kendine saldırandan korunmak gibi bir duruşu sözkonusu. Mimarının hâli bunun en güzel isbatı…

“Mutlak Fikir”den beslenmeyen ideoloji ve kavramlar, insanlığın ortak hafızasının, kültür birikiminin, entellektüel duygu ve varoluş şiarının içinin boşaltılmasında ve aradan tek bir yüzyıl bile geçmeden bir önceki neslin veya daha önceki nesillerin dilinin, kültürünün, sanat eserlerinin antik bir nesne veya vakıa muamelesi görmesinde oldukça tesir sahibidir.

Olan bitene Müslüman açısından, İslam coğrafyası perspektifinden bakacak olursak, ideoloji enflasyonu ve kavram emperyalizmiyle varılmak istenen gayenin şu olduğu görünüyor: İnsanlar kendilerini müslüman sanmalı ama iş yaşamaya gelince, İslâm dışı ve Batı tarzı bir hayat sürmeli. Bir nevi, Allah’ı kalblere mahkûm etmiş Hıristiyanlar gibi yaşamalı ve Hıristiyanlar gibi düşünmeli, hattâ Allah Resulü’nün zuhurundan sonra devam eden Hıristiyanlığın mensublarının cennete gideceğine bile inanacak kadar ahmak olmalı ama bu hoşgörü ile süslenmeli… Sonra, inandığı dinde reform istemeli, bazı yerlerini “ağır” ve haşa eksik veya fazla bulmalı, hadislerin “çağdaş’” olmayanlarını elemeli, dini yeniden tanzim etmeli vs… Kısaca, Yeni Dünya Düzeninin “İnsanlık Dini” dediği Hıristiyan-Yahudi sosu dökülmüş Protestanlık benzeri bir kültürün yaşatıcısı olmalı…

Ve İBDA’nın kelime ve kavram zenginliği, mânâ ve muhtevâda derin fikri, güçlü ve etkin ideolojisi, sanatçı ruhiyatıyla bezeli aksiyonu, sayılar ve kelimeler arası büyük âhengi ve sadece külliyat boyunca 500 binin üzerinde “kelime-kavram”la düşünme, konuşma ve ideolojik formasyonu örneklendirme süreci, hepsi Mücerred Fikir İstidadı sahibinin “Mutlak Fikrin” iktidarını yaşanabilir kılma mücadelesinin parçasıdır.

“Araştırmacı-yazar Aytunç Altındal’ın şu sıralar hakkında bir kitab kaleme aldığını söylediği TAVISTOCK yapılanmasının dünya toplumlarını “kontrol ve yönlendirmek” için kullandığı başlıca metod, katıldığı televizyon programlarında Altındal’ın ifâde ettiği şekliyle şu:

 – «Fizikteki entropi kanununu dünya kontrolüne tatbik ediyorlar… İlk olarak bir toplumun gündelik hayatında kullandığı KELİME SAYISI’nı tesbit ediyor ve hemen ardından, birkaç yüz kelimelik lûgatçeden ibaret o “cılız kültür” yapısına karşı, sahib oldukları 600.000 kelimelik kendi “zengin kültür” yapılarıyla taarruza geçiyorlar!.. Tabiî, birkaç yüz kelimeyle buna direnmek mümkün değil!..»

Bir diğer ifâdeyle, 600.000 kelimelik veya sembollük “kültürel bir kafes” tarzında çepeçevre insanlığın etrafına örülen bu “kültürel ağ”ın iplikleri veya zincirleri, Batı’nın kendi kültür ve medeniyet köklerine göre yapılandırdığı tüm “modern bilim” dallarından tarihe, felsefeden teknolojiye, dinden mitolojiye, sanattan siyasete, ahlâktan eğlenceye, basından eğitime, tıbtan spora, artık aklınıza gelebilecek her sahada sımsıkı dokunarak, bu ZİHİN KONTROLCÜ VE YÖNLENDİRMECİLERİ tarafından üzerimize atılıyor.” [16]

     Peki, Yeni Dünya Düzeni elitlerinin bu çapta geniş ve uzun vadeli çalışmasının sebebi nedir? Sadece sömürü olamaz herhâlde. Kendilerini “seçilmiş” ve kutsal olarak gören bu insanlar, “tanrılığa-ilahlığa” soyunuyorlar. Ve öyle sıradan vasat bir iddia yahud fantezi kurgusu olarak değil… Her alanda bunun izini, etkisini, baskısını, ölümcül sonuçlarını ve çatışmasını zaten görüyoruz, görmekteyiz. O hâlde, gayeleri “tanrılık” taslamak olan elitlerin bu gayelerine ulaşmak için hedefledikleri ne? Tek din, tek dil, tek ordu, tek hukuk sistemi, tek iktisadî sistem, tek kültür, tek ahlâk vs… Özellikle “Aydınlanma Çağı!” döneminden sonraya baktığımızda, bu işin son sürat devam ettiğini ama son 20-25 yıldır tökezlemeye başladığını görüyoruz. Sebebi ayrıca tartışılacak bir mevzu.

TEK DİL VE TEK KÜLTÜR; DİL EMPERYALİZMİ

Merkezde bir dil var: İncil dili; İngilizce. İncil’e inananların veya o kültürden beslenenlerin İncil’ce konuşma dilini ifâde eden İngilizce… İncil’den beslenen bir dil ve bunu acelecilik edip “lügat” düzeyinde değerlendirenler, filoloji ilmine ve yine yazımız içerisinde “Kültür ve Dil” başlığı altında yazılanlara müracaat etmeliler. Kültür ve dil içiçe; İngilizce “İncil Kültürü”, Osmanlıca “Osmanlı Kültürü” gibi… Ancak bu merkez dilin etrafında halkalanan ideolojik bir yapı ve örgüt, bu dili “orijinal iç yapısını bozmadan” kendi dünya görüşleri, idealleri doğrultusunda beslemekte, zenginleştirmekte ve bu hâliyle dünya geneline empoze etmektedir. Dünya üzerinde ülke bazında en çok konuşulan ve resmî dil olarak kabul gören dil İngilizcedir. Fransızca ve Arabça da yine birçok ülkede konuşulmaktadır ama İngilizcenin yeri oldukça farklıdır. 20. yüzyılın başlarında Fransızca, İngilizce benzeri bir iddiaya sahibse de yüzyılın ortalarına doğru gücünü ve etkisini kaybetmiştir. Arabça, hâlihazırda sadece Arab ülkelerinde resmî olarak kullanılmaktadır ki bu da hâliyle normal. Ülkelerin çok sayıda olması ise malûm olduğu üzere “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin önceki yüzyılda neredeyse cetvelle çizdikleri ve “böl-parçala-yönet” stratejisi çerçevesinde sömürdükleri ülkeler olmasındandır. Bugün resmî dili İngilizce olan yahud resmî dilleri arasında İngilizce bulunan ülkelerin hemen hemen tamamı, Birleşik Krallık’ın şu ânki yahud eski kolonisi veya sömürgesi.

Öte yandan Roger Garaudy’nin deyişiyle “Hıristiyanlığın ortaya çıkışından beri, ardından da yanlış bir şekilde “humanités/insaniyetlikler” diye adlandırılan “Lâtin ve Grek edebiyatlarının incelenmesi” adına, okullarda Lâtincenin bilinmesi Batı kültürünün mihenk taşı yapılmıştır. Hâlbuki kültür sahasında Romalılar, büyük ihtimalle bize Eski Çağ’ın hiçbir şey getirmemiş tek milletidir.” [17]

Tek kültür, tek dil, tek ideoloji dayatmacılarının daralttıkları ufuk öncelikli olarak Batıdadır ve ilk kurbanları da Batılılardır. Burası özellikle dikkatten kaçmakta yada kaçırılmaktadır. Âhiretsiz “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin modellediği, androidleştirdiği, zihinlerini dumura uğrattığı ilk insan toplulukları Batılılardır. Ve ondan sonradır ki, oluşturdukları bu kadarı ile topyekûn dünya iktidarına, milletlerin ortak hafızasına ve onları ayakta, hayatta ve bir arada tutan mücerred fikir ve duygulara saldırdılar. Bunun için başvurdukları vasıtaların başında öncelikle “Kültür Emperyalizmi” ve ona anahtar hüviyetinde “Dil Emperyalizmi” gelmektedir.

“Dil emperyalizmi” bahsinde öne çıkan ve bu bakımdan en büyük emperyalist ve kültür imhacısı ilân edilen İngiltere’nin sabıkası son derece kabarık ve kirlidir. Okulların kapatılmasından kütübhânelerdeki değerli elyazması kitabların gemilerle taşınmasına, on binlerce meslek sahibi sanatkâr ve zanaatkârın ellerinin bilekten kesilmesinden konuşma dili olarak İngilizcenin dayatılmasına, işgal veya nüfûz ettikleri bölgelerin insanlarının dinlerinin aşağılanıp kutsal eser, değer ve varlıklarının yağmalanıp değersizleştirilmesine, din veya ilim adamlarının itibarsızlaştırılarak insanların fikirsiz ve rehbersiz başıboş kalmasının sağlanmasına kadar sayısız insanlık suçunun sahibidir İngiltere. Biz sadece “Dil Emperyalizmi”nden bahsedelim ve bu arada hatırlatalım: İnka ve Mayaların dili, birçok Kızılderili kabilesinin dili, Afrika’da onlarca ülkenin kendi orijinal dili artık yok… Sağda solda “arkeolojik kayıtlar” olarak arzı endam etmesinin dışında bilen-konuşan da yok. “İblisin Orduları”, deccaliyet fikrine uygun olarak yeryüzünün kültür hafızasını imha etmekle kalmadıkları gibi, ondan geride kalan izleri silmek adına, nesillerin zihinlerine kendi dünya görüşlerini ve “sömürülen insana layık görülen” kendi fikirlerini de aktardılar. Birçok nesil böyle yetişti, hâlâ da devam ediyor bu süreç.

