Kültür
Giriş Tarihi : 19-03-2017 11:00   Güncelleme : 19-03-2017 11:33

Ne okuyayım?” Diye bir put vardır

Kış aylarında, daha evvel okuduğum kitapları yeniden okuma gereği hissederim. Bu bir geriye dönüş değil, aksine yenileyiş. İnsan, şartların tenkidini yapamadıkça tefekkür denen o hazineyi keşfedemez ve olanı olduğu gibi kabul ederek eşref-i mahlûkat vasfından esfel-i sâfilîne doğru düşer. Bu düşüş insanın fıtratına aykırıdır. İnsan, yaradılışı gereği hem ufkî hem de amudî gelişme göstermeye akord edilmiştir. Dolayısıyla insan kendini akord edebilen ve etmesi gereken bir varlıktır. Ufkî akord daha çok manevi gelişimle, amudî akord ise maddi gelişimle mümkündür. Burada mûsıkî ile uğraşmayı ufkî, temiz giyinmeyi amudî olarak değerlendirebiliriz. Çerçeveye tevhidî nazarla bakarsak ikisinin de “bir” olduğunu görebiliriz. Tüm bu kavrama, anlamlandırma ve yorumlama kabiliyeti için kitap başlı başına bir rehberdir. Ve nihayet dereye girmek için paçamızı sıvayalım: Bir rehbere danışırken başka bir “rehber yaratmaya” ihtiyaç yoktur.

Ne okuyayım?” Diye bir put vardır

Geçtiğimiz yıl okumuş olduğum kitaplar arasında İhsan Fazlıoğlu‘nun Kendini Bulmak, Mahmud Erol Kılıç‘ın Hayatın Satır Araları: Modern Zamanda Kendini Bulmak ve Sadettin Ökten‘in Gelenek, Sanat ve Medeniyet adlı eserleri çok mühim bir yer teşkil etmişti. Öyle ki bu üç kitabın birbirleriyle dolaylı yoldan ‘ciddi bir ilişki’si olduğunu düşünmüş ve notlarımı buna uygun olarak almıştım. Yaptığım “yeniden okuma” faaliyetini zihnim de sevmiş olacak ki üç kitabın ortak konuları üzerine daha derin çalışmalar gerçekleştirme isteği hasıl oldu. Elbette tatlı bir yorgunluk ve yeni yazılar için yakalayabildiğim ilhamlar da ganimet şekline büründü. Tuhaf rüyalarımı ve “sosyal hayatımda” yaptığım hatalarımı, yanlışlarımı ise azığım kabul ettim. Şöyle der İhsan Fazlıoğlu: “Hâlis bir niyet ile çıktığın yolda yaptığın yanlışlar doğruna azık olur.”

Doğruyu görüp doğruyla ilerleme faslına geldiğimde bu yazıyı yazmaya karar verdim. Günümüzde hem kendini kitap kurdu olarak kabul eden hem de kitap okuma faziletini yeni yeni edinmeye başlayan insanlardan zaman zaman yükselen bir çığlıktır şu sorular: Ne okuyayım? Ne okumamı önerirsiniz? Nereden başlamak gerekir? Bilinmesi gerekir ki bu soruların her biri puttur ve yıkılması çok güçtür. Soruların yöneltildiği şahısların kim olduğundan gayrıdır bu yorumum. Çünkü okunmaya niyet edildiyse zaten bir ruh kendine rehberini seçecektir. Kitap okumaktan daha zor olanı, kitap seçmektir denilebilir lakin buna da itirazım şöyle: Okuyacağımız kitabı bizler seçmemeliyiz, kitap bizleri seçmeli. Bu, uzun zaman alacak bir emeğin mahsulü olduğu kadar, samimiliğin de karşılığıdır. Okumaya karşı samimi olunduğunda muhakkak ki kitap okuyanını bulacaktır. Kitaplığınızda yahut bir kitapçıda gezinirken “tam aradığım kitap!” sevinci yaşadığımız anlar, bizim aramamızla değil bulmamızla neticelenmiş bir vakadır. Aramaya başladığımız an ise hayatımızda ilk kez kitabı elimize aldığımız andır. İlk kitaptan sonraki hissiyat, kitabı bir ürün gibi görmemek ve aksine ufkî bir gelişimi tamamlama niyeti üzerineyse, yola çıkılmıştır. Fakir, bir şiirine “Yola çıkmak, haklı çıkmaktır” diye başlarken zihnimde parıldayan anlardan en berrağını “beni seçen” kitaplar oluşturmuştur.