İngilizceden en çok muzdarib olanlardan biri de, “Oryantalizm” ve “Kültür ve Emperyalizm” adlı eserleriyle ilim dünyasında hatırı sayılır bir iz bırakan Edward Said’dir. Akademisyen Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya, Said’i ele aldığı makalesinde, onun İngilizce macerasını şöyle anlatır: “Gençlik yıllarını, sığınmacı olarak yaşadığı Mısır’da geçirdi. İlköğrenimini, İngilizlerin Britanya’yla tabiî bağları bulunan bir Arab nesli yetiştirmek amacıyla açtığı elit sömürge okullarında gördü. Onun Ortadoğu’daki son okulu, Kahire’deki Victoria Koleji oldu. Sömürgecilerin (İngilizlerin) yönetimi kendilerine devredecekleri yönetici sınıfa mensup Arablara ve Levantenlere eğitim vermek maksadıyla açtıkları bu okul, çok renkli ve farklı öğrencilere mekanlık yapmıştır. Said, bu okulda sonraları Ürdün Kralı olacak olan Hüseyin ve birçok bakan, başbakan ve başarılı işadamı konumlarına gelecek olan Ürdünlü, Mısırlı, Suriyeli ve Suudi erkek öğrenciyle arkadaş olmuştur. Kendisinin anlattığına göre, okulun baş gözetmeni ve baş işkencecisi olan, sinemanın Hollywood’da zirveye ulaşmış tek Ortadoğulusu olan Ömer Şerif (Michel Shalhoub) de, onun okulunun parlak öğrencilerinden birisidir.” [18]

İlk dönem yabancı okullarının açtığı kanalda, İslam coğrafyasındaki ortak akıl ve hafızadan Mücerret Fikrin nasıl silindiğinin izi üzerindeyiz. Necdet Sevinç’in “Ajan Okulları” diye adlandırdığı, değerli araştırmacı Halit Ertuğrul’un “Kültürümüzü Etkileyen Okullar” diye işaretlediği, Oktay Sinanoğlu’nun çığlıklar atarak “Eğitim dili İngilizce olamaz” dediği ve Edward Said’in yabancı dili öğrenirken hep kendini “yabancı-aşağılanmış” hissettiği Dil Emperyalizmi, daha açıkçası dil terörünün peşindeyiz.

Yabancı okullar sadece İslâm coğrafyasında değil, Batının elinin ulaştığı her yerde kuruldu. Amaç belliydi; efendi köle ilişkisini düzene koyacak bir nesil yetiştirmek ve yine bu neslin geçmişle ilgisini koparmak. Osmanlı coğrafyasında ise, 1730’larla başlayan, 1839 Tanzimat Fermanı ile büsbütün rayından çıkan bu süreçte, Fransız, İngiliz ve İtalyan okulları açıktan açığa kültürel dokuyu bozuyor ve sosyal yapı üzerinde tamiri olmaz yaralar açıyordu. 1787’den itibaren, bu furyaya bağımsızlığını ilân eden Amerika da katılınca, İslâm coğrafyası “fikren ve ilmen” neredeyse kuşatılmış durumdaydı. Cumhuriyet döneminden önce “azınlık okulları” sayısı 667 ve öğrenci sayısı da 74 bindir; ve yine azınlık okullarından farklı olarak 715 adet olan “yabancı okul”da öğrenci sayısı 96 bindir. [19] Her ikisinde toplam öğrenci sayısı 170.000’i bulmaktadır ki, o dönem nüfusu için oldukça yüksek bir rakamdır bu. Yine bu okullardan Amerika 465, İngiltere 83, Fransa 72, Rusya 44, İtalya 24, Almanya 7, İran 3 gibi bir sayıya sahibtirler. [20] Okulların nerelerde açılmış olabileceğini tahmin etmişsinizdir belki; I. Dünya Savaşı sonrası işgal edilen bölgeler, bu okulların açılmış oldukları bölgelerdir aynı zamanda. Bu okulların, işgal dışında farklı bir amaçları daha vardı; kültürel imha sürecini başlatmak…

Halit Ertuğrul, bu okulların açılış amacını ifâde ederken şöyle bir tesbitte bulunuyor: “Azınlık ve yabancılar, açtıkları okullar kanalıyla, Türk kültür ve siyasî hayatını istedikleri değişikliğe hazırlayacak eleman yetiştirilmesini, çok ulvî bir amaç olarak görmüşlerdir. Bunun için, azınlık ve yabancı okullardan mezun olan öğrencilerin, eğitim, kültür, ekonomi, bürokrasi, siyaset ve diplomasi alanlarında görev almaları dikkat çekmiştir.” [21]

Okulların amacı buyken, bu okullardan mezun olan herkesin amacı aynı değildi. Ve aynı tornadan çıkmış gibi ses vermediler. Hattâ zaman zaman, okuduğu okulların pozisyonunu reddeden ve eleştirenler bile oldu. Ama asıl acı olan, büyük çoğunluğun, Batının hedeflediği “Kültür Emperyalizmi”ne zemin hazırlayıcı, taşıyıcı ve rol modeli olucu hâle bürünmeleridir.

Bir fikir vermesi açısından, birkaç okul ve mezun olanların mevkii;

İslâm ve Osmanlı düşmanlığıyla matuf, bir dönem milletvekili de olmuş politikacı Halide Edip Adıvar, Robert Koleji; meşhur politikacı Rıza Tevfik Bölükbaşı, Musevi Okulu; çeşitli dönemlerde başbakanlık ve milletvekilliği yapmış Rahşan ve Bülent Ecevit’ler, Robert Koleji; bir dönemin Başbakanı Nihat Erim, Galatasaray Lisesi; Sadrazam Mehmet Fuat Keçecizade, Galatasaray Lisesi; Mesut Yılmaz, Avusturya Lisesi; politikacı ve yazar, İnönü’nün damadı Metin Toker, Robert Koleji; 3. ve 4. dönemlerde milletvekilliği yapmış Münip Boyacı, Ermeni Okulu, 1946 seçimlerinde milletvekilliği yapmış siyasetçi Vasıl Konas, Rum Lisesi; 10. dönem milletvekili Hanri Soriono, Musevi Okulu; dil tahribatı uzmanı yazar Nurullah Ataç, Galatasaray Lisesi; bir dönem yazdığı romanlarla Batı hayat tarzını kalblere yerleştirmeye gayret eden romancı Kerime Nadir, Robert Koleji; ve son olarak ülkemizin sayılı zenginlerinden Rahmi Koç, Halis Komili, Mehmet Emin Karamehmet, Hüsnü Özyeğin, Ömer Dinçkök, Ata Mermerci, Şükrü Eczacıbaşı, Nejat Eczacıbaşı, Robert Koleji.

Bu okullara gidenlerin büyük bir kısmı, nedense, ilerleyen zamanda hepsi üst seviye siyasetçi, sanayici, bürokrat, yazar, çizer ve aydın takımdan olmuş! Yukarıda, sayıları binlerce olan ve sadece içlerinden seçtiğimiz birkaç ismi görmektesiniz. Üstelik Osmanlı dönemine fazlaca temas etmiş değiliz… Bu kadarı bile durumun vehâmetini gözler önüne sermeye yeterli. Zira yabancı okullarda okuyan öğrenciler, sadece yabancı dil öğrenmiş olmaz, bu dille birlikte kendilerine aynı zamanda ilgili ülkenin dini, dünya görüşü, ideolojisi, örf ve âdetleri, zevkleri, alışkanlıkları, tarih ve edebiyatları da öğretilir. Benimsetmenin dışında, Batıya olan nefretin giderilmesi, kendi kültürüne yabancılaşılması ve “Yeni Dünya Düzeni” ideologlarının misyon ve fikirlerine uygun hâle getirilmesi de sağlanır.

Batının bu meyandaki emperyalist düşüncelerini, Sartre’ın, Frantz Fanon’a ait “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına yazdığı önsözden takib edersek: “Amsterdam, Paris, Londra gibi ülkelere birkaç aylığına bir kısım Asyalı ve Avrupalı gençleri getirip, gezdirecek; giyim kuşamlarını değiştirecek, biraz lisan, biraz da Batı kültürü verdikten sonra, kendi hars ve manevî değerlerinden uzaklaştırarak yeniden ülkelerine göndereceğiz. Artık bizim borazanlarımız hâline gelen bu gençler, gittikleri ülkelerde bizim düşündüğümüz gibi düşünecek ve bizim söylediklerimizi haykıracaklardır.” [22]

Bir başka misâlle devam edelim: “Cezayir örneği, kültürel etkisi açısından son derece korkunçtu. Fransa tarafından resmen ilhak edilen Cezayir’in verimli topraklarına on binlerce Avrupalı yerleşmişti. Sömürgeci otoritelerle yakın ilişkiler içerisinde bulunan Cezayirlilerden oluşmuş, Fransızca konuşan, tamamen yeni bir idari seçkinler sınıfı doğmuştu. Dünya görüşleri çoğunlukla Fransız kültürünün unsurlarını barındırmaya başlayan bu seçkinler yavaş yavaş ülkenin Arab köklerinden uzaklaşıyorlardı. Bunlar, sonunda, toplumun içine yerleştirilmiş saatli bir bomba hâline geleceklerdi.” [23]

“Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin, her geçen zaman diliminde, bu uzun soluklu çalışmalarını ve kendi örgütleniş biçimlerini zenginleştirdiğini, kabul edilebilir pozisyonlarda sürekli güncellediğini ayrıca söylemeye gerek yok. Nihayetinde Doğu ve Batı arasındaki amansız kültür savaşı durmaksızın sürmektedir. “Işık Doğudan Yükselir” veciz sözüne binaen, Doğu aydınlatmaya, Batı batırmaya memur.

Diğer taraftan, hâdisenin bir bu bize bakan cebhesi, bir de bunun kıta olarak Amerika ve Afrika’ya, aynı şekilde Kürdistan, Azerbaycan, Ortadoğu, Hindistan, Çin, Japonya ve diğer Türk devletlerinin sözkonusu olduğu Asya cebhesi var.

Asya bölgesindeki Türkler, özellikle Rus hâkimiyetinde kalan Kırgızlar, Türkmenler, Türkistanlılar, Azerbaycanlılar vs. işgale uğradıkları tarihten itibaren, kullandıkları kendi dilleriyle bütünleştirdikleri Kur’an alfabesi değiştirilerek Latin alfabesine geçirilmiştir. Resmî tarih 1926’yı göstermektedir. Hattâ Türkiye Latin Alfabesine geçtiğinde, daha doğrusu geçirildiğinde, bu defa Rusya sınırları içerisindeki Müslüman toplulukların alfabeleri Rus Alfabesi Kiril’e çevrilmiştir. “Rus Oryantalistleri” diyebileceğimiz Türkolog, Kürdolog ve diğerleri vesilesiyle, “antropolojik, etimolojik, sosyolojik” incelemeler gerçekleştirilmiş, uzun bir çalışmanın ürünü olan eserler ve lügatler aracılığı ile “kavramlar” üzerinde gelişigüzel geçişler yapılmış, lehçelerin statüsü arttırılarak muhtevâsı zenginleştirilmiş ve böylece daha önce birbirlerini “küçük farklılıklarla” anlayarak konuşan insanlar artık birbirlerini anlayamaz hâle getirilmiştir.

Bu uygulamanın aynısı Kürtler için de geçerlidir. Ermenistan’da ve o dönem özerk bir cumhuriyet olan Kızıl Kürdistan’da ilk dönem alfabe Latin Alfabesi iken, hattâ Ermenistan’da Arami alfabesi iken, 1940’larla birlikte Kiril alfabesine geçilmiştir. Kürdistan coğrafyasında ise, Suriye ve Irak’ta orijinal Kürt Etimolojisi ile bütünleşmiş Kur’an alfabesi, Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte gerçekleştirilen “Harf Devrimi” neticesi Latin Alfabesi, İran’da Fars, Ermenistan ve Rusya’da Kiril Alfabesi…

Ve büyük bir kısmı Arabça konuşan Ortadoğu.. Arabça’nın zihinden silinmesi için yine özel gayretler sözkonusu; ya büsbütün iptal (Birleşik Arab Emirlikleri’nde hiç Arabça bilmeseniz bile İngilizceyle kolayca yaşayabilirsiniz meselâ) yahud pespayeleştirmek… Büsbütün iptale, gelen tepkiler engel, kalan yol ise pespayeleştirmek. Bu da, misyonerlerin ve sömürgeci iktidarların genel uygulaması olarak, mahallî halk dillerinin veya lehçelerinin yaygınlaşmasını sağlamak ve geliştirmekle mümkün. “Eğer Misyonerler ve Emperyalistler Arabları Halk Diliyle yazmaya kadar götürürlerse, o zaman her ülkenin kendine özgü bir dili hattâ birkaç dili olurdu.” [24] Gayesi bu olan faaliyet neticesini vermiştir: Ortadoğu’daki birçok ülkenin hepsi Arabça! konuşuyor olmasına yahud öyle görünmesine rağmen, birbirleriyle tam anlamıyla anlaşamıyorlar ve yine geçmiş dönem eserlerine -bizdeki Osmanlıca eserlere bakış gibi- bir “anlamama”yla, bir “sadeleştirme” ihtiyacıyla yaklaşıyorlar.

Bir başka misâl, Birleşik Krallık’ın kendi içerisinden. İngilizler ve İrlandalılar iki ayrı millet. İrlandalıların dili Keltçe ve kendilerine mahsus bir kültürleri var. Buna rağmen İngilizler, 300 yıl süren işgal boyunca asimile edemediler onları. Tâ ki 1890 yılında İrlanda’daki İngiliz valisinin, kendi adamlarıyla “Yüksek Eğitim Kurulu” diye bir teşkilat kurmasına ve bu kurul kararı ile ilk-orta-lise ve yüksek tahsil eğitim dilinin İngilizce olmasına karar verinceye kadar. O güne kadar yüzde 90’ı Keltçe konuşan İrlandalıların, iki nesil sonra ancak yüzde 30’u konuşabiliyordu bu dili.

İngilizce’nin bir ülkede resmî dil olma statüsü, o ülkedeki İngilizce konuşan nüfusun sayısıyla bağlantılı değildir. Meselâ, nüfusu 1.2 milyar ve resmî dili İngilizce olan Hindistan’da, ana dili İngilizce olanların sayısı 200.000’den az ve yaklaşık 100 milyonluk bir nüfus da ikinci dil olarak konuşuyor İngilizce’yi (toplam nüfusun yüzde 10’undan az). Aynı şekilde, Nijerya’daki İngilizce konuşan nüfusun yüzdesi de çok düşük olmakla birlikte, nüfusun yüzde 60’ından fazlası, her ne kadar bir İngilizce lehçesi olmasa da İngilizce gramer yapısına benzer ve birçok İngilizce kelime ihtivâ eden Nijerya Pidgin İngilizcesi konuşuyor.” [25]

79 ülke… Milyonlarca metrekare (15,583,152) toprak üzerinde yaşayan 2 milyar (2.153) insanın bağlı olduğu devletin resmî dili İngilizce… Dikkatinizi çekebilecek birkaçı: Hindistan, Pakistan, Nijerya, Sudan, Kenya, Avustralya, Ruanda, Uganda, Güney Afrika Cumhuriyeti, Kamerun, Gana, Jamaika, Yeni Zellanda, Malta vs…

Diğer taraftan, sömürgeciliğin, hem de bilinen anlamıyla hâlen devam ettiğini söylemeye gerek var mı? Öyle ticaret veya hani geçmiş dönemi diye anlatılan türden değil. Birleşik Krallığın bugün hâlâ dünyanın büyük bir bölümüne yayılmış olan sömürge eyaletleri vardır: Man Adası, Channel Adaları, Guernsey Bailiwick Adaları, Antigua, Dominica, Saint Lucia, Saint Vincent, Bermuda, Cayman Adaları, Gilbert Adaları, İngiliz Hint Okyanusu Toprakları, Pitcairn Adaları, Hong-Kong, Antartik Toprakları, Saint Helena, Ascension, Tristan da Cunha, Solomon Adaları, Tuvalu, Turks ve Caicos Adaları…

Kültürün, ideolojinin ve dilin “dış nüfûzla” tekleştirilmesinde, yabancı okullardan daha önemlisi, “eğitimci” olarak okullara giren yabancılardır. Özellikle üniversitelerde görevlendirilen öğretim üyeleri…

Ve yine, “akademik” unvan elde etmek için yabancı ülke üniversitelerine giden “beyin”ler… Bir müddet sonra hem kendi toplumuna, hem de gittiği topluma benzemeyen, ortada kalmış garib bir anlayış ve davranışa sahib kişiler hâline gelen “eğitilmişler”…

Okullara giren yabancılar meselesinde –ne kadar tekrar edilse yeridir- Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki iç acıtan “iğrenç” uygulama başta gelir. Tıpkı bir dönem İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliği yapmış, bilâhare Cumhuriyet idaresini kuran kadro içerisinde yer almış Abdullah Cevdet adlı kişinin “Avrupa’dan damızlık erkek getirmeyi” teklif edecek kadar “aşağılık kompleksi” içerisinde bulunmasına benzer biçimde; Avrupa’dan profesör veya doçent seviyesinde öğretim üyeleri getirilmiştir. Bunların hatırı sayılır bir kısmının, geldikleri üniversitelerde itibarları ve orijinal çalışmaları yoktur. Hattâ bazılarının kaydı bile mevcut değildir. Meselenin asıl iğrenç tarafı şudur ki, gelenlerin hemen hepsi Yahudidir… O gün mevcut iki üniversite olarak, zaten üniversiteler de bundan ibaretti, İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesine 56 profesör veya doçent ithal edilmiştir. [26]