Günümüzde fazla okuyanlara “kitap kurdu” deniyor ki bu isimlendirme çok pazarlama, tüketim kokuyor. Eskiler “muhibbân-ı kütüb” dermiş. Kitaba muhib olmak, kitapların muhiplerinden olmak. Tıpkı bir şeyhin müridi olmak gibi. Bir de “mecânîn-i kütüb” olanlar var, yani kitap delileri. Günümüzde kitap fetişizmi hastalığına yakalananlar da bir nevî kitap delisi. Almak için alıyor, her gün alıyor, daha çok alıyor. Ama okumuyor. Bol bol fotoğrafını çekiyor, paylaşıyor, beğenilmek istiyor, beğenildikçe deliriyor, çıldırıyor, gidip gidip kitap alıyor. Bir şeyin delisi olmak iyi bir şey değil arkadaş. Sev ya hu, sevmek neyine yetmiyor?

İşte bu kitap delileri, fetişistleri ve türevleri kendinin farkında olmuyor çoğu zaman. Sürekli bir öneri arıyor. Bunun için her fırsatta soruyor: Ne okuyayım? Tüm bu sıfatların dışında kitabı ortalama düzeyde yahut ciddi bir biçimde “meşgale” edinmiş kimseler de sorabilir: Ne okumamı önerirsiniz?

Bu “ne okuma” konusu bana oldukça akademik geliyor. Belirli bir konuda uzmanlaşmak –diploma/tik bir hadise– yahut o konuda resmî bir takım çalışmalar için kitap önerisi alınabilir elbette. Fakat konu roman, hikâye, şiir olduğunda iş değişir. Kişinin Allah’la arasına kimse giremeyeceği gibi kitabıyla arasına da kimse girmemelidir. Nasıl ki Allah’ı tanıma, bilme gayreti üzerindeki çalışmalarımızda araya giren tüm dünyevî şeyler put olabileceği gibi, rehberimiz olan kitaba ulaşırken de aynı tehlike söz konusu olabilir. Rehber roman olabilir, hikâye olabilir, şiir olabilir. Bunu seçerken kişi kalbini, ruhunu dinlemelidir. Birinin önermesiyle çıkılacak yol, o kişinin yolundan gitmekten farksızdır. Bunun yerine bize o yolu anlatması uygundur. Hangi kitabı okuyayım sorusu benim için şuna benziyor: Mûsıkî ile ilgilenen biri artık enstrüman çalmaya karar verir ve fakat neyi çalacağını bilemez. İç sesine kulak vermediğinde bu kör sağırlık onu bir başkasına götürür. Gittiği yol, maalesef yol değildir. Kişi, kendinden bilmeli işi. Neyi okuyacağını, çalacağını, neyi dinleyeceğini…

Ne okuyayım, ruhuyla arasına mesafeler girmiş insanların sorusudur. Ruhunu tanıma gayretini mesuliyet edinmişler içinse böyle bir soru yoktur. Onlar ne okuyacakları konusunda son derece “gönlü rahat” olanlardandır. Zira kitap okumanın manevi tekamül noktasında nasıl bir öneme haiz olduğunu gayet iyi bilirler ve bu sebeple de teslimiyetleri tamdır. Neye teslimiyet? Duygularına. Modern insan ise madde bağımlısıdır. Hiç şüphe yok ki teslim olmakla bağımlı olmak arasındaki fark da muhakkaktır. Burada frekansımızı Mahmud Erol Kılıç’a ayarlayıp dinleyelim: “Modern insan kalbinden sürgün insandır, kalp gözü olmayan. Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılıyor.”

Oysa insan iki kanatlıdır, omzundaki iki meleğin daima farkında olmalıdır ve rüya âlemiyle irtibatlı olması da “uçuş” vaziyetinden ayrılmaması gerektiğine işarettir. “Ötelerle” bağlantılıdır insan. Bu bağlantı için rehber birdir. Biri iki yapandır yola çıkamayan. Birde kalmalı, bir olmalı. İnsan ruhuyla beraber yürümeli, koklamalı, görmeli, işitmeli ve hissetmeli.