Mevzuun ehemmiyetini vurgulamak için kısa bir iktibas: “CIA’nın soğuk savaş dönemindeki kültürel müdahalelerinin benzerleri, Nazilerle Türkler arasında da geçmiştir. Emperyalist odaklar arasındaki savaşın bir yanı olarak ‘kültür’ meydanında da savaş acımasızca sürer. Nazi Hükümetinin Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye ‘Alman okul ve üniversite çalışmalarını denetlemek üzere’ yolladığı Dr. Löffler: ‘İstanbul ve Ankara yüksekokullarında Almanca dilinde okutan çok sayıda profesör, ekonomi, teknik ve sanat alanlarında olumlu etkiler yapıyor, böylece Almanya’nın zihinsel ve ekonomik etkisi gelişiyor’ diye rapor yazmaktadır. Bütün bu örnekler, kültür üzerindeki etkinliğin, ‘zihinsel’ bir hegemonya yaratmaya yönelik bir ‘casusluk’ çalışması gibi düşünülüp uygulandığını göstermektedir. Bilim ve sanat adamlarının örtülü yahut açık biçimlerde satın alınması, gizli yahut dolaysız yollardan maddî ve manevî olarak desteklenmesi, sonuçta, siyasal ve ekonomik hedeflere ulaşmanın bir parçası olarak planlanmaktadır. Bugün, dünya yüzünde kültürel saldırılara uğramayan coğrafya yok gibidir.” [27]

Selçuklu Devletinin resmî dili Farsça idi. Osmanlı Devletinin tek resmî dili ise Osmanlıca, tâ ki III. Selim’e kadar. III. Selim, Osmanlıca’nın yanına Fransızca’yı da resmî dil statüsüne sokmuştur ve Fransızca devletin ilk resmî yabancı dili hâline getirilmiştir. Sebeb; İlmiye sınıfının ıslahı, yeni kitabların tercüme edilmesi ve o dönem yaygın olan bu dilin (Fransız Devrimi’ni hatırlayın) kullanımının yaygın ve özendiriliyor oluşu…

Her şeyin her şeyle ilgisi çerçevesinde ve “kültür insanlar arasında tutkal gibidir” ifâdesinden hareketle, kitlelerin birbirlerine yakın ve bağlı olmaları için mitolojik de olsa belli bir “kültür ve inanç” gereklidir. Kültür, bir nevi, “şeyler” arasında bağ kurmak için, yine bu “şeyler” arasındaki bağlantıdan beslenerek kişide hissî-kalbî bir bağ ve aklî bir dayanak oluşturur.

“Yeni Dünya Düzeni” elitleri yahud geçmiş dönem adıyla sömürgeciler veya onlara yakışan ifâdeyle “İblis’in Orduları” da, girdikleri her ülkede, her şehirde ve daha ötesi en küçük köyde bile, insanları yaşları, cinsiyetleri ve istidatlarına göre sınıflara ayırıp işlerine yaramayanları katliama tabi tutarak yok etmekle kalmıyor, sözkonusu “kültür tutkalı”nı tahrif ve tahrib başta olmak üzere, yaşamasına izin verdiklerinin ruhlarını satın alıyor, dillerini yasaklıyor, geleceklerini ipotek altına alıyor ve dününe dair tarih ve atlas adına ne varsa hepsini imha ediyordu. Bu hususta misâl sıkıntısı çekilmediği gibi, dehşetin şâhidleri, çocukları, torunları ve topyekûn yok edilmek istenen milletlerden arta kalanlar hâlihazırda ortadadır. Ve olan bitene şahidlik etmektedir.

Frantz Fanon’un bu husustaki tesbiti oldukça etkileyicidir: “Her sömürge halkı, başka bir deyimle, kendi yerel ve oriji­nal kültür kaynakları söndürülmek, toprağa gömülmek suretiyle ruhunda onulmaz bir aşağılık karmaşası yaratılmış her halk, neredeyse bir varoluş koşulu olarak, başka ve yeni bir uygarlığın yayıcısı durumundaki ulusun diliyle, yani met­ropol kültürüyle göğüs göğüse bir hesaplaşma içinde bulur kendini. Sömürge insanı artık ana-ülkenin, metropolün kül­türel standartlarını benimseyebildiği oranda cangıla özgü o ilkel, yabanıl statüsünün üstüne yükselecektir. Yüzünün ve dünyasının Siyahlığından, cangılın loş kültüründen sıyrılabildiği oranda Beyazlaşacak ve adamdan sayılacaktır.” [28]

    EMPERYALİST KÜLTÜR; KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Bir hayat biçimi olarak kültür; fert ve toplum olarak birlikte yaşayan insanların kendilerine öğretilen ve kendilerinin öğrendikleri ile meydana getirdiği, geliştirdiği ve sonraki nesillere aktardıkları her şeyi ifâde eder. Ve bu her toplumda farklı olabildiği gibi, aynı toplumun içinde birbirinden farklı coğrafya ve kültürde de kendini gösterebilir. Kültür, bir toplumun kimliğini oluşturan ve onu diğer toplumlardan farklı kılan unsurlar bütünüdür. Bir nev’i kültür; bir toplumun kendine has yaşama ve düşünme tarzıdır.

Kültür Emperyalizmi ise bu hayat biçimine bir saldırı, bir imha hareketidir. Klasik anlamdaki savaşla hiçbir farkı olmayan bu savaşta, sadece mevzular ve aktörler müşahhas değil, çoğu mücerrettir. Ortada bir mücerrede, saf fikre dönük bir savaş vardır ki, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu tarafından “Kültür Davamız” şeklinde işaretlenen ve aynı adlı eseri boyunca dillendirilen yol haritası, bu meseleye ışık tutucudur.

HERŞEY, BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNE BAĞLI… Ya imân ya küfür; ya hak ya bâtıl, ya Deccaliyeti temsil eden “Yeni Dünya Düzeni” ya Mutlak Fikri temsil eden “Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni”. Kavramların fazlaca bir önemi yok… Saflar net ve açık… Senin sana açık oluşun, karşı tarafın “gizliliğini ve gizemliliğini” ortadan kaldırır. Nihayetinde, Biz ve Onlar… Biz Kim’iz? Bu sorunun cevabı açıksa, karşı tarafın kim olduğu da bedahet hâlinde âşikar. Söz söylenmiş, bize mahyalaştırmak düşer: “Küfür Tek Millettir”.

Emperyalizm; Yeni Dünya Düzeni elitlerinin, insanların ruhlarıyla beraber bedenlerinin de satın alınmak istendiği, insanlığın kitleler hâlinde sömürüldüğü ve iğdiş edildiği en acımasız yüzüdür. Bir başka deyişle Emperyalizm, “kültürel işgal” başta olmak üzere, “bir milletin, başka bir milleti, siyasî ve ekonomik hükmü altına alarak yayılması yahud yayılmayı istemesidir.” Bu ELİT takımın CFR olarak görünen örgütlerinin üyelerinden Henry Kissinger’in, “petrolü kontrol ederseniz milletleri veya bölgeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz” sözü mevzuu yeterince anlaşılır kılmaktadır.

 “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin, emperyalizm yanında ve onun uzantısı olarak milletleri sömürmek ve istismar etmek için oluşturduğu en önemli iki sistem kapitalizm ve demokrasidir. Biri ile zihinler ve fikirler istilâ edilirken (demokrasi), diğeri ile topyekün iktisadî sistem felç edilmekte, üretici güçlerin gelişmesine engel teşkil edecek tekeller (kapitalizm) oluşturulmaktadır.

Kültür emperyalizmi ise; sermayesi ve silâh gücü etkin ülkelerin “az gelişmiş” diğer kültürleri özellikle kitle haberleşme araçlarıyla etkilemesi ve kendine benzetmesidir. Bu benzetme ve yayılmacılık anlayışı sömürgeciliği kolaylaştırdığından, folklorik-turistik bir anlam taşımasının dışında mevcut mahallî kültürün büyümesine ve gelişmesine izin verilmez. Bütün bunların zaman zaman zorla gerçekleştirildiği yerler ve ânlar da vardır ki, bu da Kültürel Asimilasyon olarak fikir dünyamızda yer etmiştir.

Kültürel Asimilasyon; bir kültürün, kendi içindeki azınlık kültürü kendi kültürü içinde eritmesi ve kendine benzetmesidir. Asimilasyon, normal bir süreçle olabildiği gibi, devlet eliyle ve zorla da gerçekleştirilebilir. Ancak bu asimile ediş veya kültürel emperyalist saldırıya maruz kalış, bazen içtimaî bir çürüme, çözülme ve yıkılmayı da beraberinde getirir. Bu safha ise Kültürel Yozlaşma olarak anılmaktadır. Kültürel Yozlaşma; yabancı kültürlerin olumsuz etkisi ve toplumun kendi öz değerlerine yeterince sahib çıkmaması sonucu meydana gelen kültürel bozulmadır. Bu bakımdan Kültür Emperyalizmi, kültürel yozlaşma ve yıkılmayı da beraber getirmektedir.

Bu alanda bir çalışması bulunan merhum Ahmet Kabaklı, Kültür Emperyalizmi’ne şu tarifi  uygun görür: “Kültür Emperyalizmi, bir milletin kendi harsını, kendi kültürünü başka milletler üzerinde denemesi, ve o milletin zihnini, beynini, duygularını, ahlâkını, yaşayışını iptal etmesi, kendine benzemez hâle getirmesi demektir. Bu emperyalizme mahkûm edilen millet, başka milletlerin değer hükümlerine, başka milletlerin ahlâk anlayışına, başka milletlerin dil zevkine, sanat zevkine kapılıp kendini köreltmiş olur.” [29]

Ve anlatır, Kültür Emperyalizmi’nin daha çok hangi yolları ve kafaları kullanarak bir milletin hafızasına yerleştiğini ve bir müddet sonra onu kemire kemire nasıl yokettiğini: “Askerî, siyasî, iktisâdî sömürgecilikten farklı olarak kültür emperyalizmi, dışarıdaki mütecaviz kuvvetlerin veya paranın, tekniğin zoruyla değil, doğruca o milletin kaderine hükmeden yabancı ruhlu, kaypak zihniyetli şahsiyetsiz liderlerin, idarecilerin, para şımarığı zenginlerin ve ana millete layık olmayan “aydın!”ların gönüllü gayretleri ile gelir.” [30]

Kültürel emperyalizminin en iyi dayanağı ekonomidir ve bu dayanakla varılmak istenen sonuç da; kültürsüzleştirmek, idealsizleştirmek, düşünmeyen ve tefekkür etmeyen, gününü gün etmeye ve birtakım makam ve şehvet hırsları arasında ömrünü ve emeğini tüketmeyi gaye edinen bir topluluk meydana getirmek. Bunun için gerekli malzemesi ise bolca. Fikir ve inanç farklılıklarının körüklenip ayrılıklara yol açılması; geri kalmışlığın ve mutsuzluğun kaynağının içinde yaşadığı toplumun sahib olduğu değerler olduğunun telkin edilmesi; ahlâkî birtakım sapmaların hoş görülmemesinin, bunlara tavır alınmasının ilkellik olduğunun söylenmesi; gençlerin aşırı eğlenceye, uyuşturucu veya keyif verici maddelere ve diğer boş işlere yönlendirilmesi, özendirilmesi; ve son olarak millete bencillik-egoizm aşılanması ve fertlerin sadece kendini düşünmesinin sağlanması bunlardan birkaçı.

“Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin hiyerarşik ve ahtapotvarî örgütlü bir güç olması, aynı şekilde birçok yerde farklı görüş, ideoloji, cinsiyet, ırk, yaş grubundan alt örgütlenmelere sahib olması, bu gayenin gerçekleştirilmesini oldukça kolaylaştırmaktadır.

“Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin “Kültür Emperyalizmi” ile gayesi sadece ekonomik değildir veya sadece sömürü ve idare etme arzusu değildir. Onlar bütün bunların ötesinde kendilerinin “Yüce Işık” olduklarını, bir nevi tanrılaştıklarını ifâde etmektedirler. Bunun “manevî altyapısı eski mitolojilere, eski dinî metinlere ve bazı ezoterik şifreleme sistemlerine dayandırılmaktadır. Yeni dünya düzenciler, biraz eski mitolojilerden, biraz da eski ve yeni ahid’in yeniden yorumlanmasına dayalı ‘âlemşümul bir insanlık dini’ teklif etmektedirler. Tek devlet, tek bayrak, tek millet. Buna alt başlıklar olarak ‘tek dil, tek kültür, tek ordu, tek para, tek hukuk, tek tarih, tek din, tek parlamento, tek ekonomiyi ekleyebilirsiniz.” [31]

Diğer taraftan, Emperyalizm’in kendisi de Emperyalist bir kültür ağının parçasıdır. Kültürel anlamda sırf kendini pazarlamakla kalmaz, kendi “düşmanını” yâni alternatifini de antiemperyalizm (emperyalizm karşıtlığı) şeklinde pazarlar. Gaye bir taşla birçok kuş vurmaktır; hem kendi karşıtının diline kendini teklif ettirerek muhatabının fikrini bayağılaştıracak, hem kendini “emperyalizm” ideolojisi vesilesiyle görünmezleştirerek düşmanlarının gölgelerle veya birbirleriyle savaşmasını sağlayacak, hem yeri geldiğinde kendisi de kolayca saf değiştirip “antiemperyalist” kimliğe bürünerek âhiretsiz deist dünya görüşüne uygun fikir ve faaliyetlerine devam edecek, hem de yüzyıllık katliamdan, soygundan sanki kendisi mesul değilmiş gibi, üniversitelere, basın yayın köşelerine, akademik araştırma merkezlerine, insanî yardım kuruluşlarına ve çeşitli sağlık örgütlerine kapanacak, yüzüne masumiyet perdesi takacak… Olan biten, bundan başkası değil.

CIA’nın meşhur uzmanı Graham Fuller’in söyledikleri mühimdir: “Emperyalist yönetim anlayışı; yerli alternatiflerin organik biçimde gelişimini teşvik etmeden geleneksel liderlik ve yönetim yapılarını parçalayarak, geleneksel kurumlan yıkarak ve kültürel kalıpları altüst ederek Müslüman dünyasının doğal gelişimini bozmuştu. Emperyalizm, yabancı kültürel araçlar ile yapıların tamamının ihraç edilerek Doğuya dayatılması anlamına geliyordu. Bu tür yabancı yapılar söz konusu bölgedeki mevcut medeniyete genellikle başarılı biçimde iliştirilememektedir. Bu yabancı hâkimiyet hortlağı Müslüman toplumlarına bugün bile musallat olmaya devam etmektedir; bu hâkimiyet artık klâsik sömürgecilik biçimine sahip değildir elbette. (…) Yeni emperyalizm Müslüman dünyasında varlığını iki ne­denle güçlü biçimde sürdürmektedir: Enerji kaynaklan ve nak­liye yollan nedeniyle Müslüman dünyasının büyük kısmı cid­di ölçüde jeo-stratejik öneme sahiptir; dünya üzerinde zayıf ve itaatkâr yönetimlerin görev başında olduğu son bölge de yine bu­rasıdır.” [32]

Sadece İslâm dünyasında değil ve yine sadece ekonomik arzu ve istekler için de değil. Belki bu ahiretsiz “siyonist-satanist” grubun kendilerine biçtiği rolden istifâde etmek isteyen devlet yahud örgütlerin, hattâ kişilerin birtakım emperyal gaye veya ekonomik arzuları sözkonusu olabilir. Ancak son tahlilde bu mücadelenin tek gayesi veya temel gayesi ekonomi değildir.

Son dönemde yaşanan ve “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin batışı anlamına gelen siyasî, askerî, ekonomik kriz ve bu dönemde içten içe toplumu kasıp kavuran “fikirsizlik” kirizi ve manevî açlık, ahiretsiz “siyonist-paganist” grubları tam da DÜNYA İKTİDARI’na soyunurken alabora etmiştir. Bu sebeble iyice saldırganlaşan ve aceleci davranan bu ELİT’ler, dünyaya son yüzyılda attıkları Deccaliyet imzasının son noktasını koyma derdindeler. Son yüzyılda ve hemen öncesinde sömürgelerde milyonlarca kişinin öldürülmesi, sürülmesi, yakılması ve köleleştirilmesi; milyonlarca insanın kültür tarih ve birikiminin yakılıp yağmalanarak yokedilmesi ve silinmesi; Avrupa’da kendi inanç benzerleri arasında bile yedi yıl savaşları, otuz yıl savaşları yaparak yüzbinlerce kişinin öldürülmesi; faşist milliyetçi akımlar ile sızdıkları Hindistan’ı, Afrika’yı, Balkanlar’ı, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirip milletleri, kavimleri ve en küçük kabileleri bile birbirine düşman edecek emperyalist kültürün bu bölgelerin insanının ruhuna zoraki zerkedilmesi; I. ve II. Dünya Savaşlarında milyonlarca insanın ölümü üzerinden kendilerine DÜNYA İKTİDARI devşirmeye kalkışılması gibi süreçlerden geçildikten sonra, sonuç almak için artık daha bir sabırsızlanmaktadırlar.

Ve günümüzde, başını Amerika Birleşik Devletleri’nin çektiği “müdahalecilik”le itaat ettirme anlayışı; Kore (1950-1953), İran (1953), Guatemala (1954), Kosta Rika (1955), Suriye (1957), Endonezya (1958), Dominik Cumhuriyeti (1960), Peru (1960), Ekvador (1960), Kongo (1960), Vietnam (1961-1973), Küba (1961), Brezilya (1964), Şili (1972), Angola (1975), Türkiye (12 Eylül 1980), Nikaragua (1981), Lübnan (1982-1984), Granada (1983), Panama (1989), Irak-Kuveyt (1991), Somali (1993), Bosna (1994-1995), Türkiye (28 Şubat 1997), Kosova (1999), Afganistan (2001; de­vam ediyor), Irak (2003; devam ediyor), Tunus (2010), Libya (2011), Mısır (2011) ve Suriye (2011; devam ediyor) ile sürdü, sürüyor.

Bu müdahalelerin gayesinin sadece ekonomik ve askerî üstünlük sağlamak olmadığını yukarıda belirtmiştik. Mahallî üretimi kısıtlayıp pazar ekonomisini ön plâna çıkaran; yeraltı ve yerüstü kaynaklarından hammadde ihtiyaçlarını karşılayan bir ekonomik anlayışla beraber, eğitimde yabancılaşmayı kolaylaştıran bir dil eğitimi ve basında ideolojisiz-ahlâksız-gayesiz kültürün temel dinamiklerine uygun film, fotoğraf, resim, haber ve makalelerin yazımı ve yayını; yine bu elitlerin dayattığı “tek din, tek dil, tek kültür projesi” kapsamında sinema, tiyatro, müzik yayınlarının ve satışlarının yaygınlaşması; giyim ve estetikte “masonik-paganist-deist” kültürle şekillendirilmiş “markalı” ürünlerin kullanılması; yeme içme dahil bütün gıda hareketleri üzerinde söz sahibi olma isteği ve sağlıktaki tekel gücünü oluşturması; bütün bunları çoğaltabiliriz. Kısacası, mesele yalnızca “ekonomik” değildir.

KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ VE EMPERYALİZM

Basın ve sanat dünyası; kültürü nesilden nesile, kişiden kişiye, ülkeden ülkeye, dilden dile aktarma ve yerleştirmenin temel unsurlarından… Sanat; ferdi ruhundan, kalbinden avlama işi iken, basın ve sanat zeminleri bu “av” işinde en büyük ve en geniş köprü… Ve yine duygu ve düşüncelerin estetik olarak ifâde edilişinde öne çıkan basın, bir nevi ayna fonksiyonuyla bunu farklı zihinlere aksettirir.

İnsanlık, dünden bugüne ve şimdiden yarına “kendi şahsî yorum, tecrübe ve duygusu”nu görmek ve göstermek isteyen mütefekkir, sanatçı ve aksiyon adamları ile doludur. Hâliyle, mihenk, ilk Peygamber Hazreti Âdem’den başlamak üzere Resuller Resûlüne kadar gelen “Allah’ın Elçileri”dir. Güzel konuşmaktan güzel resme, güzel mimarîden güzel giyime, güzel taş işçiliğinden güzel demir işlemeciliğine vesaire, hepsinde ilk mihenk ve hakikat O. Ve her biri, “Mutlak Fikir”in müşahhasa olduğu kadar, özellikle mücerrede bakan yönünü idrâklere tattırma peşinde… İBDA Mimarının deyişiyle: “Yalnız şuna dikkat et; edebi­yatın, ilim ve sanat demek olduğuna… İlim, ka­nunlarını mücerret tefekkürden alıp onları bir takım görünür nisbetler içinde kalıplaştırma; sa­nat ise «büyük mücerret» peşinde ebedî bir ara­ma ve kalıptan kaçınma işi… Birini akıl, öbürü­nü ruh besler. Farkındasın değil mi?.. İlim, hik­met plânındaki derinliğine düşünceye nisbetle «teknik» ifadesi içinde…” [33]

Sanat, ruha işleyen tesir ve izler barındırır, mücerred bir kapı aralar önümüzde ve geçmemiz istenir. Basın bu işi kolaylaştırır, etkileşimi ve tesirin sürekliliğini arttırmak için gayret sarfeder. Her ikisi de “herkes”in kullanımına açık… Kâfirden sanatçı olamaz değil, olur; ruhu inkâr edenden ruha tesir eden şiir, yazı, mimarî bir eser, güzel bir müzik çıkmaz mı, çıkar. Ve münkir dahi ne yaparsa yapsın -kötü müzik gibi- yine ruha tesir eder. Ruhun inkârı bunu değiştirmez. Bu sebeble “basın ve sanat” şeklindeki her iki unsur da, tek kültür oluşturmak isteyen ahiretsiz deistlerin oldukça dikkatini çeker ve bu alanı kimseye kaptırmak istemezler. Bu sebebledir ki; tüm dünyadaki basın yayın organları, gazeteler, televizyonlar ve sinema sektörü, “İllüminati” de denilen ahtapotun görünen yüzü olarak Dış İlişkiler Konseyi’ne (CFR) hükmeden üç beş ailenin elindedir. Bunlar da hükmettikleri sanat ve basın zeminlerini kendi hastalıklı amaçlarına ulaştıracak araçlar olarak kullanırlar.

Hemen hemen tüm dünya ülkelerinde yayınlanan aynı tonda ve iğrençlikteki yarışmalar, eğlence programları, pornografi ve şiddet muhtevâlı filmler veya diziler; yönlendirilen ve sıkı sıkıya kontrol edilen haber ağları; uyuşturucu-fuhuş-homoseksüellik gibi zararlı duygu ve alışkanlıkları teşvik eden kişi ve eserlerin yüceltilerek basın-medya’da tanıtılması; ekonomik ve teknolojik tekel sağlamak ve üstünlüğü kaybetmemek için giriştikleri çeşitli suikast tertiblerinin yahud mahallî imha hareketlerinin basında “özgürlük-demokrasi-yardımseverlik” gibi süslü cümlelerin ardına saklanarak verilmesi, işte bu “tek kültür, tek anlayış, tek dil, tek ideoloji (ideolojisizlik)” virüsünün yayılmasının ve etkisini sürdürebilir olmasının basın ve sanat çerçevesindeki unsurlarındandır.

Fıtratına uygun olmayan birtakım cinsî tercihlerde ve bu tercihin getirdiği cinsî faaliyetlerde bulunan kişilerde yaşanan hissî çözülme, psikolojik anlamda “kırılma” ve bir müddet sonra o kişide doğan özgüven yetersizliği ve aşağılanmışlık duygusu, aynı kişinin sosyal rolünü, “zekâ ve kabiliyetlerinin gerektirdiği ve idealize ettiği mesleğin” gereklerini yerine getirmesine ve “yüksek seciyeli fikir” üretmesine engel olmaktadır.

Ve yine uyuşturucu benzeri bağımlılık yapan maddeleri kullananların, bir müddet sonra “içinde bulunmaktan hâyâ edeceği” bir yapının yürütücüsü mevkiine gelmesi, aynı kırılmanın farklı şekilde açığa çıkmasıdır.

Kültürsüzlük ve fikirsizlik ortamını tetikleyici ve teşvik edici, Şehvet, Para-Güç ve Sporu idealleştirici bir “dil” ve “hayat tarzı”, çocukluktan itibaren süreklilik arzeden bir düzende kişiye telkin edilerek, HER ANLAMDA KİŞİNİN HAYATI esir alınır.

Bu âhiretsiz deistler sadece İslâm coğrafyasına ve Asya’ya karşı acımasız değiller, bunlar aynı zamanda kendi ülkelerindeki çocuklara karşı da acımasız. Çocuğu, hayata gözlerini açtığı ândan başlayarak ve okul hayatında zirveye çıkmış olarak şekillendiriyorlar ki, sonunda tornadan çıkmış gibi güdümlü ve android tipler; işe yaramaz, beyni ve zihni uyuşturulmuş bir topluluk çıkıyor karşımıza. Kendi gibi düşünemeyen, kendi gibi inanamayan, kendi hayâlini kuramayan, kendi gibi okuyup yazamayan ve daha ötesi –ki en acısı- kendi gibi ölemeyen insanlar…

“Basın ve Sanat” bahsi, Kültür Endüstrisi meselesini de getirecektir gündeme. Kültür Endüstrisi, hem sektörel anlamda, hem de “Basın ve Sanat” çerçevesinde oldukça geniş konular ihtivâ ettiğinden ve yine “Yeni Dünya Düzeni” elitlerinin neredeyse “tekel” olduğu en önemli alan olduğundan, bu meseleye biraz daha yakından bakmak zorunlu.

Kültür endüstrisi nedir? Bu sorunun cevabını yine bu kavramı ilk kez ortaya atanların vereceği kanaatindeyiz. Cevab, Theodor W. Adorno’dan: “Kültür endüstrisi terimi yanılmıyorsam ilk defa 1947’de, Amsterdam’da Horkheimer’la birlikte yayımladığımız Aydınlanmanın Diyalektiği’nde kullanıldı. Müsveddelerde “kitle kültürü” terimini kullanmıştık. Fakat daha sonra, yandaşlarının işine gelecek yorumları dışarıda bırakmak amacıyla kitle kültürü yerine “kültür endüstrisi” terimini kullanmayı uygun bulduk. (…) Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir. Kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar. Bunu olanaklı kılan sadece çağdaş teknik olanaklar değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel yoğunlaşmadır. Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur. Binyıllardır ayrı duran yüksek ve düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya gelmeye zorlar. Yüksek sanatın önemi, yararı konusundaki spekülasyonlarla yok edilirken, düşük sanatın önemi de, (toplumsal denetim kusursuz olmadığı sürece) içinde barındırdığı isyancı direniş özelliğine dayatılan medeni sınırlamalarla yok edilmektedir. Böylece, kültür endüstrisi yöneltilmiş olduğu milyonların bilincini ve bilinçaltını yönlendiriyor olmasına rağmen, kitleler birincil değil, ikincil role düşerler ve hesaplanabilir nesneler, makinenin tali parçaları olurlar.” [34]