Tüm bu hasletlere kavuşabilmek için hasrette kalmamamız gerekiyor. Bunun için de insanın kendiyle konuşabilmesi ilk koşul. Günümüzde “deli” denen bu tip insanların varlığı dünyayı taçlandırmaktadır oysa. Kendi kendine konuşan, kendisiyle dalga geçebilen, dalgın dalgın etrafı süzen, “ötelere” gidebilen insanların iç huzurunu buldukları gerçeğini bilmemiz gerekiyor. Bu iç huzuru lütfen kişisel gelişim kitaplarındaki gibi görmeyelim. Bir çekyatta bağdaş kurup çekirdek çitlerken dizi izleyen insan değil; güneşin doğuşunu hayretle, çiçeğin soluşunu şefkatle, çocuğun düşüşünü merhametle karşılayan insandır konumuz. İşte bu insan da sormaz ne okuyayım diye.

“Mütevekkil, huzurlu, sakin ve kazaya rıza gösteren eski insanımızın karşısında, şu anda onun devamı olduğunu iddia eden huzursuz, telaşlı, tedirgin ve endişeli yeni insanımız yer almaktadır.” diye sesleniyor bizlere Sadettin Ökten. Sözüm meclisten dışarı demeden, dilimin ucuna geleni söyleyeceğim: Maalesef gününün çok uzun bir zamanını sosyal medya, alışveriş, dedikodu, birilerine yaranma, yeme-içme, laf yetiştirme, kendini ispatlama gibi içi de dışı da ayrı boş işlere ayıran insan, girdiği bataklıktan habersizdir. Sükûnet sahibi olabilmek için mesken ihtiyacının da giderilmesi gerekir. Arkadaş ortamından yuva olmadığı gibi STK’lardan, partilerden ya da hobi kulüplerinden de yuva olmaz. Yuva her şeyden evvel ailedir. Yuvada okumak bambaşkadır. Onun tadına doyum olmaz. Ne yazık ki bazı akademisyenler, hocalar, alimler ve diğer çok bilmişler, evliliği okumak ve yazmak yolunda engel olarak görüyor. Görmekle yetinmeyip bir de “bu çağda evlenmek caiz olmayabilir” deyip kafa karıştırıyor. Bunlardan uzak durmalı. En büyük rehber, Resulullah (s.a.v) buyurmuştur: “Uyuyan evli kimse Allah nezdinde, geceleri ibadet eden gündüzleri ise oruç tutan bekardan daha üstündür.” [Bihar’ul-Envar, c. 103, sf. 221]

Görüldüğü üzere okuma eylemi hayatın yekûnunu kapsayan bir eylem. Sizin ne ile meşgul olduğunuzdan nasıl bir yerde yaşadığınıza kadar her şeyle ilgilidir. Yani sizinle ilgilidir, doğrudan sizle muhatap olmak ister okumak. Kitap da, onun karşısına çıkarken tam bir teslimiyet ister ki ruhun emniyeti sağlanabilsin. Bunun için bir başkasına ne okunacağı sorulacaksa bence daha hassasiyetli olan şu soru zihinde tutulmalıdır: Ya onun önereceği bana şifa olmayacaksa, bir de üstüne hasta edecekse?

Şifayı nerede arayacağını bilenler kitaba müpteladır. Müptelanın anlamlarından biri de âşık ve vurgun olma hâlidir. Kalpten putlar temizlenmedikçe aşka, hakikate giden yol tali yoldur. Ne okuyacağını bilen, sorularını da daha doğru sormaya başlar. Bu minvalde “Kitap okumak için nasıl da bu kadar çok zaman bulabiliyorsunuz?” diye soranlara verilecek yanıtlardan en sahih olanı da şudur: “Kitap okumak için vakit aransaydı, okunamazdı.”

Kendi kendine yetebilen insanın ruhuyla arasındaki rabıta üst düzeydedir. Bu güçle de okuyacağı kitabı başka bir ruha danışarak değil, düşünceleriyle dövüşerek bulur.2 Son sözü “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adlı eserinden kısa bir alıntıyla, en iyi yabancı takımımın ön liberosu Arthur Schopenhauer‘e bırakmak isterim: “Ruh zenginliği yegâne hakiki zenginliktir, çünkü diğer bütün zenginlikler beraberinde kendilerinden daha büyük dert ve bela getirirler. İç zenginliğe sahip insan dışarıdan kendi zihni melekelerini geliştirip olgunlaştırmak, yani servetinin tadını çıkarmak için menfi bir bağış, tasasız kaygısız boş zaman dışında hiçbir şey istemez; hülasa o her gün ve her saat bütün hayatı boyunca kendisi olmak için izin ister.”

Ne mutlu kendisiyle baş başa kalmayı bilenlere, okuyacağı kitabı kendi arayanlara ve elbette zaman ayırmadan okuyanlara.

Yağız Gönüler

İzdiham

adminadmin