Kültür, endüstriyel anlamda bir satış mevzuu yâni “mal” olabildiği gibi, endüstriyel anlamda bu yönde yapılan çalışmalar da bir Kültür “Endüstri”si oluşturmaktadır: “Aşağıda örnekleneceği üzere kültür endüstrileri, önemli bir yatırım ve istihdam alanı hâline gelmiştir. Kültürel mirasın kültür endüstrisinde etkin bir şekilde değerlendirilmesi, sanat fonları, müzeler için fiyatlandırma ve indirim stratejileri, film dağıtıcıları ve eleştirmenleri, küresel/ulusal kültür endüstrileri, ekonomisi ve rekabeti, medyada üretim ve yönetim, film sektörü, yarışmalar (edebiyat, güzellik, şarkı, müzik, film yarışmaları vb.) ve ödüller, kültürel talep yaratım dinamikleri ve yöntemleri, müzayedeler ve açık artırmalar, antika pazarları, sahaflar, kültür ekonomisinin hukuki boyutu, eğlence makinesi olarak kentler, kültür endüstrisi çalışanları ve yöneticileri, kâr amacı gütmeyen kültürel etkinlikler, kültürel/coğrafi tescil ve telif hakları, sanal kültür ekonomisi, müzik sektörü, korsan yayıncılık, kitab ve süreli yayınlar piyasası, kent kültürü ekonomisi, denizaltındaki tarihi-kültürel mirasın ekonomik değeri ve işlevi, kültür turizmi, küresel/ulusal/ yöresel/kentsel kültür destinasyonları, kültürel coğrafya haritacılığı ve rehber yayıncılığı, kültürel ekonomik havzalar, kent dokusu ve kültür ekonomisi, kentte kültürel anlam, ürün ve mekân üretimi, ulusal ve kentsel imge üretimi ve kültür endüstrisi kapsamında ürüne dönüştürülmesi, kültürel ürün reklamcılığı, müze koleksiyonlarının değerlerinin belirlenmesi ve yeniden üretim-satış stratejileri/uygulamaları, kültürel taklit piyasası, poster sektörü, eğlence sektörü, radyo-televizyonlar için yayın frekansı tahsis/kiralama ücretleri, festivallerin ve şenliklerin mali boyutu, sinema bilet ücretleri, çevirmen ve seslendirme ücret politikaları, kültür endüstrisinde kamu özel sektör ilişkileri, sokak gösterileri, yaşa-cinsiyete-toplumsal konuma göre kültürel tüketim analizi, ticarîleşen kültür, moda, sevgilerin paketlendiği hediyeler, alternatif tıp, kültürel restorasyonların maliyeti ve istendik ekonomik dönüt sağlama politikaları, turistik deri-kuyum-taş işlemeciliği yerleşkeleri, hediyelik eşya sektörü, turistik ve kültürel animasyonlar, çinicilik, çömlekçilik ve diğerleri.

Bununla birlikte ABD örneğinde olduğu gibi pek çok çekiciliğin bir araya getirildiği “Hawai Adaları, Kolarado Kanyonu (Büyük Kanyon), OSCAR Ödülleri (Hollywood), Disneyland, Florida’daki Cap Canavarel Uzay Üssü (NASA), Hindistan (Yoga), Beyaz Saray, Pentagon, Kızılderililer, Las Vegas ve Kumarhâneleri, New Orleans (Caz müziğinin merkezi) Wall Street (New York Borsası), Coca Cola, Pepsi, McDonald’s, General Motors, Ford ve Microsoft firmaları vs.” [35]

Öyle bir şey ki, hem kendini sattırıyor, hem de kendi satıyor, satışını kolaylaştırıp yaygınlaştırıyor. Zira basın, kültürü üreten, satan, yeniden üretip yeniden satan bir kültür endüstrisi kaynağı olduğu gibi, kapitalizmin gereklerini yerine getiren son derece kârlı bir ticarî faaliyet aynı zamanda.

Küfür soyu, Firavunlardan, Nemrutlardan, Ebu Cehillerden bu yana hep aynı metodu izler; insanı nefsinden yakalamak ve sevgi, romantizm, cinsiyet, heyecan, şiddet ve arzu gibi temalarla hisleri kuşatmak. Öyle ki kişinin yaşadığı sokak, sinemada veya televizyonda izlenen filmde-dizide olup bitenlerin devam ettiği bir alan olarak kabul ettirilmekte; izleyicilerin algıları körleştirilmeye çalışılarak, insanların bizzat şâhid oldukları olayların bile “bu endüstriye” teyid ettirilir hâle getirilmesi sağlanmak istenmektedir. Kendine mahsus hayâl kurma, özel hayat alanı, standartları belirleme veya bizzat kişinin kendi hayatını yaşama kabiliyetleri kültür endüstrisi tarafından öyle bir lince tâbi tutulur ki, kişi ruhen ve bedenen felce uğrar. Hattâ kültür endüstrisi ürünleri “düşünme” faaliyetini engelleyecek şekilde öylesine titiz ve dikkatlice hazırlanmaktadır ki “güdücüler” tarafından, insanlar sadece tüketsin, başka hiçbir şey için çaba harcayacak gücü bulamasınlar kendilerinde.

Bunun gereği olarak da ellerinden gelen herşeyi yapmaya çalışıyor, sadece İslâm coğrafyasında değil, “Kara Kıta” Afrika’da, milyonlarca Kızılderili’nin soykırıma tutulduğu Amerika’da, Hindistan’da, Çin’de ve her yerde, içinde bulundukları ortama göre şekil ve şemâil alarak amaçlarına ulaşmak istiyorlar. Yeri geliyor, “bilimsel araştırmalar” adı altında bölgenin tarih ve kültürüne dair kendileri eserler yazıyor, mevcut kültürü sinsice kötüleyerek Batı modernizmini empoze eden yayınlar gerçekleştiriyor, bu yolla bölge insanlarını aşağılık kompleksine yöneltmek için tüm imkânlarını seferber ediyorlar. Kısacası, bu çerçevede bütün yolları; bilimi, tıbbı, siyaseti, sosyal hayatı, kültürü, edebiyatı ve dili istismar ediyorlar.

Aktüel bir misâl işimizi kolaylaştıracaktır. Habertürk Gazetesinden Yiğit Bulut, köşesinde bir sıkıntısını dile getiriyor, bu daha çok birikmiş bir çığlığı andırıyor: “Sevgili Dostlar, YENİ BİYOLOJİK DÜNYA DÜZENİ, bedeni esir alınmış -düşürülmüş-, psikolojisi bozulmuş insan konsepti üzerinde şekilleniyor ve “beslenme-ilaç kullanımı” döngüsü içinde her yeni gelişme eşliğinde yeniden kurgulanıyor… Sebep sonuç ilişkileri de sanmayın ki bu kadar basit. Besin-ilaç zincirlerini kontrol edenler, “bize yedirdikleriyle bedenlerimizi zehirlerken, bu zehire karşı geliştirdikleri ilaçlarla” bizi tedavi ederek “artı-eksi kutup” arasında herşeyimizi kontrol eder hâle geliyorlar.” [36]

Özellikle çok uluslu şirketler, Emperyalizmin merkezindeki belki en önemli unsur, belki bizzat Emperyalizmin kendisi. Onlar vesilesiyle bir şekilde ele geçirilen bir ülkedeki mevcut rejim, kendi evladını kendi eliyle her çeşit yozlaşmaya, yabancılaşmaya, suç işlemeye ve o dili kullanmaya teşvik etmeye başlar. Bilhassa yazılı ve görüntülü basın ile.

Gece gündüz yayınlanan film ve dizilerle, geçimini sadece kadın satarak, adam öldürerek, onun bunun ırzına tecavüz ederek, uyuşturucu satarak, hırsızlık yaparak sağlayan insanlar idolleştiriliyor ve “hafızası alınmış” nesil bunlara özendiriliyor. Geçmişten günümüze tevarüs ettiğimiz ahlâkî değerler bir yana bırakılıp, sahte bir “racon” oluşturularak güya bir ahlâkîlik ve dürüstlük empoze ediliyor, kalb ve zihinler o alanda tamamen dumura uğratılıyor, göz görmez ve kulak işitmez oluyor. Şahıs, tecavüz ederken, kadın satarken, hırsızlık yaparken veya adam öldürürken, “teselli babında” o kendine göre oluşturduğu “racon”la vicdanını rahatlatmanın yollarını arıyor.

Emperyalist sömürgeciler sadece dinî misyonerler kullanmıyor ve yine oryantalizm adı altında tahrifatçılık yapmıyor sadece. Onlar toplumun kendi iç yapısındaki ahlâk anlayışını, yine hak arama ve suç işleme alışkanlığını da değiştirerek büsbütün “emperyalistlik” yapıyorlar aynı zamanda. Kabadayı yerine mafya patronu, mahallenin delikanlısı yerine kadın satıcısı, külhanbeyi yerine uyuşturucu mübtelâsı gibi basit mizansenler oluşturuluyor ve daha kötüsü dayatılıyor. Kanun dışı çek-senet tahsilatı, mafya infazı, topuktan vurma, kulak kesme, göz oyma, 12 yaşındaki çocuğa kadar uyuşturucu satma, yeni yetme kızları “avlayıp” para babalarına peşkeş çekme, onlarca masumu bir sermaye sahibi istiyor diye katletme, kumar oynatma gibi, her alanda geliştirilen sapkın bir dil, zengin (!) bir “konuşulacak ve paylaşılacak” kültür oluşturuluyor. Ekranlardan, gazete köşelerinden, sanat-edebiyat dünyasından ve diğer zeminlerden zihinlere akıtıldıkça, bu dil sokaklarda yaşanmaya, nesil bu yönde arzularını tatmin etmeye başlıyor. Bu yönde geliştirilen “paralel” endüstriyel çalışma ile, giyim-kuşam, bilgisayar oyunları, sinema, araba gibi tüketim malzemeleri, hızla, özellikle gençler tarafından tüketiliyor.

BİTİRİRKEN…

Mesele belli, yapılması gereken de: Mütefekkir’in izinde “yeni bir dünya görüşü, yeni bir nizam, yeni bir insan, yeni bir şehir ve yepyeni bir medeniyet” kurmak için dünyanın gündemine kendi KÜLTÜR DAVAMIZ’ı oturtmak. Tüm güç ve enerjimizle, her şeyimizi buna vakfetmek ve bu yönde en küçük zaafiyeti “haram”, en küçük zaman kaybını “israf” ve yine en küçük gevşekliği “ahmaklık” olarak kabul etmek. Bu bakımdan, tam bir seferberlik düzenine geçmek. Kâfir, küfrünün iktidarı için bu kadar çabalar ve sapkınca da olsa davasına böylesine sadık bir duruş sergilerken, “iman ehli”ne ne oluyor ki bu kadar gaflet ve “hıyanet” içerisinde?

Ve son sözümüz, Mütefekkir’in işaret ettiği şu hikmet: “MUHYİDDİN-İ ARABÎ: Yeterli bilgisi olmayan bir kısım insanlar, “Sadıkların, yâni temiz ve doğru sözlü kimselerin kalblerinden açığa çıkan en son şey reislik sevgisidir!” derler. Oysa bu sözün sahibleri arasında bulunan arifler, bununla avamın anladığı mânâyı kastedmezler. Allah şöyle buyuruyor: “Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilen Allah’a niçin secde etmezler?”… Allah, kulun kendi içinde saklı iken bilmediği şeyleri de, tıpkı doktorun sizin hastalığınızı teşhis ederek size bildirmesi gibi bildirir. (Kendimize âit bilgi de, Allah’ın bildirmesiyledir.) Hazret-i Peygamber, “Kim kendini tanırsa, Rabbini tanır!” buyurmuştur. Sıddıkların riyaset-reislik sevgisi, onlar için zâhir olunca, buna olan memnuniyetleri, halkın anladığından farklı bir şekildedir. Tıpkı Kudsî bir hadîste bildirildiği gibi: “Allah onların işittiği kulağı, gördüğü gözü, yürüdüğü ayakları, bütün azaları gibi olur!”… Ariflerin halk içindeki reisliği, Allah’ın bahsi geçen şekilde REİSLİK HAKİKATİ denen şeyi Allah’ın kendilerine göstermesi ile olandır. En büyük makam, Allah kendisine İKTİDAR verdiğinde o makamda Allah’la idare eden kimsedir. Bu mânâ kalblerinden gelmese idi, arifler bunu sevmezlerdi. Ayette geçen hakikat: “Allah bir şeyin olmasını dileyince, OL der ve o şey de hemen OLUR!”… Bu hakikati REİSLİK bahsinde gören kimse, kendi varlığının BÂKİ olduğunu görür. Allah insanın bâtınını kendi sureti üzere yaratmıştır. Eğer O reisliği sevmemiş olsaydı, Arifin kalbinde bunu yaratmazdı. Öyleyse biz de Allah’ın sevdiğini sevmeliyiz. Böylece, insan, hem kul hem de rab (besleyici, terbiye edici) olur; Allah ise sadece RABB’dir, kul değildir. Kulda kesret (çokluk), Hakk’ta Vahdet vardır.” [37]

 

1  S. Ahmed Arvasî, TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ, Cilt 1, 5. Basım, Burak Yayınevi, İstanbul 1989, s. 251.

2  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ –Temel Meseleler-, 3. Basım, İBDA Yayınları, s. 178.

3  Salih Mirzabeyoğlu, ELİF –Resim Redd Kökündendir-, İBDA Yayınları, s. 64.

4  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, s. 36.

5  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, s. 38.

6  Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, s. 45.

7  Salih Mirzabeyoğlu, DİL VE ANLAYIŞ -Dil ve Diyalektik-, İBDA Yayınları, s. 106.

8  Prof. Dr. Doğan Aksan, HER YÖNÜYLE DİL –Ana Çizgileriyle Dilbilim-, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, s. 11.

9  Salih Mirzabeyoğlu, DİL VE ANLAYIŞ, s. 108.

10  Salih Mirzabeyoğlu, DİL VE ANLAYIŞ, s. 88.

11  S. Ahmed Arvasî, DİYALEKTİĞİMİZ VE ESTETİĞİMİZ, Burak Yayınevi. İstanbul 1994, s. 193.

12  Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA –İntibâ ve İlhâm, İBDA Yayınları, s. 75.

13  Prof. Dr. Mahir Kaynak, Ömer Lütfi Mete, ERDOĞAN OPERASYONU, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 124.

14  Jakobenlik; insan hakları, demokrasi, eşitlik, özgürlük gibi süslü sloganlar altında belli bir grubun gerektiğinde zor da kullanarak topluma hâkim olma isteği. Kavramın ve örgütlenmenin kaynağı Fransız Devrimi öncesi ve sonrası gösterilir.

15  Andrew Heywood, SİYASÎ İDEOLOJİLER, Adres Yayınları, İstanbul, s. 191.

16  Hayreddin Soykan, “Mirzabeyoğlu’nun Verdiği Metafizik Dünya Savaşı”, AKADEMYA Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 92. Aytunç Altındal’dan iktibas edilen kısım, yazar tarafından http://www.youtube.com/watch?v=uf4hKQuMqG0 (19 Mart 2012) olarak belirtilmiş.

17  Roger Garaudy, MEDENİYETLER DİYALOĞU –İnsanca Yaşamak İçin-, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2011, s. 32.

18  Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya, “Batı’daki ‘Sürgün’ Doğulu/Yabancı Edward Said’in Gözüyle Oryantalizm – “Öteki”nin Tanımlanması”, ŞARKİYAT İlmi Araştırmalar Dergisi, www.e-sarkiyat.com, Sayı 1, Nisan 2009.

19  TANZİMAT’TAN CUMHURİYETE TÜRKİYE ANSİKLOPEDİSİ, İletişim Yayınları. Aktaran: Halit Ertuğrul, KÜLTÜRÜMÜZÜ ETKİLEYEN OKULLAR, Nesil Yayınları, İstanbul, s. 101.

20  TANZİMAT’TAN CUMHURİYETE TÜRKİYE ANSİKLOPEDİSİ, İletişim Yayınları. Aktaran: Halit Ertuğrul, KÜLTÜRÜMÜZÜ ETKİLEYEN OKULLAR, Nesil Yayınları, İstanbul, s. 203.

21  Halit Ertuğrul, KÜLTÜRÜMÜZÜ ETKİLEYEN OKULLAR, Nesil Yayınları, İstanbul, s. 316.

22  Frantz Fanon, YERYÜZÜNÜN LANETLİLERİ, Trc: Şen Süer, Versus Yayınları, İstanbul, s. 15.

23  Graham E. Fuller, İSLAMSIZ DÜNYA, Trc: Hasan Kaya, Profil Yayınları, İstanbul, s. 269.

24  E.W. Hopkins, G.F. Moore, M. Halidi, Ö. Ferruh, TARİHTE VE GÜNÜMÜZDE MİSYONERLİK, Trc: Adnan Yazıcı, Kemal Demir, Nurer Uğurlu, Örgün Yayınevi, İstanbul 2006, s. 351.

25  Wikipedia, İnternet Ansiklopedisi.

26  Bu kişiler hakkında detaylı bilgi için bakınız: Harun Yahya, YAHUDİLİK VE MASONLUK, s. 291.

27  “Derin Operasyon Konusu Olarak Kültür”, EVRENSEL KÜLTÜR aylık kültür, sanat, edebiyat dergisi, Sayı 100, Nisan 2000. Baki Murat, “Küreselleşen Sermayenin Kültür Aşkı”, Kültürel Yapılanma Grubu, Seminer Serileri, Melbourne, Kasım 2003, Aydın Çubukçu, 1.

28  Frantz Fanon, SİYAH DERİ BEYAZ MASKE, Trc: Cahit Koytak, Versus Yayınları, İstanbul, s. 13.

29  Ahmet Kabaklı, Kültür Emperyalizmi, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, s. 41.

30  Ahmet Kabaklı, Kültür Emperyalizmi, s. 23.

31  Atilla Akar, DERİN DÜNYA DEVLETİ, Timaş Yayınları, İstanbul 2003’ten aktaran: AKADEMYA Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012.

32  Graham E. Fuller, İSLAMSIZ DÜNYA, s. 268, 273.

33  Salih Mirzabeyoğlu, NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA, s. 98.

34  Theodor W. Adorno, “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Trc: Bülent O. Doğan, COGİTO, Sayı 36, Yaz-2003.

35  Doç. Dr. Cengiz Anık, Arş. Gör. Ayşe Gül Soncu, “Kültür, Medeniyet ve Modernizm Üzerine ‘Yaprak Dökümü’ Bağlamında Bir Değerlendirme” başlıklı çalışma, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, özetleme ve eklemeler yapılmıştır.

36  Yiğit Bulut, “Yeni Biyolojik Dünya Düzeni! Hepimiz Tehlike Altındayız”, Habertürk Gazetesi, 10 Aralık 2011.

37  Salih Mirzabeyoğlu, ÖLÜM ODASI B-YEDİ, Bölüm 103, Haftalık Baran Dergisi.

KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 4, Ağustos-Ekim 2013.

Sezai Kırlangıç / Akademya Dergisi

adminadmin